99 Yıl evvel; Yani 18 Mart 1915’de Çanakkale Savaşlarında boğazdan geçmenin olanaksız olduğu tüm dünyaya kanıtlanmıştı. Tabii ondan sonra şanslarını karadan denemeye kalktılar… O zamanda karşılarında yine Mehmet’i Mehmetleri buldular… Hem uzun hem de çetin geçen bu savaş, dünya savunma savaşlarına örnek gösterilen ve ders olarak okutulan ender muharebelerden birisidir. Hem düşmanın hem de bizim kaybımız, Beş Yüz Binin üzerindedir. Yaralı, esir, firar ve kayıplarla birlikte Altmış Bine yaklaşan şehidimizle, toplamı İki Yüz Elli Binden fazla insan kaybımız olmuştur. Bu şehit ve kayıpların pek çoğu, kara savaşlarında verilmiş olup deniz savaşlarındaki toplam kaybımız Üç Yüzü geçmez. Osmanlı Mülkü genelinde, en fazla şehit veren illerin başında Bursa gelmektedir. İnegöl deki Çanakkale anıtında yazılı olan şehit şeref listesinde de görüleceği gibi şehrimizin ataları vatan uğruna kanlarını akıtmakta ve canlarını vermekte ön sıralardadır. Çanakkale Savaşları denince, ilk akla gelen ve çoğunlukla zafer günü olarak her yıl kutladığımız 18 Mart’tır. Oysa: 18 Mart’tan sonra, düşman boğazlardan geçeme- yeceğini anlayıp; Gelibolu Yarım Adasının Güneyine var gücüyle saldırmıştır. 1916 yılının Ocak ayında; gemisiyle, topuyla, askeriyle mağlubiyeti kabul edip, Türk toprak ve sahillerinden kaçarcasına terk edinceye kadar yapılan savaşlardan geri kalan: Her iki taraf için Yüz Binlerce ölü ve yaralı askerdir… Kara Savaşlarının Özellikle 1915 yılının Eylül ayına kadarki bölümünün her anı unutulmaz kahramanlık destanlarıyla doludur. Bu kısa bilgiden sonra konumuza döneyim. 18 Mart 1915 Günü ne olmuştur? Düşman, boğazı yarıp, Marmara Denizine ve dolayısıyla İstanbul’u almak sevdasıyla tüm gücünü toplanıp saldırıya geçer. Gemiler sahil bataryalarının menzili içine girince kıyamet kopar; Türk topçusunun kıt olanaklara rağmen isabetli atışlarıyla üç, dört tanesi denizin dibini boylarken bir-iki kravözör de mayınlara çarparak sa- vaş dışı kalır. Bu ara Bouvet atlı Fransız zırhlısı öne çıkarak ilerler, boğazı yarmak üzeredir. Tam bu sıra: Vinci tahrip olmuş henüz topu faal durumda olan son tapyaların birinde ismini tarihe altın harflerle yazdıran, azim ve inanç örneği SEYİT ONBAŞI sahneye çıkar; 260 Okkalık mermiyi sırtlar, top namlusuna sürer ve Ya Allah… Kahramanlık taslayan Bouvet’in dümeni tam isabet; kontroldan çıkan zırhlı, Nusrat Mayın Gemimizce dökülen mayınlara çarparak, tekmil mürettebatıyla denizin dibini boylar. Çanakkale Deniz Savaşları o an bitmiş, düşman güçleri Boğazların geçilemeyeceğini anlayarak gerilere çekilmiştir… Yıllar sonra: Bir gezi için Edremit dolaylarında bulunan Atatürk’ün aklına Seyit Onbaşı gelir, aratır ve bulunarak huzuruna çıkartılır. Hal, hatırdan sonra: “Görünüşe göre bakılırsa, durumunun iyi herhalde.” diyen Atatürk’e, Onbaşı Seyit: Sıkılarak gerçeği söyler; üstündeki elbise, kaymakamın ikinci yedek elbisesidir ve kendisi geçimini dağda odun keserek sağlamaktadır. Duruma üzülen Atatürk, hemen orada maiyetine: Tüm gazilere maaş bağlanması talimatını verir. Onbaşı Seyit: “Kabul etmem paşam, ben böyle bir parayı hak etmedim, saçı bitmemiş yetimin hakkını kullanamam” dese de: Elbette Atatürk’ün emri yerine gelir. Ama: 1939 yılında Onbaşı Seyit, Allah’ın Rahmetine kavuştuktan sonra; İş Bankası açıklar ki: Seyit Onbaşı kendi adına devletin bağladığı maaşın bir kuruşuna dahi dokunmamıştır. Başka bir Anekdot: Rahmetli Erdal İnönü Amerika’da eğitimdedir. Mevsim sonu ucuzluktan beğendiği yakası kürklü bir paltoyu almak istemektedir. Ederi 2600 Dolar civarındadır. Satıcıya “Onu ayırmasını birkaç hafta sonra gelip alacağını” söyler. Durumu annesine mektupta belirterek para ister. İkiüç hafta sonra; Cumhurbaşkanı olan babası İsmet İnönü’den gelen mektupta: “Sevgili Erdalcığım, annene gönderdiğin mektubu okudum. İstediğin o para çok fazla, biz onu şu an bulup gönderemeyiz. Satıcıya giderek almaktan vaz geçtiğini söyle. Gözlerinden öperim” Baban İsmet. De buyurun buradan yakın! Koskoca Cumhurbaşkanı; zengince bir arkadaş edinip de! Amerika’da okuyan bir oğluna bir paltocuk aldıramamış… Hey yavrum hey! Bu Türkiye Cumhuriyetinin temelinde, alın teri ve harcı bulunan, erbaşından Cumhurbaşkanına kadar insanların yurt ve devlet sorumluluğunu bir tarafa koyun: Bir de şimdikileri… Her türlü muameleye eyvallah da: Yüce Allah’ı; çıkarlarına araç olarak kullanıp, gerçekten saf ve inançlı insanları kandırmıyorlar mı? “Abdestimden, namazımdan asla şüphem yok” deyip; saçı bitmemiş yetimlerin hakkını hebellezi, cepellizi yapmıyorlar mı? Ve bunların şahsında güzelim İslam Dini yara almıyor mu? İşte! Ben buna kahroluyorum