Türkiye uzunca bir zamandan beri, her zaman olmasa da Başkanlık sistemini hep konuştu, sadece konuştu. Bir türlü tartışamadı. Her defasında konuyu gündeme getirenlere farklı gözle bakıldı, her defasında da aynı yakıştırma yapıldı. Tek adamlık. Rahmetli Özal gündeme getirdiğinde de böyle, yine rahmetli Demirel döneminde de böyle oldu. Gerçi Demirel vaktiyle Özal´a çok direndiği için başkanlık sistemini uzun uzadıya tartışmaya açmadı, sadece dillendirmekle kaldı.
En son olarak da Recep Tayyip Erdoğan bu konuyu gündeme getirdi ve arkasını getirdi. Bugün artık konu mecliste ve muhtemeldir ki akabinde referandum yoluyla kararı halk verecek.
Peki daha önceleri başkanlık sistemine karşı söylemleri olan Recep Tayyip Erdoğan bu noktaya nasıl geldi. Galiba bütün mesele 27 Nisan e-muhtırası ile birlikte şekil almaya başladı. 2007 yılında yaşanan gelişmelerde bugün geldiğimiz durumun temel gerekçelerini oluşturuyor.
Her ne kadar meclise sunulan tasarının gerekçesinde yazılmış olmasa da, esas gerekçe 2007 yılıdır.
Ne oldu 2007´de?
Önce 27 Nisan e-muhtırası, askeri vesayet o günkü Ak Parti´nin kendi içinden birisini hele eşi başörtülü birinin Cumhurbaşkanı olarak seçmesini istemedi. Başta belki de Cumhurbaşkanlığına en büyük aday bizzat Erdoğan´dı.
Bunu dönemin Yargıtay C. Başsavcısı Sabih Kanadoğlu´nun 367 dayatması izledi. 367 dayatması o günün anayasasında olmayan, adeta hukuku vesayetçilerin çiğnediği ve dönemin Anayasa Mahkemesinin de onayladığı büyük bir hukuk ihlaliydi.
Dönemin CHP´si bu hukuksuzluğa itiraz etmek bir yana, bütün desteğini vererek Cumhurbaşkanın seçilmesine engel oldu.
Akabinde erken seçim ve sonrasında da MHP ve Sn. Devlet Bahçeli´nin desteği ile Abdullah Gül´ün Cumhurbaşkanı olarak seçilmesi ve daha o seçim sürecinde Cumhurbaşkanın halkoyuyla seçilmesi söyleminin yavaş yavaş fiiliyata geçirilmesi. Ardından bir referandumla da halk “Cumhurbaşkanını ben seçeceğim” dedi.
Bundan sonrası herkesin malumu. Halk tarafından seçilen ilk Cumhurbaşkanı olan sayın Recep Tayyip Erdoğan´da haliyle başkanlık sistemini daha gür bir sesle ifade etmeye başladı.
Bugün tartışılan Başkanlık sisteminin temelini belki de 367 Sabih atmıştır. O gün o dayatma olmasaydı, bugün başkanlık sistemi  bu kadar taraftar bulmazdı diye düşünüyorum.
Bugün geldiğimiz noktada Yeni Anayasa ve başkanlık süreci, sayın Devlet Bahçeli´nin 11 Ekim´de TBMM´de partisinin grup toplantısında yaptığı aşağıdaki konuşmayla da start aldı.
Şunları söyledi sayın Bahçeli;
‘´Adalet ve Kalkınma Partisi başkanlık sistemiyle ilgili inadını sürdürecekse yine karşımıza iki seçenek çıkacaktır. İlk olarak AKP, hazırda tuttuğu veya üzerinde çalıştığı bir anayasa hazırlığı varsa, mutabık kalınan daha önceki maddeleri de ihtiva etmek kaydıyla TBMM´ye getirmelidir. Milletvekilleri, ilkeleri ve inançları doğrultusunda vicdanlarının sesini dinleyerek oy kullanacaklar, bir karara varacaklardır. İkinci olarak bu anayasa değişiklik teklifi TBMM Genel Kurulunda ya 367 sınırını aşarak kanunlaşacaktır ya da 330 eşiğinin üstünde kalarak referandum yoluyla milletin kararına sunulacaktır. Milliyetçi Hareket Partisi Türk milletinin vereceği her karara saygılı ve bağlıdır.”
Aynı konuşmasında bu görüşüne ilaveten şunları da söylemeden geçmedi.
‘´Bizim tercihimiz her zaman olduğu gibi parlamenter sistemin devamı, güçlendirilmesi, reforma tabi tutulmasıdır. Ancak milletimiz aksini söyleyecek olursa buna da diyeceğimiz herhangi bir şey doğal olarak bulunmayacaktır.´´
Nasıl oldu da, ne oldu da, öteden beridir başkanlık sistemine karşı olan sayın Bahçeli aniden ama alışılageldik bir çıkışla başkanlık düzenlemesinin meclise gelmesini sağladı. Ani bir çıkış olmasına karşılık elbette ki gerekçelerinden yoksun değildi. Şimdi bu gerekçeleri irdelememiz gerekiyor. Sayın Bahçeli neleri görmüş veya öngörmüş onlara değinmemiz gerekiyor.
Bir defa sayın Bahçeli, getirin tasarıyı derken de ifade ettiği üzere, sayın Cumhurbaşkanı´nın anayasada olmayan ama fiilen kullandığı yürütme yetkisinin ileride telafisi zor bir durumla ülkeyi karşı karşıya getireceğinden endişeliydi. Bu ya halkın oyuna başvurularak yasalaştırılmalı yada halkın hayır oylarıyla sonlandırılmalıydı.
Taraflı tarafsız herkesin üstünde mutabık kaldığı bir konu 15 Temmuz darbe girişimi sonrası, FETÖ terör örgütü ile Recep Tayyip Erdoğan´sız bir mücadelede imkansızdı. Haliyle sayın Bahçeli´nin desteği de olmalıydı ki bu desteği daha ilk andan itibaren verdi.
İkincisi 7 Haziran seçimlerinden sonra hükümetin çözüm sürecini rafa kaldırmasıyla, terör örgütlerine karşı başlattığı mücadeleydi. Hükümet bu konuda desteklenmeliydi sayın Bahçeliye göre aksi halde her an yeniden çözüm sürecine dönülmesi ihtimali vardı.
Üçüncüsü yine hükümetin, MHP´nin de desteği ile milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılmasıyla başlayan süreçti. Bu süreçte bir yandan HDP´li vekiller tutuklanmaya başlamış olsalar da özellikle CHP´nin HDP´den yana tavır alıyor görüntüsü sayın Bahçeli içinde Milliyetçi camia içinde kabullenilir bir durum değildi.
 Ve son tahlilde, Recep Tayyip Erdoğan´a karşı girdiği hiç bir seçimde MHP gerçek oylarına ulaşamadı. Sayın Bahçeli ne ederse etsin, ne yaparsa yapsın MHP´yi daha yukarı taşıması zordu. Şöyle ki, bir belediye seçiminde dahi MHP adayı, Ak Partili bir adaya karşı değil, Recep Tayyip Erdoğan´a karşı mücadele vermek zorunda kalıyordu. Girilen her seçimde ciddi sayılacak miktarda bir oy Erdoğan etkisiyle Ak Parti´ye kaçmaktaydı.

Aşağıdaki tablo 7 Haziran seçim sonuçlarının belli olmasıyla birlikte yapılan bir anketin sonuçları.
 /resimler/2017-1/18/0919387868741.jpg
7 Haziranda Ak Parti´ye oy veren seçmenin yüzde 2´si diyor ki, “Seçim sonuçlarının böyle çıkacağını bilseydim, yani Ak Parti´nin tek başına iktidar olmayacağını bilseydim, ben MHP´ye oy verirdim.” Bu yüzden Ak Parti tek başına iktidar olsun diye oy veren MHP´li seçmendir. Karşılığı oy sayısı da yaklaşık 400 bindir.
Aynı ankette MHP´ye oy veren seçmenin yüzde 22´side, “Bilseydim bu sonuç çıkacak, ben Ak Parti´ye oy verirdim” diyor. Bunun karşılığı da yaklaşık 1,5 milyon oy demektir. Esasen de Ak Parti´ye 1 Kasım´da seçimi kazandıran MHP´den gelen bu ödünç oylardır.
(7 Haziran seçimlerinde MHP´nin toplam oyu 7,520,000 iken, 1 Kasım´da bu sayı 5,694,000´e düşüyor. Eksi fark MHP aleyhine 1,826,000.)
Bu tahlilleri biz buradan nasıl yapıyor isek, sayın Bahçeli ve parti kurmayları daha derinlemesine yapıyorlar.
Haliyle Başkanlık sisteminden MHP nasıl kazançlı çıkacak derseniz, yaptığımız değerlendirmeyi tamamlayalım.
Aynı gün yapılan bir seçimde, insanların ilçe belediyesinde bir partiye, büyükşehir belediyesinde başka bir partiye oy verdiğini son yerel seçimde net bir şekilde gördük.
Şimdi aynı gün yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimi ile Milletvekili genel seçiminde benzeri sonuçları göreceğiz. Varsayım olsa da referandumdan evet çıkması halinde, 2019 seçimlerinde Recep Tayyip Erdoğan´a çıkacak oylarla, Ak Parti´ye çıkacak oylar aynı olmayacak.
Milliyetçi Hareket oylar ilk defa önümüzdeki seçimde Erdoğan etkisinden arınmış olarak kendi partileri olan MHP´ye milletvekili seçimlerinde oylarını rahatlıkla kullanacaklardır. Şimdiden belki söylemek erken olsa da Milliyetçi Hareket oylar ilk kez önümüzdeki seçimlerde yüzde 20 bandına çok rahat ulaşacaktır. Böyle bir sonuçta mecburen bir Ak Parti-MHP koalisyonunu zorunlu kılacaktır. Cumhurbaşkanı her ne kadar bakanlarını kendisi tespit edecek olsa da, meclisteki iktidar olamayacak Ak Parti boşluğunu MHP ile doldurmakta zorunlu kalacaktır. Ben şahsen Sayın Bahçeli´nin başkan yardımcılığını kabul edeceğini sanmıyorum ama yeteri kadar MHP´li bakanda oluşacak kabinede yer alacaktır.
Ayrıca kıta Avrupa´da her geçen gün güçlenen aşırı sağ ve milliyetçilik akımının Türkiye´de etkisini beklemek fazla hayalcilik olmasa gerek. Sayın Bahçeli nereye kadar siyasette olur bilinmez ama çok uzak sayılmayacak bir dönemde önce muhafazakar -milliyetçi bir aday yerine, milliyetçi-muhafazakar bir başkan bu coğrafya için hiç de uzaklarda değil.
Şimdi CHP neden bu kadar karşı diyecek olursanız.
CHP, Cumhuriyetin ilk dönemleri haricinde tek başına iktidar olamamış bir parti. Sonrasında da dönem dönem koalisyonlar yoluyla da olsa hükümet ortağı olmuş veya kendisi önderliğinde koalisyonlar kurmuş. Ama Devletteki etkisi her dönemde hissedilmiş bir parti.
Şimdi bu yeni sistem hayata geçtiğinde, değil yakın bir dönemde, orta vadede dahi CHP´nin başkanlığı kazanması veya Meclisteki sayısı nedeni ile başkanlığı kazanacak partiye dayatabileceği bir durum görünmüyor. Uzunca bir süre için devlette ki muhtemel etkisini tamamen kaybetme durumu ile karşı karşıya. Haliyle de sayın Kılıçdaroğlu´nun belki de katılacağı son seçim.
Her bir seçimde muhalefetteki partinin başkanını değiştireceği yeni bir döneme giriyoruz. Siz olsanız kabullenir misiniz?