Bilindiği gibi otokrasiler tek kişinin hükmüyle yönetilen devlet şeklidir.

Burada:

Ülkede yapılanan her hareket tartışmasız, dizginleri elinde tutan otoriterin iki dudağının arasından çıkacak sözle yönlenir…

Demokrasilerde bu yetki, tek kişiden alınıp halka verilmiştir…

Halk bu yetkiyi, ya direk (Cumhurbaşkanı seçiminde ve referandumlarda olduğu gibi) ya da parlamenter sistemimizde görüldüğü şekliyle

Vekil tayin ederek kullanır…

Bunun içindir ki Mustafa Kemal Atatürk:

“HAKİMİYET KAYITSIZ ŞARTSIZ MİLLETİNDİR.” diye tarihe not düşmüştür.

Düşünür müsünüz?

Ulu önderimiz bu sözü, Altı Yüz Yıllık bir zaman dilimi içinde tebaa ruhuyla yaşamış, tek kişinin otoritesine alışmış; hiçbir zaman özgür yurttaş benliğini tatmamış insan topluluğuna söylüyor…

Bu o kadar kolay bir şey mi?

Nitekim:

Kısa ömrü içerisinde, bir tarafta “bitap” düşmüş ülkeyi imar ederken, öte tarafta da halkına, hakkını nasıl kullanacağını öğretmek için uğraşmış…

Bunun içinde:

İki kez çok partili sisteme geçme denemesine karşı; görmüş ki: Halk henüz daha o kıvama gelmemiş. Vazgeçmiş…

Vazgeçmesine geçmiş de:

Halkın seçme ve seçilme özgürlüğünü geliştirmek için ölünceye dek var gücüyle de çalışmış…

II. Dünya Harbi; savaşa girmemesine rağmen, en büyük zararı Türkiye’ye verdi. Savaş korkusuyla, ül-ke genelinde otoriteye dayalı alınan önlemler; filizlenmekte olan Türk demokrasisini çok yıprattı ve devrim atılımlarını yavaşlattı, yapılan köklü reformla-rı da erozyona uğrattı…

Dile kolay:

Yaklaşık Yedi yıla varan bir zaman diliminde Üç Milyonu aşkın askeri silah altında tutmak, onları beslemek, halkı aç bırakmamak, bir tarafta üretim azalırken, öte yanda harp ekonomisinin tetiklediği tü- ketimi kontrol altında tutabilmek, hiç kimsenin burnu kanamadan bu felaketi atlatabilmek…

Bu gün: O zamanki koşulları görmeden, bilmeden, devrin yöneticilerini halkın gözünden düşürme-ye çalışarak; onların sırtından oy kazanmayı hedef- leyen zamanımız beylerine, Allah biraz insaf versin; şakşakçılarına da tabii…

Neyse geçelim…

Bir ülkede, tüm özellikleriyle demokrasiyi yerleştirmek öyle kolay bir iş değil…

Hem de: Demokrasiyi, sadece sandıkta oy kullanma sanan toplumlarda çok daha zor bir zanaat; bizcileyin yani…

 Özü demokrasi olan bir devletin olmazsa olmazı, şu üç temel direktir:

 Bunlar:

 Kuvvetler ayrımı dediğimiz; Yasama-Yürütme- Yargıdır.

 Bu Üç temel öğe, birbirlerinin yapılanmasında rol almalarına rağmen, kendi sınırlarında tam bağımsızdır. Biri diğerini hükmü altına alamaz…

Örneğin:

Yürütme (Hükümet) talep eder, yasama (Millet Meclisi) kanun yapar, yargı da millet adına yasanın işlerliğini denetler ve kontrol eder.  

Bir iktidar: Elde ettiği oy çokluğundan doğan hükmünü, kuvvetler ayrımı ilkesini hiçe sayarak sürdürüyorsa, o rejimin adı ve işleyişi demokrasi değil, keyfiyeti hakim kılan “Otokrasi” bir devlet şeklidir…

 III Napolyon’u tanır mısınız?

 Hani şu Fransa’nın ilk Cumhurbaşkanı…

 1850’li yılların başında Cumhurbaşkanıdır. O zamanlar orada başkanlık süresi dört yıldır. İkinci kez aday olamamak kuralı vardır. Başkanlığının 3. yılın-da, işçi ve çiftçi eylemlerinden bunalan Fransız Burjuvası ve Finans kurumlarının da desteğini alarak halk oylamasıyla imparator olur…

(Yaşadığımız şu günlerin Türkiye’sine nasıl da benziyor değil mi?...)

 Her olayın bir başlangıcı bir de sonu olacağı gibi; 1870 de giriştiği Prusya Savaşı sonucu, esir düşerek imparatorluğunu noktalamıştır…

Bu gün Fransa 3. Cumhuriyetini yaşamaktadır…

Görüleceği gibi:

Örnek aldığımız Fransa’da bile demokrasi; “el-ma şekeri” olmayıp, uzun uğraşların sonucu ancak rayına oturabilmiştir… Belki daha çok eksiği de vardır; kim bilir…

Ülkemizde demokrasi ise: Henüz, sokaklara ve caddelere çöp atmakla, sandığa oy atmanın hiç farkı olmadığı evresindedir…

Bilmem anlatabildim mi?