Ağı Dağı’nın Tepesinden İnegöl’e sallanırken, gözlerim bulut kümesinden başka bir şey göremiyordu…

Ağı Dağı’nın Tepesinden İnegöl’e sallanırken, gözlerim bulut kümesinden başka bir şey göremiyordu…
Kurşunlu düzüne inince anladım İnegöl’ün göl olmadığını…
Üç dereden geçip şehre girerken, tanıtım tabelasında nüfus, 26 bin kusur diye yazıyordu…
26 Bin nüfusu şimdilere bakıp sakın az görmeyin; o yıllarda da Anadolu’daki birçok ilden yine öndeydi…
Şehrin içindeki ulaşım yolları taş döşenmiş Arnavut kaldırımıydı. Belediye Başkanı Rahmetli Ahmet Akyollu’nun lakabı henüz Beton Ahmet’e çıkmamıştı…
Örneğin:
Atatürk Bulvarının zemini boydan boya betonla kaplıdır. Buna bağlı olarak bazı önemli sokakları da betonlayarak halkın hizmetine sunmuştu da, halk arasında ismi Beton Ahmet’e çıkmıştı…
O tarihte yaşı Ellinin üstünde olanlardan bu gün kaç kişi hayattadır bilemem; saymaya kalksak, hele erkeklerden On kişi kalmış mıdır acaba…
Ara sıra Vehbi Demiröz Ağabeyi görüyorum; giyimi, kuşamıyla örnek bir Cumhuriyet abidesi… Allah sağlıklı uzun ömür versin. 
Zaman, zaman mezarlıkları dolaşırım; gözlerim mezar taşlarında gezinir…
Okurum orada kimin yattığını… Hey Allah’ım hey!
Kimler yaşamış, kimler gelmiş geçmiş bu alemden; bazıları bizzat gördüğüm, oturup yiyip içtiğim, karşılıklı sohbet ettiğim, bir çoğunu gıyaben tanıdığım,uzaktan da olsa şöhretini duyduğum insanlar…
Zenginliği dillerde dolaşanlar…
Makam sahibi olmuş çelebiler…
Zorbalığı hüner saymış haytalar…
Geçimini alın terine bağlamış emekçiler…
Ömrünü insanlığın hizmetine adamış hümanistler…
Abdestsiz yere basmaktan çekinen, karıncayı ezmekten korkan inanmışlar…
Ve…
Gözleri hep aç kalan, hırsı kural ve sınır tanımayan insancıklar, doyumsuzlar…
Hepsi toplanmışlar bir yere; dar bir alana, bir karış toprağa…
Başlarında dikili bir taş ve bir hitabe:
Hüvel baki… Yani, kalıcı olan Allah’tır…
Falan oğlu filan…
Doğduğu ve öldüğü tarih…
Ruhuna El-Fatiha…
Hepsi bu; Bir varmış, Bir yokmuş…
Ah şu mezar taşları ah!
Okuyunca içim ürperir dalar giderim…
İşte o zaman anlarım her şeyin boş olduğunu; ne para, ne şöhret, ne kudret ne de başka bir şey…
Sadece: “Bu gök kubbede hoş bir seda; insanlığa sunduğun iyilikler ve nesiller boyu yararlanılacak kalıcı eserler…”
Hepsi bu işte…
Bir mezar taşında yazılanlar beni halen düşündürür:
Şöyle:
 “Mal bıraktın mülk bıraktın üşüştük,
Kavga ile niza ile bölüştük,
Üç beş karış toprak için dövüştük,
Mezarında hüzün ile yat anam.
Evlatlarım etsinler diye rahat,
Satmadan geçindin kıt kanaat,
Evlatlarından olsun sana nasihat;
O dünyada varsa malın sat anam,
Nur içinde yat anam…”
Ya! İşte böyle…
Yakın tarihimizde iz bırakarak aramızdan ayrılan iki maruf liderin, mal varlıkları üzerine mirasçıların, mahkemelere düşen paylaşım kavgalarını anımsadım da; her şeyin boş olduğunu bir kez daha görmüş oldum…
Ne demiş vakti zamanında, Anadolu felsefesinin temel taşı Koca Yunus:
 “Hey mal sahibi, mülk sahibi!
Hani bunun ilk sahibi?
Mal da yalan, mülkte yalan;
Var biraz da sen oyalan...”
Sonuç o ki: Her doğan canlı günü gelince elbet ölecek…
Önemli olan:
Öldükten sonra geride kalanların gözünde ve beyninde ilelebet yaşayabilmek…
Bu da:
Canlıyken, insanlık için yapabildiğin olumlu işler ve bırakabildiğin kalıcı eserlerle mümkündür… Yapabilene ne mutlu…
Bundan ötesi: Bir varmış, bir yokmuş…
Hepsi bu…