1- Bizans ve Müslüman Araplar Arasında Kurulan İlişkiler (610-1258) Değerli okuyucum! Konumuzla ilgisinden dolayı Hz.Peygamber (s.a.s.) den nakledeceğim şu üç Hadis-i Şerifi’n anlam ve mesajlarını sizler ile paylaşarak bu Cuma sohbetime başla-mak istiyorum. Hz.Peygamber (s.a.s.) diyor ki: a ) İlim , Çin’de de olsa o uzak beldeye gidiniz! Oradaki bilgi kaynağından yararlanınız! İslam ve insanlık adına alacağınız bu bilgileri mutlaka değerlendiriniz ! b) Gerçek şu ki: Bilim ve hikmet, Mü’min ve Müslüman kişinin yitik malıdır; bu nedenle o, yitik malını kimin yanında ve de elinde bulursa alsın ; ardından da insan oğlunun bu ortak değerine sa- hip çıksın! c) İstanbul, İslam adına, mutlaka fetih olunacaktır; bu fethi yapacak ordunun komutanı, Hak katın-da ne kadar saygın ve de ne kadar seçkin bir ko- mutandır; söz konusu bu fetih ordusunu oluşturan askerler de yine Hak katında ne kadar ulvî ve ne kadar yüksek derecelerde ağırlanmaya layık seçkin mutlu kişilerdir. Türkçe tercümesini yorumlayarak verdiğim iş bu Hadis-i Şeriflerde Hz. Peygamber, İslam adına Müslümanlara, tabir caizse, İslam’ın öngördüğü iki “kızıl elmayı” hedef olarak göstermiştir. Bunlardan ilki, ilmin kaynağı ne kadar uzakta ve derinde olursa olsun hiç bir şart ileri sürülmeden-ölüm bahasına bile olsa– o kaynağa gidilecektir ve o kaynağı elinde tutan kişinin cinsi-ne, cibilliyetine ve de dini inancına bakılmaksızın o bilgi alınacaktır. Zira bilgi ve hikmet, her Müslüman kişinin yitik malıdır; kimin elinde görülürse görülsün -İslam adı-na - o hikmetin alınması öngörülmüştür. Zira Hikmet ve bilgi, İnsanlığın ortak malıdır; onun ne dini ve ne de ırkı vardır. İlim ve hikmet, hayra da şerre de kullanıla-bilir . O, tıpkı “dilimiz” gibidir. Hatırlayacağınız üzere; “dilimiz ”, bizim için hem zikir ve hem de küfür aletidir. Kullanılmaya bağlı olarak bizleri, Cennete de cehen-neme de götürebilir. İstanbul’un fethine gelince; Hz. Peygamber (s.a.v.s.) in yaptığı bütün savaşlar aslında savunma ve İslam’ın tebliği amacına yönelik savaşlardır. Hz. Peygamberin gerçekleştirdiği savaşların hiç birinde istîlâ ve başkalarının yaşam hakkını gasp etme amacı güdülmemiştir. Şu kadar var ki İstanbul’un Müslümanlar tarafından İslam adına mutlaka alınması önerilmiş ve Hadis-i Şerif meâlinde görüldüğü üzere; bu fethi gerçekleştirerek olan ordu ve bu ordunun komutanı, asırlar öncesinden, Hz. Peygamber tarafından tebcîl ve de tebrik edilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.s.) in, İstanbul’un fethiyle ilgili bu Hadis-i Şerîfi üzerinde dikkatle durulmalıdır. Zira “İstanbul”, Hz. Peygamber tarafından “İs- lam’ın kızıl elması” olarak belirlenmiştir. Yaşanan tarihsel süreç içinde bu amaç doğrultusunda yapılmış olan bütün mücadeleler, mutlaka hatırlanmalıdır ki işte bendeniz de bu hatırlatmayı yapmak üzere; aşağıdaki bilgileri siz aziz okuyucularımla paylaşmak istiyorum . Şöyle ki : Milattan sonra 395 yılında ikiye ayrılan Roma imparatorluğu, ardından Roma merkezli Batı Roma İmparatorluğu kurulurken İstanbul merkezli olarak da Doğu Roma İmparatorluğu kurulmuştur. Doğu Roma İmparatorluğu’nun kurucusu İmparator Kostantin, pağanizm inancını terk ederek Hıristiyanlığı benimseyin-ce çok geçmeden Doğu Roma İmparatorluğu “Bi- zans” adını almış ve Ortadoks Hıristiyanlığınıın merkezi olmuştur. Diğer yandan Bizans imparatorluğu’nun hâkimiyet sınırları, çok geçmeden Anadolu, Suriye, Filistin, Mısır ve Habeşistan coğrafyalarını içine almış; hatta Yemen coğrafyası da İran Sâsânî İmparatorluğu ile Bizans İmparatorluğu arasında zaman zaman aralarında el değiştirmiştir . İşte böyle bir ortamda milattan sonra 571 yılında Arap Yarım Adası’nın Hicaz Bölgesi’nde yer alan Mekke Şehri’nde son peyğamber Hz. Muhammed (s.a.v.s.) , dünyaya gelmiştir. Hz. Muhammed’in dünyaya geldiği 571 yılında Bizans’a bağlı Habeş Kralı’nın Yemen coğrafyasındaki ünlü komutanı Ebrehe, Yemen coğrafyasının merkezi Sana şehrinde görkemli bir kilise inşa ettirerek bütün Arap Yarım Adası’nda göçebe olarak yaşayan putperest Arap kabilelerini Sana’ da inşa ettirmiş olduğu bu görkemli kilise etrafında birleştirmek ve de onları Hıristiyanlaştırmak istemiştir. Bunu sağlamak için de putperest Arapların putlarını muhafaza etmekte oldukları Mekke’deki “tek tanrı inancının sem- bol binası olan Ka’be”yi yıkmaya karar vermiştir. Bunun için de fillerle destekli o günün şartlarına göre büyük ve güçlü bir ordu ile Mekke üzerine yürümüştür. Günümüzdeki coğrafî pozisyonu itibariyle Arafat yöresinde “Müzdelife” ile “Mînâ” arasında yar alan “Vâdi-i Muhassar”a gelindiğinde Kur’ân-ı Kerîm’de ve “Fil Sûresi”nde kısaca tasviri yapıldığı şekilde “ebâbîl-kuşları ” ile sembolize edilen güdümlü mermiler kullanılarak o çağın en güçlü ordusu ve en ünlü komu-tanı Ebrehe, Yüce Allah tarafından yok edilmiştir. Böylece; tarihî süreç içinde Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail tarafından tek tanrı inancının âbidesi olarak inşa edilmiş olan Kabe-i Muazzama’nın 571 yılında Ebrehe ordusu tarfından yıkılmaya teşebbüs edilmesi sonucu olarak Bizans ve Müslüman Arap ilişkileri başlamıştır. Daha sonraki yıllarda değişik boyutlarda gelişen bu ilişkiler, 629 yılında Hz. Peygamber (s.a.v.s.) in, Bizans İmparatorluğunun himayesinde yaşayan Arap kökenli Suriyeli Gassan Beyliği’ne gönderdiği elçinin öldürülme-si üzerine; Şam civarında “Mûta” adı verilen yerde, Bizans Kralı Herakliyus’un yüz bin kişilik ordusuna karşı yapılan savaş ile devam etmiştir. Bu savaşta üç bin kişilik İslam ordusu’nun -öncelikle- komutanları durumun-da olan Zeyd bin Harise, Cafer bin Ebu Tâlip ve Ab- dullah bin Revâha şehid düşünce ordunun yönetimini eline alan Halid bin Velid, başarılı bir geri çekilme muharebesi yaparak İslam ordusunun, yüz bin kişilik Bizans ordusu tarafından top yekûn imha edilmesinin önüne geçmiştir . Aynı yıl içinde Bizans İmparatorluğu-na karşı “Tebük seferi” de düzenlenerek Bizans İmparatorluğu karşısında bundan böyle bu coğrafyada bir İslam ordusunun da bulunduğu ve bu askerî gücün de dikkate alınmasının gerektiği Bizans imparatoruna hatırlatılmıştır . Hz. Peygamber (s.a.v.s.)in vefatından önce 632 yılında bizzat Hz. Peygamber tarafından hazırlanmasına rağmen onun vefatı nedeniyle gönderilemeyen “Hüsâ-me Ordusu”, Hz. Peygamberin irtihalinden sonra devlet reisi olan Hz. Ebu Bekir tarafından “Hüsâme bin Zeyd ” komutasında hazırlanmış olan bu ordu, Suriye’ ye gönderilmiştir. Hiç şüphesiz bu askerî harekâtın amacı da “Tebük Seferi” nin amacıyla aynıdır. Bu nedenle Hz. Ebu Bekir’in hilafet döneminde ve 634 yılın-da Suriye coğrafyasında “ Yermuk”ta yapılan başarılı bir mücadele sonrasında kazanılan zafer ile Bizans İmparatorluğunun saldırıları geriletilmiş ve ardından da Müslümanlara hem Şam, hem Anadolu, hem Filistin ve hem de Mısır’ın yolunu açılmıştır. İslam’ın yüceliğini göstermek; son ilâhî mesajları, Anadolu coğrafyasında yaşamakta olan insanlara ulaştırmak ve gönül rızasına dayalı olarak bu ilâhî mesajları onlarla paylaşmak için 669 yılında İstanbul’un kuşatılması için yapılan ilk teşebbüsten itibaren Fatih Sultan Mehmet tarafından İstanbul’un fetih edildiği 29 Mayıs 1453 yılına kadar kesintisiz 781 sene boyunca Müslümanlar tarafından Hz. peygamberin göstermiş olduğu söz konusu “kızıl-elma hedefine” ulaşmak için Anadolu’da amansız bir mücadele verilmiştir İstanbul’ da medfûn “Eyüp Sultan” lakabı ile meşhur Halid bin Zeyd ile 33 sahabenin hatıra mezarı, yapılan bu müca- delelerin somut birer delilidir. İznik’te ve Sivas’ta hâtıra mezarı bulunan Abdülvehhâb Hazretleri ile Eskişehir-Seyyidgazi ilçesinde hatıra mezarı bulunan ve halk arasında “Battal gazi” lakabı ile anılan Abdullah Er- Rûmî Hazretleri, Erzurum’da hatıra mezarı bulunan Abdurrahman Gazi Hazretleri ve nihayet Diyarbakır’ da gömülü olan onlarca sahabe mezarı, evet bütün bunlar, tarihî süreç içinde meydana gelen ve de Bizans- Müslüman Arap ilişkilerine ışık tutan somut tarihsel verilerdir. 2- Tarihte Türkler ve Orta Asya’dan Anadolu’ya Yöneliş : Bilindiği üzere; Türklerin ata yurdu, günümüzde Moğolistan sınırları içinde kalan Altay dağlarının doğusun-da yer alan Ergenekon Vadisi’dir. Bu vadinin ortasında Hun ve Göktürk devleti’nin başkenti “Ötüken ” şehri ile Moğol imparatorluğunun başkenti “Kara Kurum” şe- hirleri yer almaktadır. Vadiyi sulayan Orhun Irmağı, Balkaş Gölü’ne dökülürken Selenga Irmağı da Yenisey Nehri’ne bağlanmıştır. Hem Türkler ve hem de Moğollar, Ergenekon Vâdisi’ne kutsal bir vadi gözü ile bakmışlardır. Onların inancına göre bu vadiye sahip olanlar, bütün Türk kavimlerine hâkim olma yetki ve gücüne sahip olacaktır. Bu nedenle söz konusu coğrafyada ilk defa Milattan önce üçüncü asırda kurulmuş olan Hun İmparatorluğu’nun kurcusu Mete Han, bu yöreyi, Türklerin ata-yur-du olarak kabullenmiştir. Bazı tarihçilere göre Hun İm- paratorluğunun kurucusu Mete Han, Oğuz Han olarak kabullenilmiştir. Mete Han, Milattan önce 209 yılında babası Teoman’ın elinden yönetimi almış ve 35 yıl için-de devleti , imparatorluk haline getirmiştir. ( M.Ö. 220 - M.S. 543) yılları arasında geniş bir coğrafyada hüküm- ran olan Hun İmparatorluğu’nun en ünlü hükümdarı, Roma’ya kadar Avrupayı istilâ eden Atilla olmuştur. Daha sonra ki asırlarda bu coğrafyaya Göktürkler (M.S. 552- M.S. 745); Uygurla (M.S. 745-M.S. 845) ve Kırgızlar ( M.S. 845- M.S. 940) da hakim olmuşlardır. Ancak Moğol asıllı Karahitaylar, Milattan sonra 940 yılında Türk ata yurduna hâkim olunca Ergenekon Vadis’inde yer alan Karakurum şehrini başkent yapmışlar- dır ki bunların en büyük hükümdarı, Cengiz Han’dır. Çin, Orta Asya, Azerbeycan, İran, Irak, Suriye ve Anadolu coğrafyaları üzerinde güçlü bir hâkimiyet tesis eden Moğollar, M.Sonra 1368 yılına değin sözü edilen coğrafyalarda tam 428 sene hâimiyetlerini sürdürmüşlerdir. 940 yılından itibaren Ergenekon Vadisi’nde Moğol hakimiyeti başlayınca başta Kırgızlar, Oğuzlar Uyğurlar ve Karluklar, Ergenekon vadisini terk etmişler; Tanrın dağlarını aşarak Batı Türkistan’a göç etmişlerdir. (M.Ö.II. yy. -M.S. 940) yılları arasında Altay dağlarının kuzeydoğusunda göçebe olarak yaşayan Oğuzlar, bu coğrafyada kurulmuş olan, Hun, Göktürk, uyğur ve Kırgız devletlerinin –daima- kurucu ortağı olmuşlardır ise ler de zaman zaman ortak oldukları siyasî otoriteye kar-şı isyandan da geri kalmamışlardır. Nihayet M.S. 940 yılında Moğol kökenli Karahitaylar, Ergenekon Vadisi’ndeki Kırgız, Uygur ve Oğuz hakimiyetine son verince Kırgızlar, Uyğular, Karluklar ve Oğuzlar, Tanrı dağlarını aşarak batıya göç etmişler ; Kırgızlar ve Karluklar, Batı Türkistan’ın güney doğusun-da yer alan yörelere yerleşerek kendilerine yurt edinirken yapğulu oğuzlar ise Ara Gölü çevresine yerleşmiş- lerdir . Tanrı dağlarından doğan Sıriderya Irmağı Batı Türkistan coğrafyasını sulayarak kuzey batıya doğru akıp Aral Gölü’ne dökülürken Himalya dağlarından doğan Amuderya Irmağı da tıpkı Sıriderya Irmağı gibi Batı Türkistanı sulayarak ve kuzey batıya doğru akarak o da Aral Gölü’ne dökülmektedir.Müslüman coğrafyacılar, bu iki ırmak arasında kalan geniş coğrafyaya “ Mâverâünnehir ”, adını vermişlerdir. Genel hatları ile ifade olunacak olur ise yeni oğuz yurdu, işte bu coğrafyadır. Bu coğrafyanın batısında Hazar Denizi, kuzeyinde Aral Gölü, doğusunda Tanrı dağları güneyinde ise İslamı kabul etmiş ve de yerleşik düzene geçmiş değişik topluluklar yer almıştır ki buradaki yerleşim yerleri, Cit , Gürgenç , Baratiğin, isfîcab ve Buhara gibi şehirlerdir.Yapğulu oğuzlar, milattan son-ra 940 yıllarında yeni yurtlarına yerleşince, aşamalı olarak, yerleşikdüzene geçmeye başlamışlar ve Şaman dinin de terk ederek İslam’ı benimsemeye başlamış- lardır. Meydana gelen bu sosyolojik oluşumun tabiî neti-cesi olarak da 10’ncu ve 11 ’ nci asırlarda yeniyurtlarında Cend , Yengi-kent, Süt-kent,Yâr-kent , Öz-kent ve Taş-kent gibi şehirler kurmuş- lardır. Sosyolojik bir değişim geçiren Oğuzlar,yerleşik düzene geçip İslamı benimserken göçebe hayatı tercih ederek Şamanizmi benimsemekte israr eden diğer oğuzlar arasında çok kanlı mücadeleler, vuku bulmuştur . İslamı kabul eden Oğuzlar, aşağılanmış ve “Türkü-İman = Türkmen” ve “Yatuk” denilerek onlarla alay edilmiştir. İşte bu dönemde oğuz boylarından Kınık boyu’na bağlı Selçuklu-lar, devreye girmiştir. Hatırlanacağı üzere; 24 oğuz bo- yundan 12’si , Oğuz Han’ın Günhan - Ayhan ve Yıldızhan isimli oğullarına nisbet edilerek “Bozoklar ” diye anılmış ve “ Bozoklara” bağlı boylar, şöyle sıralanmıştır: Kayılar – Bayatlar – Alkaevliler – Karaevliler –Yazırlar – Dodurgalılar –Döğerler -Yaparlar-Beğdiller - Kızıklar ve Karkınlar. 24 Oğuz boyundan diğer 12’si ise Oğuz Han’ın Gök Han -Dağ Han ve Deniz Han isimli oğullarına nisbet edilerek “Üçoklar” diye anılmış ve “Üçoklar”a bağlı boylar da şöyle sıralanmıştır : Bayındırlar – Peçenekler – Çavuldurlar – Çepniler – Salgurlar – Eymürler - Alayuntlular-Yüreğirler – İğdirler – Büğdüzler - Yıvalar ve Kınıklar . Açıkça görülüyor ki yapğulu =bağımlı bir yönetim altında göçebe bir hayat süren Oğuz boylarından Kınık boyuna mensup Selçukluklar, öncelikle, yeni yurtlarında yerleşik düzene geçmişler ve de Şamanizmi terk ederek İslam dinini kabullenmişlerdir. Yeni Türk yurdunda kurulan ilk İslam devletine gelince; hatırlanacağı üzere eski ata yurdu Moğolların hakimiyetine geçince Kırğızlar,Uyğurlar ve oğuzlar ile birlikte Karluk Türkleri de Ergene- kon Vadisi’ni tekederek batıya göçmüşler ve Tanrı dağlarının batısında - bir diğer ifadeyle - Batı Tğrkistan’ın kuzey doğusunda kendilerine yeni bir yurt edinmişlerdir. Karluklar da Oğuzlar gibi hem yerkleşik düzene geçmişler ; Karaordu - Taraz - Balasağun ve Kaşğar gibi şehirleri kurmuşlardır. Karluk Türklerinden Kül Bilge Kadirhan, “Bozkırlar-Hâkimi” ünvanı ile ilk defa M.S. 840 yılında Karahanlı Devleti’ni (840-1212) kurmuştur. Karluk Türkleri de Selçuklular gibi Şamanizmi terk ederek İslam’ı , benimsemişlerdir. Karahanlıların üçüncü hükümdarı olan Satuk Buğrâ Han, Nüslüman olarak Abdülkadir adını alırken oğlu Baytaş da Musa adını almıştır. Bu arada Halaç Türklerinden Alp Tiğin, İran coğrfayasında kurulu Samanoğulları devletinin hükümdarı Mansuru, devre dışı bırakarak 963 yılında Gazneli (863-1187) devletini kurmuştur. Ardından onun ünlü komutanı Sebük Tekin devlete hakim olmuştur. Gaznelilerin en büyük hükümdarı, Sultan Mahmut’ tur. Baş şehirleri, Horasan yöresinde yer alan Belh şehridir. Gazneli Mahmud, Karahanlılar ile iş birliği yaparak Mâverâünnehir yöresinde-yerleşik düzene geçme konusunda aralarında çetin mücadeleler vuku bulan yapğulu oğuzlara karşı amansız bir mücadeleye girişmişler ve oğuz boylarından Kınık boyuna mensup Selçuklulara, Horasan coğrafyasında yurt edinme imkanı vermemişlerdir. Bu nedenle Gazneli hükümdarı Sultan Mahmut, Selçukluların lideri Aslan =İsrâil yapğuyu ve oğlu Kutalmış’ı yakalayarak Hindistan’daki bir kaleye hapsttirmiş ve Selçukluları başsız bırakmıştır. Sultan Mahmud’ün ölümünden sonra onun yerine geçen oğlu Sultan Mesud da Horasan coğrafyasında yurt edinmeye çalışan Selçukluları, toptan imha etmeye kalkınca Selçuk Yapğu’nun torunlarından Tuğrul ve kardeşi Çağrı beyler, Horasan coğrafyası’nın doğu bölgesinde yer alan Karakum Çölü’ne sığınarak kendile-rine bağlı yapğulu oğuzları burada toplamaya çalışmış- lardır . Bu arada Çağrı Bey, 3000 kişilik bir kuvvet ile sığındıkları Karakum Çölünden çıkmış; batıya yönelerek yeni bir yerleşim yeri bulmak için Âzerbeycan ve Do-ğu Anadolu coğrafyasına yönelmiştir. Çağrı Bey, üç yıl süren bu keşif ve yeni yurt belirleme harekâtı esnasında Doğu Anadolu’ da Van Gölü çevresinde kurulu bulunan Vaspuragen Ermeni Krallığı ile savaşa girmiş; bu harekât sonrasında bol ganimetler elde ederek tekrar Horasan coğrafyasına geri dönmüş ve ağabeysi Tuğrul Bey ile buluşmuştur. Karakum Çölü’nün derinliklerinde Tuğrul Bey’in yönetiminde üç yıl geçiren yapğulu oğuzlar kendilerini toparlamışlar; Çağrı Bey’in, Âzerbeycan ve Doğu Ana- dolu coğrafyası üzerinde yapmış olduğu keşif harekatı sonrasında elde ettiği ganimetler ile Karakurum Çölü’ne sığınmış olan ağabeysi Tuğrul Bey’in yanına dönünce yapgulu oğuzların ekonomik yaşamları düzelmiş ve savaş güçleri artmıştır. Bu nedenle Gazneli hükümdarı Sultan Mesud’un büyük bir ordu hazırlayarak yapğulu oğuzlara mensup Selçukîlere son darbeyi vurmak üzere; Dandanakan adı verilen yerde yapılan ölüm-kalım savaşında Sultan Mesud ,mağlup ol-muş. Kazanılan bu zafer sonrasında Tuğrul Bey ile kardeşi Çağrı Bey tarafından 1040 yılında Horasan coğrafyasında Rey ve Merv şehirleri merkez yapılarak (1040 -1158) yılları arasında hükümrân olan Büyük Selçuklu Devleti kurulmuştur. 3- Malazgirt Savaşı Öncesinde ve Sonrasında Türkler: Yapğulu oğuzların lideri Aslan Yapğu’nun torunlarından Tuğrul ve Çağrı beylerin Gazneli Sultan Mesud’a karşı kazandıkları Dandakan Savaşı’ndan sonra 1040 yılında Horasan coğrafyasında kurulmuş olan Büyük Selçuklu devleti, ilk üç hükümdarı olan Tuğrul Bey , kuzeni Alpaslan ve onun oğlu Melikşah devirlerinde en parlak dönemini ve de altın çağını yaşamıştır. Bu üç Selçuk hükümdarının devlete hakim olduğu zaman Büyük Selçuklu devleti, başta İran coğrafyası olmak üzere; Irak – Suriye – Filistin – Anadolu - Âzerbeycan – Mâverâünnehir ve Türkistan coğrafyalarına hakim -ol-muştur . Ancak Türk toplumundaki feodal yapı gereği, çok geçmeden, Büyük Selçuklu devleti: Kirmanşah Selçukluları - Irak Selçukluları - Suriye Selçukluları ve Anadolu Selçukluları… gibi küçük küçük devletçiklere ayrıl- mıştır. Bununla birlikte Büyük Selçuklular (1040-1158) devrinde sözü edilen coğrafyalarda Türk –cihan mefkûresi açısından, sosyal ve ekonomik alanlarda son derece önemli gelişmeler olmuştur. Bunlar, satır başları halinde şöyle sıralanabilir: 1) 940 yılında Ergenekon Vadisi’nde ve eski ata yurdunda Karakurum merkezli olarak kurulmuş bulunan pağanist Moğol İmparatorluğu, batıya doğru hızla korkunç bir istilâ hareketi gerçekleştirmiş olduğu için-başta yapğulu oğuz boyları olmak üzere- göçebe yaşayan tüm Türk boyları, sosyal bir deprem yaşamışlar ve ata yurtlarını terk etmişler ve Tanrı dağlarını aşarak batıya göç etmeye mecbur kalmışlardır. Yapılan bu göç sonra-sında İran, Azerbeycan, Irak, Suriye, Filistin ve Anado-lu coğrafyaları, kitlesel göç dalgalarına maruz kalmıştır. Büyük kitlesel dalgalar halinde batıya yönelen gelen bu göçmenlere, yeni yerleşim alanları bulmak, yerleştirmek ve sosyal yapıyı dengelemek, Büyük Selçuklu hükümdarları için çözümü en önemli sosyal bir problem olmuştur. 2) Bağdat merkezli Abbasî halifeliği(750-1250) de vukuu muhtemel Moğol istilâsından büyük endişe duyduğu için Selçuklu hükümdarı Tuğrul Bey ile irtibat kurmuş; İslam halifesi sıfatıyla Tuğrul Bey’e bir menşûr göndererek ona “sultan” ünvanı vermiştir. İlişkileri da-ha da ileri taşıyarak, Tuğrul Beyi damat edinmiştir. Buna karşın Büyük Selçuklu hükümdarı Tuğrul Bey de kardeşi Çağrı Bey’in kızını Abbasî halifesi’ne vererek aralarında karşılıklı olarak sıhriyete dayalı bir akrabalık bağı kurulmuştur. Kurulan bu sıhriyet bağının tabiî sonucu olarak Selçuk hükümdarı Sultan Tuğrul Bey, Bağdat merkezli Abbasî halifeliğini, rakîbi olan Mısır merkezli Şiî Fâtımî halifeliğine karşı korumayı üstlenmiştir. Bu amaçla Bağdat yakınında, Türk –ordugâh şehri olarak- Samarra şehri, kurulmuştur. 3) Mısır merkezli Şiî Fâtımî halifeliğini destekleyen ve Suriye coğrafyasında “Alamut Kalesi”ne yerleşmiş bulunan Hasan-ı Sebbâh liderliğindeki gizli batınî teşkilatına karşı kararlı bir mücadele ortaya konmuş; bu konuda silahlı mücadele yapılırken kültürel bir mücadele olarak da Alpaslan’ın veziri Nizamülmülk tarafından Bağgat’ da “Nizâmiye Medreseleri” kurul- muştur. 4) Anadolu Coğrafyasını hedef alan göçmen akınları, 1071 Malazgirt Zaferi’nin kazanılmasına kadar geçici olarak yapılmış ise de, 26 Ağustos 1071’de gerçek- leşen Malazgirt Meydan Savaşı’ndan sonra Anadolu coğrafyasına gelen göçmenler, Anadolu coğrafyasına kesin olarak yerleşmeye başlamışlar ve bir daha geriye dönmemişlerdir. 5) Malazgirt Savaşın’dan sonra Alpaslan, Bizans imparatoru Romen Diyojen ile bir sulh antlaşması imzala-mıştır. Ancak imparator, daha İstanbul’a dönmeden, rakipleri tarafından yolda ortadan kaldırılınca yapılan “sulh-antlaşması”, geçersiz hale geldiğinden Alpaslan, komutanlarını toplayarak Anadolu’nun kesin olarak işğal edilmesi konusunda onlara şu talimatı vermiştir: