İslam dini, Allah`ın sonsuz merhamet ve şefkatinin yeryüzünde tecelli ettiği huzur ve barış dolu bir hayatı insanlara sunmak için indirilmiş bir dindir. Kur’an ayetlerinde, insanlar, yeryüzünde merhametin, şefkatin, hoşgörünün ve barışın yaşanabileceği tek hayat şekli olan İslam ahlakına çağrılmaktadır. Bakara Suresi`nin 208. ayetinde şöyle buyurulmaktadır: “Ey iman edenler, hepiniz topluca "barış ve güvenliğe (Silm`e, İslam`a) girin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır.”

İslam kelimesinin içinde bu anlamların bulunması, aslında onun savaş, şiddet ve terör gibi olumsuz kavramlarla bir arada kullanılamayacağını açıkça göstermektedir. Bu kelimelerin İslam kelimesiyle yan yana getirilmesi ve İslam’la şiddetin bir arada telaffuz edilmesi son derece yanlış ve haksızca yapılmış bir yakıştırmadan ibarettir. Bazı İslam kimliği taşıyan Müslümanların tarihsel süreçte İslam’a rağmen uyguladıkları şiddet, terör ile bizatihi ideal İslam’ın bu konudaki anlayışını birbirinden ayırt etmek gerekir. Kimliği Müslüman olan kimi birey ve toplulukların İslam dışı bir takım ilke ve amaçlarla uyguladıkları şiddet gerçek İslâm anlayışını temsil etmemektedir.

Bununla birlikte şunu da ifade edelim ki Kur’an’da Müslüman olmayanlara yönelik birtakım sert ve uyarıcı nitelikte ifadeler de bulunmaktadır. Bunlar Kur’an’ın bütünlüğü ve vahiy süreci dikkate alınarak değerlendirilmelidir. Bu tür ayetler, Hz. Peygamber döneminde Müslümanlara açıkça düşmanlık eden ve savaş açan kişi veya toplumlara yöneliktir. Bu gibi özel durumlar dışında İslâm’ın ve onun peygamberinin genel tavrı, Müslümanların diğer bütün din mensuplarıyla iyi ilişkilere dayalı karşılıklı saygı ve hoşgörünün esas alınma-sı yönündedir. Şimdi Kur’an’daki hoşgörü ile ilgili bazı ifadeleri görelim:

“O takva sahipleri ki, bollukta da, darlıkta da Al-lah için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever.” (3 Al-i İmran 134)

“...İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın. Allah`tan korkun, çünkü Allah`ın cezası çetindir.” (5 Maide 2)

“Mü`minler ancak kardeştir. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah`tan korkun ki esirgenesiniz.” (49 Hucurat 10)

“Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınız-dan size düşman olanlar vardır. Onlardan sakının. Ama affeder, kusurlarını başlarına kakmaz, hoş görür ve bağışlarsanız, bilin ki, Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir” (64 Teğabun 14)

Beslenme, barınma ve giyim gibi temel ihtiyaçlarını karşılamış her insan için, ağrısız baş, telaşsız bir iş ve huzur içinde devam eden bir hayat, en büyük özlemdir. Temel insani ihtiyaçlar, başarı ve mutluluklar ise sadece barış ortamında elde edilebilir. Bu bağlam-da barışın da en temel insani ihtiyaç olduğunu kolaylıkla söyleyebiliriz. Sade bir tanımla barış, fert ve toplumların ilişkili olduğu kişi ve yerlerle uyum içerisinde olmasıdır.

Barış gerçekleşme imkânı bakımından üç kısma ayrılır:

-Ferdin kendisiyle barışık olması

-Ferdin çevresi ile (insan ve tabiat) barışık olması

-Toplumlar arası barış

Ferdin kendisi ile barışık olması, inanç ve prensipleriyle uyum içinde olması, kabul ettiği değerlerle ve prensipleriyle çatışır halde bulunmamasıyla mümkün olur.

Fertler arası barış da, insani ilişkilerde sevgi ve saygı zemininde eşitlik, hak ve adaletin gözetilmesi ile sağlanır.

Uluslar arası barış ise, yerel bazda fertler arasında sağlanan eşitlik, hak ve adalet, ölçülü ilişkilerin evrenselleştirilmesi, yaratılanı Yaratan’dan ötürü sevme anlayışı ile masum her insanın temel hak ve özgürlüğü- ne, en az kendi hakkımız kadar saygı duyulması ve barışı sağlayacak uluslar arası organizasyonların tarafsız ve etkin bir şekilde çalışması ile gerçekleşir. Sağlanan barışı korumak, barışı elde etmek kadar önemlidir ve zordur. Barışın önündeki engelleri imha ederek barışa ulaşanlar, barış döneminde de aynı engellerin tekrar oluşmaması için siyasi, ekonomik ve askeri yönden gerekli tedbirleri almalıdırlar. Kur’an’da, “Islah edilmesinden sonra yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın” (A’raf, 56) ile bozgunculuk yapmak isteyenler uyarılmıştır. Biz bu ayetlerden kalıcı bir barış ortamı için bozgunculara fırsat verilmemesi ve  engellenmesi gerektiğini de anlayabiliriz.

Bu güne kadar hep kendi kişisel, ulusal veya ideolojik çıkarları uğruna başka kişi ve ulusların mağduriyetini hesaba katmadan hareket ederek dünyaya fesat yayanlar, amaçlarını açıklarken ve kendilerine bu hususta yöneltilen eleştirileri cevaplarken, aslında bütün insanlığın barışı ve özgürlüğü için çalıştıklarını söylemişlerdir. Barışı kalıcı kılmanın bir şartı da, barış maskesi ile kendilerini gizleyen ve aslında bozgunculuk yapan müfsitleri gerçek barış sevenlerle karıştırmamaktır. Bozguncularda barıştan söz ederler ve barış için çalıştıklarını söylerler, oysa Kur’an’a göre onlar bozguncuların ta kendileridir. “Onlara: yeryüzünde fesat çıkarmayın denildiği zaman, ‘Biz ancak ıslah edicileriz’ derler ‘şunu bilin ki, onlar bozguncuların ta kendileridir, lakin anlamazlar.” (Bakara, 11-12)           

Kur’an-ı Kerim; prensip olarak daima barışı ön planda tutar, tercihini hep barıştan yana yapar, başka bir seçenek kalmaması durumunda savaşı belli şartlarda bir çözüm yolu olarak görür. Tabii ki bu savaş saldırı amaçlı olmayıp savunma ve korunma amaçlı bir savaştır. Barışın değerini anlamak için tarihte ve günümüzde savaşların yol açtığı yıkımlara ve yaşanan toplumsal trajedilere bakmak yeterlidir. Barışın olmadığı yerde insani şahsiyetin, sağlıklı bir toplumun ve güçlü bir devletin oluşması mümkün değildir. Bu sebeple insanlar barışı konforları için değil, zaruri ihtiyaçları için istemelidirler ve barış için herkes kendisine düşen katkıyı sağlamalıdır. Barış konusunda İslâm dinine ve İslâm alemine haksız yakıştırmaların yapıldığı günümüzde Müslüman bilim adamları İslâm dininin barışı  önceleyen bir din, Müslümanların da barış sever insanlar olduğunu, öncelikle Kur’an’ın barışa bakışını, barışın Kur’an-i prensiplerini ve barışın nihai hedefini tespit etmek ve bu yönde çalışmak durumundadır. 

Nihai hedefi tüm insanlığın barış ve huzurunu temin etmek ve kardeşçe bir ilişki tarzı gelştirmek olan İslâm dini, beşeri ilişkilerin barış odaklı olmasını emreder ve barışın temel prensiplerini vazeder.

“Ey iman edenler! Hep birden barışa girin, şeytanın adımlarını takip etmeyin” (Bakara, 208)

“Sulh (barış) daha hayırlıdır.” (Nisa, 128)

“Zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur” (Bakara, 193)

“Eğer onlar barışa yönelirlerse sen de yönel ve Allah’a güven.” (Enfal, 61)

Hicretin altıncı yılında Peygamberimizin umre yapma isteğinin Hudeybiye’de Mekkeli müşrikler tarafından engellendiği, müşriklerin tahrikinin yüksek olduğu bir sırada yine müşrikler tarafından ileri sürülen ve kabul edilmesi çok zor şartlarla anlaşma isteği Allah Resûlü tarafından olumlu karşılanmış, başlangıçta aleyhte gibi görünen kararlar uzun vadeli bir zafere dönüşmüştü. İbn Hişam, Hudeybiye antlaşması hakkında Zühri’den şunu nakletmektedir:  “İslâm döneminde Hudeybiye’den daha büyük bir fetih yoktur. Zira savaş insanları sürekli çarpıştırıyordu. Mütareke olup, harp ortadan kalkınca insanlar birbirinden emin oldular. Bu seferki karşılaşmalarında aralarında konuşma ve tartışma başladı. Hangi şahıs İslâm üzerine tartşsa bir şeyler düşünmek ve anlamak imkanı buluyor, ardından da İslâm’a giriyordu.” (El-Buti, Fıkhu’s-Sire. S. 346)

Âl-İ İmran süresinin 103. Ayetinde, İslâm’dan önce-ki toplumsal kaos haline gelinen noktanın tehlikesine değinilmekte, insanlığı barışa sevk eden İslâm nimeti sayesinde eski düşmanların nasıl kardeş oldukları be-yan edilmektedir: “Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’ an) sımsıkı sarılın, parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşman idiniz de o, kalplerinizi birleştirdi. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler oldunuz. Yi-ne siz bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de O sizi oradan kurtarmıştı.” (Âl-i İmran, 103)

Nitekim İslâm’dan önce birbiriyle çatışma halinde olan Medine’de Evs ve Hazrec kabilelerinin, Mekke’de ise Ümeyye oğulları ile Haşim oğullarının aralarında yıllardır devam eden kavga, ancak İslâm’ın sağladığı barış ortamı sayesinde sona ermiştir. Peygamberimiz (s.a.v) de ilâhi bir nimet olan barış sayesinde meydana gelen kardeşlik duygusunu kurumsallaştırmak için ümmetine şu tavsiyelerde bulunmuştur: “Birbirinize buğz etmeyiniz, birbirinize haset etmeyiniz, birbiri-nize haset etmeyiniz, birbirinize sırt çevirmeyiniz. Ey Allah’ın kulları kardeş olunuz.” (Nevevî, Riyazu’s- Salihin, H.No. 1598) “Ey Allah’ın kulları!” nidasına dikkat ettiğimizde, Hadis-i Şerifteki vaki çağrının, bütün insanlığı kapsadığını söyleyebiliriz. Peygamberi-miz, insanî ilişkilerde bencil davrananları makbul bir insan ve Müslüman olarak görmez: “Hiçbiriniz kendisi için istediğini (mü’min) kardeşi için istemedikçe (gerçek) iman etmiş olamaz.” (Buhâri, İman, 7; Müslim, Îman, 71) “Kendisi için sevdiğini (Mü’min) kardeşi için de sevmeyen kimse (gerçek) mü’min olamaz.” (Et-Tâc, 1/24) Mü’minlerin yardımlaşma ve dayanışma hususunda gözetecekleri ölçü ise şöyledir: “Birbirini sevmede, birbirine merhamette ve şefkatte mü’minler bir beden gibidir. Ondan bir uzuv rahatsız olsa, uykusuzluk ve ıstırapta diğer uzuvlar ona iştirak ederler.” (Müslim, Birr, 66)

Allah Resûlü’nü dikkatle takip eden Eshab-ı Kiranm da, bu rehberlik doğrultusunda kardeşliğin en güzel örneklerini sergilemişlerdir. Peygamber Efendimiz (s.a.v) Medine’ye hicret sonrası sıkıntıya düşen Mekke’li muhacirlerin sorununu geçici olarak çözmek için, her muhaciri Medine’li Müslümanlardan biri ile kardeşleştirmişti. Medine’li Müslümanlar da fedakârlığın en güzel örneğini gösterek evini, barkını ve sofrasını  Mekke’li Müslüman  Muhacir kardeşi ile paylaştığı işçin “En-sar” ünvanına layık görülmüş, onların bu fedakârlığı Kur’an tarafında da övülmüştür: “Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine iman yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Haşr, 59/9) Gerek geçmişte ve gerekse günümüzde insanlar arasında, Allah’ın büyük nimetlerinden olan barış yurdunu ve kardeşlik kurumunu, başlıca şu sebeplerin tahrip ettiği görülmektedir:

-Bireysel ve sosyal ilişkilerde bevcil ve katı davranışlar

-Sevgisiz ve saygısız davranışlar

- Hak ve adaletten sapma, hakkına razı olmama yada hak ettiğinden fazlasını talep etme ve hakkını meşru olmayan yollardan arama cüretkarlığı

-Yetki sınırlarını aşmak ve yetkisiz tasarruflarda bulunmak

-İnsanlar arasında ayrımcı ve dışlayıcı tutumlar

Barış ve kardeşlik; insan olmanın, insanca yaşamanın ve iki cihanda aziz olmanın iksirini kadirşinas kimselere karşılıksız olarak armağan ederler. Kur’an-ı Kerim’in daveti, özünden birer parça olan değerlerin fark edilmesine ve sahiplenmesine yöneliktir. Asırlar boyu, başta Anadolu olmak üzere, İslâm coğrafyasında farklı din, dil, ırk mezhep ve meşrep mensupları temel hak ve hürriyetlere saygı temelinde, güven içerisinde birlikte yaşadı. Engin hoşgörü, sevgi, saygı, paylaşma, yardımlaşma, güvenme ve güven verme gibi insani meziyetlerin pek çoğu bu medeniyette görüldü. Bu medeniyet, “Yaratılanı hoş gör yaratan ötürü” anlayışındaki Yunusları yetiştirdi. Bu medeniyet, “Değil mi ki sen bensin;  ben de senim. Kendi kendimizle bunca savaşmamız da ne?” diyen Mevlanaları insanlık mirasına hediye etti.

Barış ve kardeşlik duygusunun yüksek bilincine ermiş olan gönül erlerinden Yunus Emre de aynı daveti şu veciz şiirinde ifade eder:

 

Gelin kardeş olalım, işi kolay kılalım

Sevelim, sevilelim, dünya kimseye kalmaz.