Hey gidi koca Aşık Veysel hey! Toprağın bol, mekanın cennet olsun… Toprağın bol olmasına olsun da, bu bencilliğin neyeydi? “Benim sadık yarim kara topraktır.” Sanki bu kara toprak sadece kendisine yar imiş gibi… Sahiplenivermiş... Diğer canlılar ne oluyor? Onların yari kim? Otlar, ağaçlar, hayvanlar ve biz insanlar… Bunların sığınağı yok mu? İlkin ana kucağı; değerine paha biçilmez onun. Ölene dek beynimizden söküp atamadığımız, özellik-le her müşkülatta dilimizin ucundan dökülen o kutsal sözcük: Ana, anam… Sonra yar gelir… Uğruna anayı bile unutturacak sihirli bir tutkudur O… Şöyle bir de vefalıysa ömre değer hani… Ya hayırsızına, zalimine düşülürse; uğruna birçok tabuların yıkıldığı, aklı baştan çıkartıp, insanı mecnu-na çeviren birilerinin esaretine boyun eğilinmişse: İşte o zaman: “Yandı gülüm keten helvası.” Dünyan kararır, her yer zindana döner; ruhundaki yaşam ışığı da ağır, ağır sönmeye başlar. Umutsuzluk, mutluluğa sünger çekmiştir. Ama öyle ama böyle; sonuçta yaşam çizgisi değişmez; gidilen yol bellidir. Ana kucağı, yar kucağı derken; son durak, son sığınak: Kara toprak olacaktır. Ebedi sevgili yani… Eh! Buna da Aşık Veysel, “Benim yarim” diye sahiplenirse diğer canlılara ne kalacak? Hele şükür ki: Kara toprağın karnı çok geniş, gönlü zengin de herkese kucak açmış; “gelin, gelin!” diye beklemekte!… Üstelik doymakta bilmiyor, geleni öğütüyor; ne genç diyor ne de yaşlı, ne güzel arıyor ne de çirkin… Ne koyarsan önüne; yalayıp yutuyor… Dünya, dünya olalı kim bilir; kaç kral, kaç şah, ne kadar zengin, ne kadar mağrur eriyip yok oldu O’nun tozları arasında… 1965 yılında İnegöl’e geldiğimde Dört ayrı mezarlık vardı. Sonradan İstanbullu Hasan Mezarlığı da eklenince Beş oldu. Her gün: Bir iki, bir iki, götürüp kendi ellerimizle ikram edip dönüyor, yine de gözünü doyuramıyoruz… Düşünebiliyor musunuz? Her gün en az iki can varlığımızı Aşık Veysel’in deyimiyle: “Sadık yarin” sinesine bırakıp döndüğümüz Elli Yılda: 36.500, (yazıyla Otuz Altı Bin Beş Yüz) insanımızı sonsuzluğa uğurlamışız… Dile kolay değil mi? Sadece Elli Yıllık rakam bu… Varın ötesini siz hesap edin… Kimler yoktu ki bunların arasında? “Uğruna prangalar eskitilen” sevgililer, burnundan kıl aldırmayan mağrurlar, insanlığı sinek gibi gören hükümranlar, varlığıyla caka satan sonradan görme hodbinler, başkalarını sırtından saltanat süren zalimler, aç gözlü hırslarıyla insan olduklarını unutup, yetimi itip kakanlar ve tabiidir ki: Adam gibi adam oldukları için ömürlerini insanlığın mutluluğu için harcayanlar… Say sayabildiğin kadar… Şimdi denebilir ki: Nereden çıktı bu Aşık Veyselli sadık yarlar, kara topraklar falan; insanların dünyasını karartmanın sırası mı? Değil tabii… Ama görmüyor musunuz? Allah’ı, sadece dillerinde süs diye taşıyanlar… Abdestsiz yere basmadığını söyleyip, besmelesiz yola çıkmadıklarını görselde ayyuka çıkaranlar… (Tabi hepsi değil, bazıları; hükümranlar…) Bir de bakıyor ve görüyorsunuz ki: Milleti, makarna ve bulgurla avutup, elde kalmış kalitesiz kömürle ısıtırken, kendileri deveyi havuduyla götürüyorlarmış da halkımız onca yıldır hep cambazı seyrediyormuş… Hem öyle götürüyorlarmış ki: Rakamları telafuz ederken insanların dili uçukluyormuş… Derim ki: Kefen denen bir bez parçası; O’nun da cebini dikmeyi unutmuşlar... Öteki dünyada ruhunuz nereye gider ben bilemem ama, cesetlerimizi kara toprak bekliyor… En sadık yarimiz yani… Bir türlü doyuramadığınız aç gözlerimizi doyurmak için…