Obezitenin, vücutta fazla yağ depolanmasıyla karakterize, kronik, ilerleyici ve tekrarlayıcı bir endokrin bozukluğu olduğunu belirten Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Uzmanı Doç. Dr. Hakan Düğer, “Obezite, sadece kalori alımı ile ilişkili bir dengesizlik olmayıp, hormonal mekanizmaların, sitokinlerin, yaşam tarzı vb. birçok faktörün etkisi ile birlikte ortaya çıkan bir sonuç olarak görülmelidir. Sadece kalori azaltma yöntemi ile obezite ile mücadele etmek, başarısızlıkla da sonuçlanabilir” dedi
“Obezite, hormonal bir dengesizliktir”
Obezitenin tanımını yapan Doç. Dr. Düğer, “Obezite, vücutta fazla yağ depolanmasıyla karakterize, kronik, ilerleyici ve tekrarlayıcı bir endokrin bozukluktur. Obezite, aslında kalorik (kaloriyle ilişkili) bir dengesizlik değil, hormonal bir dengesizliktir. Hastalarımızdan bazen ‘yediklerimi azalttım, aylardır çok az yemek yiyorum ve gerçekten dikkat ediyorum ancak kilomda azalma olmuyor’ şeklinde sık yakınmalara rastlarız. Aslında bu yakınmalar, bu durumun bir göstergesidir” şeklinde konuştu.
“Harcanan kalorinin sabit olduğu, hatalı bir varsayım”
Obezite hesaplanmasında klasik bazı formüllerin herkes için aynı sonuçları vermeyebileceğine dikkat çeken Doç. Dr. Hakan Düğer, şu bilgileri paylaştı:
“Aslında obezite, alınan kalori-harcanan kalori hesabına dayalı basit bir formülle açıklanmıştır. Bu basit formül, her hastanın durumunu tam ve doğru olarak belirlemeyebilir. Harcanan kalori sabit değildir. Kalori alımındaki azalma, bazal metabolizma hızında da bir yavaşlama yapacağından dolayı, beklenen kilo kaybı gerçekleşmeyebilir. ‘Bazal metabolizma hızı, iç organların ve organ sistemlerinin çalışması için gereken enerjidir). Kişi daha az kalori aldıkça, vücut da statükosunu korumak için daha az kalori harcar. Yağ birikimi, gerçekten de enerji fazlalığı sorunu değildir. Enerji dağılımı sorunudur. Çok fazla enerji, vücut ısısını artırmak veya yeni kas dokusu oluşturmak yerine, yağ üretmeye yönlendirilir. Bu enerji harcaması, hormonal olarak kontrol edilir”.
“Vücut ağırlığı enerji alımı, hormonlar ve sitokinlerin etkili olduğu bir süreç ile belirlenir”
Diğer bir yanlış varsayımın ise kilonun bilinçli olarak düzenlenmesi olduğunu söyleyen Doç. Dr. Düğer, “Ancak vücudumuzdaki hiçbir sistem bu şekilde çalışmaz. Tiroit, sempatik/parasempatik sinir sistemi, solunum-dolaşım, karaciğer, böbrek vb. sistemlerinin hepsi hormonlar tarafından kontrol edilir. Vücut ağırlığı ve vücut yağı da hormonlar tarafından sıkı bir şekilde düzenlenir. Dolayısıyla, vücut yağı, ağzımıza ne koyacağımıza karar vermemizin ötesinde bir hormonal denge tarafından düzenlenmektedir. Aşırı kalori alımının obezite oluşumundaki tek etken olduğu yönündeki algı doğrultusunda, sadece kalori azaltarak obezite ile mücadele etme yaklaşımı başarısızlık sonucunu doğurabilir. Diğer bir değişle, salt obeziteyi veya aşırı yağ depolanmasını formülize eden klasik hesaplamalar ile çözüm arayışı doğru ve yeterli bir yaklaşım olarak görülmemelidir” ifadelerini kullandı.
“Obezite tedavisinin başarısı, insülin seviyelerini düşürmeye bağlı”
Beslenme anının açlık dönemine göre baskın olması halinde, ortaya çıkan insülin hakimiyetinin yağ birikimine yol açabileceğini söyleyen Doç. Dr. Düğer, şu bilgileri ekledi:
“Yüksek insülin düzeyi devam ederse, vücut, alınan gıdalarda var olan enerji fazlasını vücut yağı olarak depolamak için sürekli sinyal alır. Bu nokta çok önemlidir, çünkü obezitenin başarılı bir şekilde tedavi edilmesinin, insülin seviyelerini düşürmeye bağlı olduğunu ortaya koyar. ‘Şişmanlatıcı’ karbonhidratların çoğunu ortadan kaldırarak, insülin seviyelerini düşürerek kilo alımını önleyebiliriz. İnsan vücudunda temel biyolojik bir ilke vardır. Eğer bir şey bir yönde çok fazla değişirse, vücut statükosunu korumak için ters yönde değişerek tepki verir. Bu normal bir olgudur. Dolayısıyla, insülin direncinin sebebi insülinin kendisidir. Yani, insülin direncinin de, obezitenin de sebebi, insülin hormonunun yüksekliğidir.”
“Bazı hastalarda diyabet olmayabilir”
Vücut kitle indeksi 40 kilogram/metrekarenin üstünde olan (yani 3. derece obez) bireylerin yüzde 70’inde diyabet olmadığını dile getiren Doç. Dr. Düğer, “Yine tüm tip 2 diyabet hastalarının yüzde 15’i normal kilodaki bireylerdir. Aslında bir kişide tip 2 diyabet gelişimini belirleyen temel faktör, pankreastaki insülin üreten hücrelerin (beta hücreleri), yağ hücreleri tarafından baskılanması ve bu baskılanma eşiğinin kişiden kişiye farklılık göstermesidir. Mesela, insülin direnci yüksek, obezitesi olan bir hastanın pankreas beta hücreleri, yağ doku fazlalığından yeteri kadar etkilenmemişse diyabet gelişmez. Tam tersi, normal kiloda olan ve yağ doku tarafından baskılanma eşiği düşük olan bir kişide ise, çok daha az bir yağ doku birikimiyle pankreas Beta hücrelerinde işlev kaybı ve neticesinde de tip 2 diyabet gelişebilir” dedi.
“Diyabet önlenebilir bir hastalıktır”
Diyabetin önlenebilir bir hastalık olduğundan bahseden Doç. Dr. Düğer, “Aslında Tip 2 diyabet için yıllarca, kronik ve ilerleyici bir metabolik hastalık olduğu belirtilmiştir. Ancak, bariatrik cerrahi ile bu tanımın hatalı olduğu görülmüştür. 200 kilonun üstünde 20 yıldır diyabeti olanlarda bile diyabet ilaçlarının hepsi kesiliyor ve diyabet tamamen iyileşiyor. Dolayısıyla, artık biliyoruz ki diyabet önlenebilir ve iyileşebilir bir hastalıktır. Ameliyatların tüm bu başarısına rağmen, çeşitli nedenlerle her tip 2 diyabetliye operasyon önermek mümkün değildir. Ameliyat, birçok cerrahi komplikasyon nedeniyle hem mâli hem de fizyolojik olarak ağır bir bedele sahiptir. Ancak en önemlisi, tüm bu inanılmaz faydaları ameliyat olmadan da elde edebiliriz. Tek yapmamız gereken, ameliyatın neden başarılı olduğunu ve sonuçlarını nasıl kopyalayabileceğimizi anlamaktır” ifadelerini kullandı.
“Akdeniz diyeti ile beslenme tercih edilebilir”
Obezite ile mücadelede beslenme tarzının önemine de dikkat çeken Doç. Dr. Düğer, “Belirli diyetlerin üstün glisemik kontrol sağladığı bilinmektedir; düşük karbonhidratlı diyet, düşük glisemik indeksli diyet, Akdeniz diyeti ve yüksek proteinli diyet bunlara örnek verilebilir. Bu 4 diyetin de ortak bir özelliği karbonhidrat miktarının düşüklüğüdür. Rafine tahıllar ve şekerler karbonhidratların ana kaynaklarıdır ve herhangi bir düşük karbonhidratlı diyet bunları kısıtlamalıdır. Yine de patates ve meyve gibi rafine edilmemiş karbonhidratlar ile ilave şeker ve un gibi rafine edilmiş karbonhidratlar arasında daha fazla ayrım yapmamız gerekiyor çünkü rafine karbonhidrat alımı ne kadar yüksekse, diyabet riski de o kadar yüksek olur” dedi.