Müslümanların küresel bir güç olarak tarih sahnesine çıktığı ilk anlardan itibaren başta Haçlılar olmak

üzere diğer din mensuplarının onları “öcü” gösterdiği bilinmektedir. Onlara göre din olarak İslamiyet, ümmet olarak Müslümanlar; kendisinden başkasına hayat hakkı tanımayan, gözünü kan bürümüş, eli kılıçlı barbar insanlardır. Kur’an’ın neredeyse bütün dillere çevrildiği, İslamaraştırmalarının ciddi akademik kuruluşların sadece müfredatına değil teşkilat yapısına da dâhil olduğu, Müslümanların yaşamadığı bir yeryüzü parçasının âdeta kalmadığı günümüzde bile durum pek farklı değildir. İslamofobiya gibi etkili bir propaganda aracı ile dünya kamuoyu, “dinci teröre” kaynaklık eden, birlikte yaşama kültürünün olmadığı, farklılıklara tahammül edemeyen bir din veMüslüman toplumimajı ile korkutulmaktadır. Oysa hem teorik olarak İslam ve onun iki ana kaynağı olan Kur’an ve sünnet-siret hem de Müslümanların on beş asırlık tarihi, öteki ile birlikte yaşama bakımından son derece tabii ve insani ilke, değer ve uygulamalara sahiptir. Bilindiği üzere farklılıklar bir yaratılış gerçeğidir. İlk insan Âdem’i yaratan Yüce Allah onun neslinin değişik ırk, renk ve dillerde çoğalmasını murat etmiş; etnisitelerin farklılığını kudretini gösteren bir işaret olarak sunmuştur. “Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için elbette ibretler vardır.” (Rum,30/22.) Ayeti bunu beyan ederken, şu Ayet de söz konusu farklılığın hikmet ve maksadını açıklamıştır: “Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara/ milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır.” (Hucurat, 49/13.) Bu etnik farklılığın yanında, dinsel ve dolayısıyla kültürel farklılığın bir başka ifadeyle çoğulculuğun da Yüce Yaratıcı’nın bizzat kendisininmuradı olduğu açıkça vurgulanmıştır: “Sizden her biriniz için bir sistem ve bir hayat tarzı belirledik. Eğer Allah dileseydi, elbette sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat verdiği şeylerde sizi imtihan etmek için ümmetlere ayırdı. Öyle ise hayırlı işlerde yarışın. Hepinizin dönüşü Allah’adır. O zaman anlaşmazlığa düşmüş olduğunuz şeyleri size bildirecektir.” (Maide, 5/48.) ile “Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündeki insanların hepsi toplu hâlde mutlaka iman ederlerdi. Böyle iken, sen mi mümin olsunlar diye, insanları zorlayacaksın?” (Yunus, 10/99.) ayetleri de yaratılışın bu boyutunu sergilemektedir. Dinî ve kültürel farklılıkların bir yaratılış gerçeği olduğu böylece belirtilip ardından İslam’ın dışındaki diğer dinlere vemensuplarına hayat hakkı tanınmaması, açık bir tutarsızlık olurdu. Bu sebepledir ki, gerek Kur’an-ı Kerim gerek onu duyuran İslam Peygamberi (s.a.s.), başta yaşama,mülkiyet hakkı ile din ve düşüncehürriyeti olmak üzere temel hakları teminat altına alacak hükümler getirmiştir. (Bakara, 2/26; Nisa, 4/32; Maide, 5/32; İsra, 17/33; Kehf, 18/29; Ğaşiye, 88/21– 22; Buhari, “Cizye”, 5; Ebu Davud, Cihad, 153; Tirmizi, Diyât, 11.) Gerek etnik-fizyonomik gerek teolojik-kültürel farklılıkların varlığı, Habil ile Kabil’den itibaren insanlığın farkında olduğu bir gerçekliktir. Esasen dünya hayatının anlamı da bu farklılıkta gizlidir ki, bu anlam yukarıdaki ayetle de bildirildiği üzere “imtihan”dır. Mademki insan böyle verili bir ortama doğdu; mademki bu fıtri gerçeklikten kaçamaz, öyleyse farklılıklar içinde yaşayıp imtihanı başarıyla vermek durumundadır. Her konuda olduğu gibi dinî ve etnik farklılıklarla birlikte yaşamanın da en güzel örneklerini sergilemiş olan Rasul-i Ekrem (s.a.s.), İslam toplumunda yaşayan bir gayrimüslime (zimmi) haksızlık yapan, gücünün üstünde mali sorumluluk yükleyen ve gönlü razı olmadığı hâlde ondan bir şeyler alan kimsenin karşısına hesap gününde bizzat kendisinin çıkacağını beyan buyurmuş, bir zimmiyi öldüren kimsenin kırk yıllık mesafeden duyulan cennet kokusunu alamayacağını belirtmiştir. (Buhari, Cizye, 5; Ebu Davud, Cihad, 153; Tirmizi, Diyat, 11.) Hz.Ali başta olmak üzere birçok sahabiye nispet edilen, “Onlar cizyeyi malları bizim mallarımız, kanları bizimkanlarımız gibi olsun diye kabullenmişlerdir.” tespiti de (Kâsânî, Bedâi’u’s-Sanâi, Beyrut 1982, VII, 111.) bu noktadaki örnek tutumu göstermektedir. Bütün bu yönlendirmeleri esas alan Müslüman hukukçular “Onlar da tıpkı Müslümanlar gibi hak ve yükümlülüklere sahiptirler” genel kuralı çerçevesinde gayrimüslimlerin “inançlarıyla baş başa bırakılmaları gerektiğini” vurgulamışlardır. (Serahsi, el-Mebsut, İstanbul 1983, XIII, 137.). Öyle ki, bu yaklaşım gayrimüslimlerin İslam’ın kesinlikle cevaz vermediği işlem veya tasarruflarına bile onay kapısı açmıştır. Bunun bir göstergesi olarak Hasan Basri, zimmilerin İslamhukuku bakımından geçersiz sayılması gereken nikâhlarına devletin karışıp karışamayacağını soran Emevi halifesi Ömer b. Abdülaziz’e, “Onlar kendi inançlarına göre yaşayabilmek için bize cizye ödüyorlar.” diyerek karışılmaması gerektiği cevabını vermiştir. Kaynaklarda pek çok benzeri bulunan bu tür bilgiler ve uygulama örnekleri, zimmilerin İslam toplumlarında temel haklardan yoksun yaşadıklarını, medeni haklara sahip bulunmadıklarını, ikinci sınıf vatandaş sayıldıklarını ve eksik ehliyetli kişiler gibi görüldüklerini söyleyen Batılı araştırmacıları yalanlamaktadır. Bir gayrimüslimin İslam toplumundaki hukuki konumuyla ilgili genel kural şudur: Kamu yönetimi ve inançla ilgili bazı istisnalar dışında, zimmilerMüslümanlarla aynı hak ve sorumluluklara sahiptirler. Bu kural Hz. Peygamber’in, “Eğer İslamegemenliğini tanıyıp vatandaşlığı kabul ederlerse onlara bildir ki, Müslümanların lehine olan haklar onların da lehine,Müslümanların omuzlarında olan yükümlülükler onların da omuzlarında olacaktır.” (Şafii, Müsned, Beyrut ts., II, 114-115.) gibi buyrukları başta olmak üzere Yahudi, Hristiyan veMecusilerle bizzat yaptığı pek çok zimmet antlaşmasındaki yazılı hükümlere dayanmaktadır. Hicretin hemen ardından Medineli Yahudiler ile yapılan sözleşme de bu açıdan önemli bir kaynaktır. Hukuk tarihinin bilinen ilk yazılı anayasası olanMedine sahifesindeki, “Yahudilerden bize tabi olanlara, haksızlık yapılmaksızın ve aleyhlerindekilere de destek olmaksızın yardım edilecek ve iyi muamelede bulunulacaktır.” ile “Avf Yahudilerimüminlerle beraber bir ümmet oluştururlar. Yahudilerin dinleri kendilerine, müminlerin dinleri kendilerinedir. Bu hükme, haksızlık yapmadıkça ve suç işlemedikçe gerek efendileri gerek bizzat kendileri dâhildirler. Haksızlık yapıp suç işleyen, ancak kendisine ve ailesine zarar verir.” gibi taahhütler bir yana, Hz. Muhammed (s.a.s.), kendi otoritesinin uzağında kalan yerlerdeki gayrimüslimlerin haklarını da koruyacak adımlar atmıştır. Mesela GüneyArabistan’daki Himyer kralına gönderdiği bir mesajda, Yahudi ve Hıristiyan olarak eski dinlerinde kalmak isteyenlere herhangi bir müdahalede bulunulmamasını şart koşmuş; Necran Hıristiyanlarına verdiği emannamede, onların mallarına, canlarına, dinî hayat ve uygulamalarına, ailelerine ve mabetlerine bizzat kendisinin kefil olduğunu bildirmiştir. (Ebu Yusuf, Kitabu’l-Harac, Kahire 1382, s. 72.) Haklar elbette sorumluluklarla anlamlı hâle gelir. Müslümanlarla birlikte yaşayan gayrimüslimlerin de elbette birtakım görev ve sorumlulukları vardır. İslam ülkesinin bir ferdi olduğu için zimminin başta gelen görevi, İslam’ın hâkimiyetini kabul edip Müslümanların inançlarına, hukuk kurallarına ve örflerine saygı göstermesi,Müslüman toplumun güvenilir bir üyesi olup kamu düzeni ve genel ahlaka aykırı davranışlardan uzak durmasıdır. İslam toplumunun bir üyesi olarak yaşayan zimmiler ile aldıkları emana dayanarak Müslümanlar arasında geçici olarak bulunan müste’menler, tarih boyunca Müslümanlarla karşılıklı güven esasına dayanan sosyal ilişkiler kurmuşlardır. Dahası fakihlerin geliştirdiği “zimmet” teorisi ile İslam toplumunda yaşayan gayrimüslimlerin can, mal, inanç ve değerleri Müslümanların sorumluluğunda kabul edilmiştir. İslam hukukçularının yorumuna göre gayrimüslimlerle yapılan zimmet akdinin gayesi, savaşı sonlandırmak, gayrimüslim vatandaşların

kendi inançlarının gereğini İslam egemenliği altında özgürce yerine getirebilmelerini sağlamak ve İslam’ın değerlerini Müslüman toplum içinde yaşayarak görmelerini temin etmektir. Yer yer bilgisizlikten ve tahrikten kaynaklanan kimi olumsuzluklar görülse de İslam tarihi boyunca farklı din ve kültürlerin barış içinde birlikte yaşamalarının somut örnekleri işte bu yolla kayıt altına alınmıştır. Birlikte yaşama kültürü, birey ve toplumların ahlaki gelişimiyle doğrudan ilgilidir. İnsanlar birtakım hukuksal norm ve kurallarla bir yere kadar birlikte yaşamaya çalışır. Bu hukuksal zemin ahlakla beslenmemişse birtakım sıkıntılara yol açar. Bugün hukuk ve demokrasi standartlarının yüksek olduğu ülkelerde, ırkçılık, ayrımcılık, ötekileştirme, son zamanlarda tırmanışa geçen islamofobi gibi olayların sıkça görülmesi bu anlamda tek başına hukukun yetersizliğinin bir tezahürüdür. Bu nedenle birlikte yaşamanın önündeki engelleri kaldırmak için, bu alana katkı yapabilecek bütün enstrümanlar kullanılmalıdır. Hukuk, birlikte yaşamanın normatif zeminine; ahlak, vicdani ve gönül boyutuna; eğitim, ahlaki değerlerin uygulanmasına, meleke hâline gelmesine katkı yapacaktır. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz; birlikte yaşama günümüz insanının varoluşsal sorunlarından biridir. Her toplum önce kendi iç dünyasında nitelikli, yüksek standartlı, insanın onur ve şerefine yakışır bir tarzda birlikte yaşamayı başarabilmelidir. Kendi sorunlarını çözememiş, iç huzuru ve barışı sağlayamamış toplumlar; küresel barışa katkı yapamazlar.