Toplumsal ve bireysel alanda farklı kişilik ve kültürlerin çatışmadan uzak, karşılıklı saygı ve destek ruhu içinde aynı mekânı, aynı coğrafyayı paylaşarak varlıklarını sürdürmelerini “birlikte yaşamak” diye ifade ediyoruz. Birlikte yaşamak aynı zamanda dirlikte yaşamak demektir. Toplumsal hayatı paylaşan bireyler olarak birbirimize sayısız ihtiyaç kanalları ile bağlıyız. “Yalnız taş duvar olmaz” atasözümüz bunu ifade ediyor.

Bütün ademoğulları insan oluşları yönü ile büyük bir ailedir. Bu ailenin mensupları ayrışma yerine bir araya gelip tanışacak, yeryüzünü imar görevinde yardımlaşacaktır. İnsanların mutlak hakikati duyabilmeleri için buna ihtiyaç vardır. Aslında, ilahî dinlerin dayandığı ortak bir ahlak temeli var. İnsanların bir diğerini sevmesine, yardım etmesine, fakire, yetime, yoksula, ihtiyarlara ve çocuklara destek vermeye dayanan ahlaki müştereklerimiz var. Öyleyse örselenen birlikte yaşama pratiklerini normal çizgisine çekebilme başarısı bir bilinç tazelenmesi ile elde edilecektir. 

Bugün hangi gerekçe ile olursa olsun sosyal bünyemizde varlığından söz edilebilecek her türlü yakınma ve sızlanmalar üstesinden gelinemeyecek şeyler olmamalıdır. Bu konuda sergilenen ve gelecekte sergilenecek olan her türlü girişim başarı yolunda desteklenmeyi hak ediyor. “Birlikte yaşamak için sade- ce siyasi, felsefi ve sosyolojik bakış açıları yeterli değildir. İnsanlığımız sanat, edebiyat, şiir gibi estetik unsurlarla zenginleştirilmeli ve bunlar bir arada yaşama diline eklenmelidir.” Bu özellikle çağdaş hayat için çok önemlidir. Çünkü teknoloji hayatı ilmek ilmek dokuyan birçok imkânımızı elimizden aldı. Oturduğumuz yerde dünyanın öbür ucuyla iletişim kurma kolaylığını sağlamasına karşılık bizi sanal dünyaya hapsetmiş görünüyor. Mektubun sahip olduğu bağ kurucu özellik, klavyeden dökülen mekanik satırlarda yok. Dokunduğunuz kâğıt size, onu yazıp göndereni düşündürür, hayal ettirir, zaman aralığı ile de olsa aynı şeye dokunmuş olmanın duygusallığını yaşatırdı. Artık bu imkân, insanın elinden uçup gitmiştir.

Birlikte yaşamak, dış dünya şartlarında olduğu kadar beslendiği ruh dünyası ortamında da önemli hasarlara uğramıştır. Telafi çalışmalarına buradan başlamak gerekiyor. Öncelikle şunu çok iyi bilmeliyiz ki yeryüzü bütünüyle Allah’ın mülkü, insanlar da Allah’ın kuludur. Hz. Peygamber belli bir zaman ve mekâna ya da topluma değil, tüm insanlığa rehber olarak gönderilmiştir. O’nun vasıtasıyla tüm zamana ve insanlığa duyurulan evrensel mesaj, dillerin ve renklerin farklılığının Allah’ın ayetlerinden olduğunu özellikle belirtmektedir.

“Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da onun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için elbette ibretler vardır.” (Rum, 30/22.)

O hâlde bizler farklılıkları toplumsal bir zenginlik olarak görebilmeli, “insan” üst kimliğinde birleşerek, insana insan olduğu için saygı duyabilmeliyiz. Veda Hutbesi’nde Hz. Peygamber’in: “Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Arap’ın Arap olmayana üstünlüğü yoktur.” hitabı, çağlar üstü bir mesajı; söylendiği anki hikmet ve değeriyle bugüne aynen taşımaktadır. Bu hitap aynı zamanda, Rasulüllah’ın yaklaşık yirmi üç seneyi bulan risalet sürecinde farklı din mensuplarıyla olan ilişkilerinin, topyekûn insanlığa bakışının ve bu anlayışla ortaya koyduğu uygulamalarının son aşamada kelama/evrensel bir mesaja bürünmüş hâlidir.

Hz. Peygamber hicretin hemen akabinde farklı dinî gruplarla anlaşma imzalamış, bu insanlarla komşuluk ilişkilerinde bulunmuş, alışveriş yapmış, hatta Yahudi asıllı olan Hz. Safiyye ile evlenerek, onu risalet hanesinin hanımları ve müminlerin anneleri arasına katmıştır. Bir gece vakti hüzün ve gözyaşıyla ayrıldığı Mekke’ye bir gün fatih olarak döndüğünde kimseye ceza vermemiş, hiç kimseyi inancını değiştirmek için zorlamamış ve müşriklerin öncülerinden olup da İslam’a girenleri değişik biçimlerde onurlandırmıştır.

Farklı görüşlere tahammülün giderek kaybolmaya başladığı ve insanların her geçen gün birbirlerini daha az anladığı hatta anlayamaz hâle geldiği günümüz dünyasında, karşımızdakini ötekileştirmeden, Allah’ın bir ayeti olarak görüp anlamaya çalışmak ve hoş görebilmek erdemine ve Rasulüllah’ın bu konudaki örnekliğine ne kadar da ihtiyacımız var.

Hoşgörülü olabilmek için olaylara ve insanlara bakışımızı değiştirmek, farklılıkları zenginlik olarak görebilmek gerekir. Hoş görmek, beraberinde engin bir sabır ve affedebilme erdemini gerektirir. Nitekim Yüce Rabbimiz öfkeyi yenme ve insanları affedebilmeyi başaranları övmekte, onları cennetle müjdelemekte ve bu kullarını sevdiğini açıkça ifade etmektedir. (Âl-i İmran, 3/134.) 34

Kutlu Doğumunu andığımız Hz. Peygamber’in hayatında sabretmenin, affetmenin ve hoş görmenin en can alıcı örneklerini görmekteyiz. O, Taif’te taşlandığında; “Allah’ım! Zayıfım, güçsüzüm, herkes beni hor görüp aşağılıyor. Ey herkesin zayıf görüp dalına bindiği zavallıların Rabbi olan Allah’ım! Her taraftan kuşatıldım. Çaresiz ve kimsesiz kaldım. Beni kime emanet ediyorsun Rabbim.” diye yakarıyor, ardından da, “Eğer bana kızmadıysan, ben çektikleri-me razıyım Allah’ım.” diyordu. Cebrail (a.s.) gelip, “İstersen şu dağı birleştirip, sana bunu yapanları canlı olarak toprağa gömeyim.” dediğinde, Rasulüllah’ın: “Hayır, ben Rabbimden bunu değil, onların soyundan sadece Allah’a kulluk eden ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayan bir nesil getirmesini dilerim.” (Buhari, Tevhid, 9.) cevabında, O’nun engin rahmetinin tecellisini seyretmekteyiz.

Bir başka zamanda o Kutlu Nebi’yi, kendisinden ganimet isteyen bir göçebenin, yakasından çekiştirip, canını yakması üzerine, olaya müdahale etmek isteyenleri durdurarak; “Bırakın o öğrenecek.” derken görüyoruz. Bir keresinde de tuvalet kültüründen yoksun bir bedevinin mescidin bir köşesinde ihtiyacını gidermesi üzerine, tepki gösteren sahabeyi Rasulüllah yatıştırıyor ve bir kova su ile halledilebilecek olan bu meseleyi probleme dönüştürmek isteyenlere: “Siz kolaylık gösterici olarak gönderildiniz, zorlaştırıcı değil.” diyordu. Böyleydi Hz. Peygamber, başka türlü olması da düşünülemezdi.

Zira Rabbi ona: “Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık sen onları affet. Onlar için Allah’tan bağışlama dile!” (Âl-i İmran, 3/159.) hitabında bulunmuştu.

Hz.Peygamber (s.a.s.), insan haklarına saygı, in-san onuruna hürmet ve insana hizmet adına, ona gülümsemeye de, yoldan eziyet veren bir şeyi kaldırma- ya da sadaka ölçüsünde değer atfetmiştir. En temel in-san haklarının ayaklar altına alındığı günümüzde, bu ifadelerin ve davranış modelinin taşıdığı anlamı yeniden keşfetmeye ne kadar muhtacız.  Hoşgörü eksikliğinin önemli bir sebebi; kendimizi sorgulayamamak, bilakis hep haklı ve kusursuz görmektir. Oysa İslam anlayışında nefis muhasebesi son derece önemli kabul edilmiştir. Rabbimiz de: “Kendinizi temize çıkarmayın. Kimin takva üzere olduğunu O çok iyi bilir.” (Necm, 53/32.) buyurmaktadır. Hucurat suresi 12. ayette de; “Birbirinizin ayıp ve kusurunu araştırmayın.” denilerek, kusur görme ve ayıp bulma hastalığından mutlaka kurtulmamız gerektiğine dikkat çekilmektedir. Bu hakikat, rahmet peygamberinin lisanından: “Kim bir Müslümanın ayıbını örterse, Allah’ta onun ayıbını örter.” müjdesiyle bizlere duyurulmuştur.

Hoşgörünün temel ilkelerinden biri, insanların şahsiyetini rencide etmemektir. Günahkâr da olsa kimseye hakaret etmemek, onurunu kırmamak İslami bir prensiptir. Nitekim Hz. Peygamber, zina için kendisinden izin isteyen genci, onu rencide etmeden bu yanlış düşüncesinden vazgeçirmiş ve onu iffetli yaşamanın gereğine inandırmıştır. Her ne sebeple olursa olsun in- sanları küçümsemek, onlarla alay etmek İslam ahlakıyla asla bağdaşmaz.

Yüce Rabbimiz; “Ey iman edenler! Bir topluluk bir diğerini alaya almasın. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da diğer kadınları alaya almasın. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Birbirinizi karalamayın, birbirinizi (kötü) lakaplarla ça- ğırmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötü bir namdır! Kim de tövbe etmezse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.” (Hucurat, 49/11.) buyurarak insanlarla alay etmenin kötü bir davranış olduğunu açıkça belirtmektedir. İslam’ın özü incitmemek ve incinmemektir. Yunus ne kadar güzel ifade etmiş:

Elif okuduk ötürü

Pazar eyledik götürü

Yaratılanı hoş gördük

Yaratan’dan ötürü...

 

 Kutlu Doğum etkinliklerinin, magazin malzemesi yapılmasına fırsat verilmeden, gerçekten ihlas ve samimiyetle Hz. Peygamber’i anlamaya, bir haftaya serpiştirilen bilgi ve duygu şöleninden bir ömür boyu istifade edilecek gönül azığı derlemeye vesile olması temennisi ile Hz. Peygamber’i tanıma, anlama ve sevmeyle başlayan bu kutlu yolculuğun son durağında ‘fenafirrasul’ Resulullah Efendimizi çok sevmek ve onda fani olmak demektir. Peygamberimizi malından ve canından daha çok sevmek demektir. Bu sevgisinin bir alameti, sünnetleri yapıp mekruhlardan kaçınmaktır. Bu sevginin alâmeti Resulullah’ın (s.a.v) hayatı gibi bir hayat yaşayıp tüm insanlığın da o hayata ulaşması için çaba sarf etmektir. Bu sevginin alâmeti Sünnet-i Seniyye için çaba sarfetmektir. Bir mümin, bütün bunları yaptıktan sonra kâmil ve olgun bir Müslüman olur. Allah-u Teâlâ’ya, o derece yakın, yani sevgili olur.> Bu olmadan, ‘fenafillaha’ mertebesine erişerek, onun gibi olma imkânını bize sunmasını Yüce Mevla’dan niyaz ediyorum.