Kısaca Feodalizm Fikrinin Kökenleri

Feodalizm ve feodal sistem terimleri genellikle Orta Çağ’ın başlarına Batı imparatorluğundaki merkezi siyasi otoritenin ortadan kalktığı 5. yüzyıldan krallıkların etkili merkezi hükümet birimleri olarak ortaya çıkmaya başladığı 12. yüzyıla kadar olan dönemde uygulandı. Nispeten kısa bir süre için, 8. yüzyılın ortalarından 9. yüzyılın başlarına kadar, Karolenj (Kutsal Roma Germen) hükümdarları, özellikle Pippin (751-768’de hüküm sürdü) ve Charlemagne (768 / 771-814 olmak üzere iki dönem hüküm sürdü), nispeten birleşik bir yapı yaratma ve sürdürme konusunda kayda değer bir başarı elde ettiler. Ancak öncesinde ve sonrasında siyasi birimler parçalandı ve siyasi otorite yayıldı.

 Daha sonra kurulan Kutsal Roma Germen İmparatorluğu soyluları, yerel kodamanları düzenlemeye ve onları hizmetlerine kaydetmeye çalıştı, ancak yerel seçkinlerin gücü hiçbir zaman silinmedi. Güçlü kralların ve imparatorların yokluğunda, yerel lordlar kendilerine tabi olan bölgeyi genişletti ve orada yaşayan insanlar üzerindeki kontrollerini yoğunlaştırdı. Pek çok alanda, feodalizm terimi ve aynı zamanda lehdar ve casamentum terimleri, bir mülkün sahiplik biçimini tanımlamak için kullanılmaya başlandı.

Bu terimlerin ifade ettiği yapılar, çoğunlukla tımar sahiplerinin haklarının büyük ölçüde sınırlı olduğu, ayrıca belli bir görev sürelerinin bulunduğu şekilde ortaya çıkmıştır. Feodalizm terimi dönemin belgelerinde kullanılmıştır ve uygulandıkları mülklerin özelliklerini ayırt etmek zordur.

Feodalizm, feodalite ve feodal sistem terimleri, tarihçilerin uzun bir Avrupa tarihini özet olarak ele almalarını sağladı. Roma İmparatorluğu ve çeşitli imparatorların başarıları, Roma tarihini anlamak için bir anahtar sağladı, 12. yüzyılda devletlerin ve güçlü yöneticilerin yeniden ortaya çıkması, özellikle ortaçağ devletleri ve hükümet uygulamaları öncül olarak sunulabildiğinden, tarihsel anlatı için yeniden yönetilebilir odak noktaları sağladı.

Çeşitli Roma ve Karolenj kurumları feodal uygulamaların öncülleri olarak kabul edildi. 17. yüzyılda, 11. yüzyıl feodalizmin doruk noktası olarak belirlendi. Daha sonra güçlerini artırmak için feodal kurumları benimseyen ve uyarlayan yöneticiler “feodal” olarak adlandırıldı ve hükümetleri ise “feodal monarşiler” olarak adlandırıldı. 17. yüzyılda ortaçağ feodal sistemiyle ilişkili kurumların ve uygulamaların varlığını sürdürmesine rağmen, o dönemin tarihçileri ortaçağ feodalizmini ve feodal sistemi 14. ve 15. yüzyıllarda öneminin azaldığını gösterdi. Bu dönem daha sonra maaşların kullanılması ve lordlar ile bakmakla yükümlü oldukları kişiler arasında yazılı sözleşmeler yapılması nedeniyle “Bastard Feudalism” çağı olarak adlandırıldı.

Feodalizm kavramını formüle edenler, Nicolaus Copernicus’un (1473-1543) ve özellikle Isaac Newton’un (1642-1727) çalışmalarıyla ilişkilendirilen evrende basitlik ve düzen arayışından etkilenmişlerdir. Tarihçiler ve filozoflar, evren sistematik olarak işliyorsa, toplumların da öyle olması gerektiğine ikna olmuşlardı. 16. yüzyılda tımarın hukuk ve âdetlerinden bazı öğrenciler feodal kurumların evrensel olduğunu ilan ettiler ve feodal sistemlerin Roma, İran ve Yahudiye’de var olduğunu savundular. Filozof Giambattista Vico (1668–1744) tımarları insanlığın ebedi kurumlarından biri olarak kabul etti.

Benzer bir düşünceyi benimseyen Voltaire (1694-1778), Montesquieu’nun (1689-1755) feodal kanunların ortaya çıkmasının benzersiz bir tarihsel olay olduğu yargısına itiraz etti. 18. yüzyıl İskoçya’sının felsefi tarihçileri, Batı Avrupa dışındaki feodalizmi araştırdılar ve yapının önem alanını köylüler kadar efendileri (tımar lordlarını) de kapsayacak şekilde genişlettiler. Adam Smith (1723–90), feodal hükümeti, ticaretin yokluğu ve toprağı işlemek için yarı ücretsiz emeğin kullanılmasıyla karakterize edilen bir sosyal gelişme aşaması olarak tanımladı. Smith’in öğrencisi John Millar (1735-1801), Asya ve Afrika’da “feodal politikanın ana hatlarını” buldu. Feodal yapı ile cehalet ve barbarlık arasında popüler bir şekilde kurulan birliktelik, Avrupalıların pek bilmediği, geri ve ilkel olarak gördükleri bölgelere genişlemesini sağladı.

Millar’ın sunduğu örneği takiben, bazı tarihçiler orta çağ Avrupa’nın dışındaki zamanlarda ve yerlerde, özellikle de Japonya’da feodal kurumların varlığını araştırmaya devam ettiler. Bu çabalar, tahmin edilebileceği gibi, bazı yanlış anlaşılmalara yol açtı. Karşılaştırmalar için feodal modeli kullanan tarihçiler, Batı feodal uygulamalarına benzeyen veya benziyor gibi görünen özellikleri vurguladılar ve bazıları, söz konusu alanların değişimini şekillendirmede benzersiz bir şekilde önemli olan diğer farklı yönleri ihmal ettiler.

19. ve 20. Yüzyıllarda Feodalitenin Devamlılığı

19. yüzyılda, Adam Smith ve diğer İskoç düşünürlerden etkilenen Karl Marx (1818–83) ve Friedrich Engels (1820–95), Batı’nın tarihsel gelişimine dair söylemlerinde, feodal üretim tarzını da bir gelişim aşaması olarak belirttiler; feodal model eski üretim tarzını takip etti ve kapitalizm, sosyalizm ve komünizmden önce geldi. Marx ve Engels, geleneksel feodalizm anlayışını tımarlardan ve seçkinler arasındaki ilişkilerden oluştuğu için reddettiler ve efendilerin köylüleri sömürmesini, feodal üretim tarzının özü olarak vurguladılar.

Marx ve Engels, feodal dönemin evrensel olarak var olduğunu tespit etmeye çalışmadılar; Asya için belirli bir üretim tarzını formüle ettiler. Kabul etmemelerine rağmen, tasarımlarına “feodal üretim tarzını” dahil ederek, ona ufuk açıcı bir anlam kazandırdılar. Takipçileri, feodaliteyi sosyalizmin ortaya çıkması için gerekli bir ön koşul olarak görmeye başladılar ve sosyalist bilim adamları ve aktivistler buna dair büyük çapta araştırmalarda bulundular.

Marx ve Engels’in Batı’nın tarihsel gelişimi modeli, 19. yüzyılın ortalarında feodal yapının ne kadar popüler hale geldiğini gösteriyor. Yapıyı kendi amaçlarına hizmet edecek şekilde değiştirme düşünceleri de sistemin esnekliğini gösteriyor.

Avustralyalı ortaçağ tarihçisi John O. Ward, tarihçilerin feodalizmle ilişkilendirdiği 10 farklı fenomeni izole etti. Bazıları, 16. yüzyıl avukatları tarafından hazırlananlar gibi yasal tanımlamalar kullandı. İngiliz tarihçi Thomas Madox’u (1666-1726 ) ve Fransız tarihçi Marc Bloch’u (1886-1944) izleyen diğerleri, feodalizmi feodal toplumlarla bir tuttu.

Amerikalı tarihçi Joseph R. Strayer (1904–87), siyasi ve kamusal güç ve otoritenin parçalanmasına özel bir vurgu yaptı ve sistematik feodal kurumların ve geleneklerin tanınabilir olarak gördüğü büyük siyasi birimlerin oluşumuyla uyumlu olduğuna inanıyordu. Bloch ve Strayer, kariyerleri boyunca feodal yapıyı kullanmalarına rağmen, her ikisi de önerilen feodal etiketlerin çeşitli tanımlarının kendine özgü olduğunu kabul ettiler ve her ikisi de yapıya odaklanmanın, eylemleri olan hem bireyleri hem de grupları kaçınılmaz olarak insanları gizlediğini kabul ettiler.

Feodalite Hakkında Modern Eleştiriler

Fransız tarihçi Louis Chantereau Le Febvre’nin (1588-1658) zamanından itibaren, feodal yapının ele geçirmeyi amaçladığı tarihsel gerçekleri çarpıttığına ilişkin sorular gündeme geldi. Chantereau Le Febvre, çağdaşlarının belirsiz ilkelerden genel kuralları çıkarma girişimlerini, tamamen “saçmalık” olarak görüyordu. Geçmişe dair eylemleri incelemenin ve “tarihsel olarak” çalışmanın gerekliliğini vurgulayarak çağdaş yönetimlerin bu şekilde çalışmadığını belirtti. Her tımar diğerlerinden farklı olduğu için çok çeşitli tımarların tek bir türe indirgenmemesinin ciddi sorunlara yol açacağını düşünüyordu.

Pek çok modern tarihçi, Chantereau Le Febvre’nin düşünceleri üzerine çalıştı ve bu sözcükleri ve klasikte merkezi bir konumda bulunan vassus (vassal), homo (man) ve fidelis (sadık) gibi feodal yapı tanımlarını da inceledi. Orta Çağ’da savaşanların (çiftçilik yapanlar gibi) farklı şekillerde ödüllendirildiği ve bazen de onlara bunun karşılığında para ödendiği biliniyor. Tımar sahibine verilen arazi, çeşitli şekillerde sahiplenilmiş, kontrol edilmiş ve elde tutulmuştur. Benzer şekilde, girişimci bireyler topraklarını, zenginliklerini ve güçlerini artırmak için bazı yöntemler kullandılar. Lordlar ve krallar otoritelerini desteklemek ve genişletmek için bu yöntemi kullandığından, merkezi hükümetlerin gelişimine eşlik etti.

Aile grupları arasında tekrar tekrar yenilenebilecek bağlar yaratmada bu tür eylemlerin önemi gibi, mülkün bir kişiye teslim edilmesinin, mülkiyet üzerindeki sınırlı kontrol ve hakların kapsamı araştırılmıştır. Tarihçiler, feodalite sistemindeki anlaşmazlıkların çözümünü incelerken, özellikle seküler ve dini seçkinler tarafından verilen yargılara verilen önemi fark ettiler. Tımar lordlarının bakmakla yükümlü oldukları kişilerle olan özgür ilişkilerinin kalitesi tartışılırken, bazı tarihçiler efendiliğin (lordluğun) yağmacı, sömürücü yönlerini vurgularken, diğerleri koruyucu ve faydalı özelliklerini vurguluyor.

Orta Çağlara dair artan bilgiler ve akademisyenlerin geçmişi anlamaya çalışırken yarattıkları yapılar (ve dönemler) ile ilgili karmaşıklıklar, insan kuruşlarını ve toplumlarını tanımlamak için uygun terim arayışlarını ateşledi. Her ne kadar feodal yönetimler, ortaçağ toplumunun gerçeklerini tanımlayan terimler olarak geçerliliğini yitirmiş olsalar da, bunları 16. ve 20. yüzyıllar arasında formüle eden ve kullanan tarihçilerin düşünceleri ve varsayımları hakkında fikir vermektedir.

Kaynak: Haber merkezi