İnsanları bir erkek ve dişiden yaratan Yüce Allah (c.c), onları farklı “şubelere” ayırmış ve iradesi doğrultusunda gerçekleşen bu farklılığın hikmetini de “insani ilişkiler bütünü” olarak açılımı yapılabilecek “tearuf-tanışmak” terimi ile açıklamıştır.

Ey insanlar!

Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphe- siz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.” (Hucurât, 49/13) Hz. Adem (a.s)  ve Hz. Havva annemizden çoğalan insanlar çeşitli renk ve dilde küçüklü büyüklü topluluklar oluşturmuşlardır. Küçükten büyüğe, kabileden milletlere varıncaya kadar farklılık gösteren bu oluşumun temel sebebinin kitlelerin birbirini tanıyıp, anlaşmak ve kaynaşmak olduğu anlaşılmaktadır. Yani soy-sopla övünmek yerine, birleşip bütünleşmek öngörül-müştür. Aynı ayetin  devamında üstünlük ölçüsünün “takva” olarak belirtilmesi, biyolojik yada etnik eksenli farklılıkların Allah katında bir değerinin bulunmadığına işaret etmektedir. Takva bilinci, Allah’ın koymuş olduğu ilkelere uymada gösterilen hassasiyettir. Takva, insanın eylem ve davranışlarına yön vermede önemli bir etkendir.

Hz. Adem (a.s) ve Hz. Havva annemiz ile yeryüzündeki hayat serüvenine başlayan insan, yaratılış aşamasında meleklerin “fesatçılık” ve “kan dökücü-lük” serzenişlerini, Habil ve Kabil hadiseleriyle adeta haklı çıkarmışlardır. Toprakla kanın ilk buluşması hadisesinden bu güne gelinen noktada “fesat” hep temel etken olmuştur. İnsanlık “tearufu” etnik, siyasal, ekonomik vb. çıkarlarla temellendirmiş çatışma ve savaşlar gündemden hiç eksik olmamıştır. Bunun yanında birlikte barış içinde yaşamayı tercih eden ve bu yolda uğraş veren Habiller, İsalar, Musalar ve Muhammedler de hiç eksik olmamıştır.

Şu bir gerçek ki dünyamız, rengarenk çiçeklerle süslü bir bahçe misali farklı din, inanç ve kültürlere mensup kişi veya toplumları barındırmaktadır. Dünya üzerinde bu farklılıkların yok edilmesi mümkün olamayacağına göre, barış, huzur ve insanca bir yaşam için aynı ortamı paylaşan farklılıkların birbirlerine saygı göstermesi ve birbirlerinin farklılıklarına tahammül etmesi zorunludur. Bu nedenle çağımız insanı, birey ve toplum olarak, karşılıklı saygı ve hoşgörü çerçevesin-de bir arada çatışmadan barış içinde yaşamanın gereğine inanmalı ve bir şekilde bunun yolunu bulma uğraşı içinde olmalıdır.

İnsanlık, tarihin derinliklerinde kalması gereken ama bazı çevrelerce yapay bir biçimde gündeme taşınmak istenen etnik, siyasal ve din eksenli çatışma kültürlerine iltifat etmemelidir. Zira bu tür çatışmalar, geçmişte olduğu gibi günümüzde de insanlığa hiçbir fayda sağlamamaktadır. Bu zeminde  vuku bulan çatışmaların galibi düşmanlıktır, kandır, gözyaşıdır, şiddettir, anarşi ve terördür.

Hemen her gün yazılı ve görsel basında yakın ve uzak çevremizde gördüğümüz ve yüzlerce, binlerce, insanın kanının aktığı, masum yavruların vahşet tablolarına figür olduğu sahneleri, vicdan sahibi her insan üzüntü ve endişeyle izlemektedir. Müşahede edilen bu manzaralardan sonra, ister istemez “merhamet ve hoşgörü, saygı ve sevgi, akıl ve vicdan, acaba insanlığın ilgi alanından çıkıyor mu acaba?” sorusu sıkça beyinlerimizde yankı bulmaktadır.

Çağımızda yaşanan şiddet, zulüm ve terör hadiseleri bilinçli yada bilinçsiz bir şekilde genelde ilâhi öğretilerle özelde ise İslâm dini ile ilintilendirilmek istenmektedir. Üzülerek ifade etmek gerekir ki marjinal ölçekte olsa da bu uğraşa çanak tutan ve zemin hazırlayan, kutsal adına şiddete başvuran din mensubu insanların varlığıda bilinen bir vakıadır. Bütün bu olumsuzluk ve sorumsuzlukların, özellikle İslâm dini ile ilintirilenmesi işin bir başka vahim boyutunu teşkil etmektedir.

Gerçek şu ki, başta İslâm dini olmak üzere  bütün ilahi dinler, aralarındaki farklılıklara rağmen, insanlığın kurtuluş ve mutluluğunu hedefler. Zaten dinin tanımı da öyle değil midir? “Din, akıl sahiplerini kendi iradeleriyle dünya ve ahirete yönelik mutluluğa sevkeden ilahi mesajlar bütünüdür.” Bu bağlamda özellikle evrensel dinlerin temel mesajlarında barış, esenlik ve insanların birbirlerine saygılı olmaları gibi hususlar önemli yer tutar. Ancak tarihten günümüze kadar inanç ve farklılıkların zaman zaman çatışma konusu yapıldığı, insanlar arasındaki çekişme, kavga ve nefrete malzeme olarak kullanıldığı da bilinen bir gerçektir.

Dinsel inanç ve farklılıkların çatışma konusu yapılması, toplumu bir arada tutması, evrensel barış ve birlikteliği artırması düşünülen bu değerlerin ayrılık ve gerilim malzemesi haline getirilmesi sadece dinin kendisini yıpratmakla kalmaz, bireylerin ve  toplumların huzuru için de ciddi bir tehlike oluşturur. İnsanlık, birlikte yaşama kültürünün örnekleri açısından yadsınamayacak bir birikim ve tecrübeye sahiptir. Toplumsal ve sosyal yapılanmada inanç, düşünce ve haklarına saygı, birlikte yaşama kültürünün önemli ve vazgeçilmez öğesidir. İslâm tarihi, birlikte yaşama kültürü açısından takdire şayan örneklerle doludur. Sevgili Pey- gamberimizin, farklı din mensuplarına inanç ve ibadet özgürlüğü sağlaması, hatta kendi mescidinde onların ibadetine izin verilmesi (Hamidullah, M. İslâm’da Devlet idaresi (trc. Kemal Kuşçu), Ankara, ty., s.484) birlikte yaşama kültürünün dini açıdan zemin bulmasında güzel örneklerdir.

Nice medeniyetlere beşiklik yapan ve bölgesel olsa da birlikte yaşama kültürü adına gurur tablolarının süslediği Anadolumuzun kültürel kodlarında dinin katkısı olmadığı hiç söylenebilir mi? Elbette söylenemez. Ahmet Yesevisiyle, Mevlânası, Yunus Emresi ve Hacı Bektaş Velisiyle gelişen dindarlık anlayışı ve hoşgörü kültürü de “öteki”lerle birlikte huzur ve barış içinde yaşanabileceğini göstermiştir. Anadolumuzun farklılıklarla birlikte yaşama kültürünü yansıtması açısından eşsiz bir yeri vardır. İnsanlığın farklı tecrübelerini, geleneklerini, değer ve anlayışlarını bağrında barındıran ve bunları nesilden nesile aktaran, adeta insanlığın kültür tarihiyle özdeş tarihi mirasa sahip bir belge oluşu, bu coğrafyaya ayrı bir konum kazandırmaktadır. Bu tarihsel tecrübe, dinlerin, terör ve şiddetin, gerilimin, kavganın kaynağı ve sebebi olmaktan çıkarılıp ortak bir barış zemini tesis etmede kullanılması gereğini ortaya çıkarmaktadır.

İslâm dini başta olmak üzere bütün ilâhi dinlerin mesajlarında insanlığın huzur ve barış içinde kültürel zenginlikleriyle birlikte yaşamalarına katkı sağlayacak yönde önemli unsurlar bulunmaktadır. Bu unsurların başında ve  ön şartlarından birisi de insanları sevmek-tir. Bunun için İslâm dini, insanlar arasında bir sevgi ve saygı ortamı oluşturmayı hedefler. Bir Mü’min, bütün varlıklara ve özellikle insanlara sevgiyle yaklaşmalıdır. Nitekim Yunus Emre, “Yaratılmışları severiz, Yaratan’dan ötürü” diyerek bu gerçeği dile getirmiştir.

İnsan olarak birbirimize karşı anlayışlı olmaya, karşılıklı sevgi ve saygıya ihtiyacımız vardır. Seven kişi sevdiğinin üzülmesini istemez. Onu tedirgin edecek bir dil kullanmaz. Ona çıkışırken bile, kalbini kırmaz, insanların kalbini kazanmaya çalışır. Bizler de Müslümanlar olarak Mü’min kardeşlerimize karşı sitem ederken bile, onları üzmekten onlarla aramızın bozulmasından kaçınmalıyız. Bu nedenle Mü’minler birbirleriyle sonsuza kadar dost kalmak azim ve kararlılığında sevgi, saygı, vefa ve sadakatle birbirlerine bağlı olmalıdırlar.

 

Bugün aynı zamanda yeni bir manevi iklim atmosferi olan Üç Aylara girmiş bulunmaktayız. Bu vesile ile Recep, Şaban ve Ramazan ayı ile birlikte kavuşacağımız Kandillerin memleketimiz, milletimiz ve bütün Müslümanlar için hayırlara vesile olmasını niyaz ederim