Birçoğumuz okuduğumuz yıllarda sınavlarda kopya çekmişizdir. Ancak bu günkü yazım böyle bir kopyacılık değil.

Peki, ne diye meraklanmadan anlatayım şu “Kopyacılığın sonunun ne olduğunu” sizlerle paylaşmak istedim.

Geçtiğimiz ay Yalova’daki akrabalarıma gitmiştim. Orada bir matbaacı arkadaşla tanıştım. O da bizim yaşlarda biri. Emekli olmuş, parkta veya deniz kenarında ki çay bahçelerinde gün geçiriyormuş. Ben oturacak bir masa bulamadım bu arkadaş tek başına oturuyordu yanına varıp, oturabilir miyim diyence adam tatlı bir tebessüm ve kibar bir dille:

“Tabi buyurun! Ne demek?” ben hemen bir iskemleye çöküverdim. Adam benim yabancı olduğumu anlamış olmalı ki hemen sordu:

“Arkadaş benim adım Seyfullah emekliyim. Eeee siz nereden gelip, nereye gidiyorsun?” sorusunu sordu bende:

“Adım Yusuf, sizin gibi bende emekliyim. İnegöl den geliyorum. Burada ki akrabaları ziyarete gelmiştim.” Diye cevap verdikten sonra koyu bir sohbet başladı. Sohbet devam ettikçe bana:

Si nereden emekli oldunuz?”

Sorusunu sordu. Bende:

“İnegöl de Yıldırım Gazetesinden emekli oldum. Ama hala bu gazetede makale yazarlığı yapıyorum.“ Cevabını verdim. Adam şöyle bir doğrulup:

“Yaa demek seninle meslektaşız desene!” Bu defa ben sordum:

“Sizde mi gazetecisiniz?” adam başını sallayarak cevap verdi:

“Sayılır. Makale falan yazmasam da baskı bölümünde yıllarca çalıştım. Daha sonra Devlet Malzeme Ofisinin matbaasında çalışıp oradan emekli oldum. Şu anda da hayatım ile ilgili anılarımı bir küçük kitap halinde yayınlatmayı düşünüyorum. Ama inanın bu yaşıma geldim hala matbaa mürekkebi kokusun özlemiyor değilim.” Diyip derin bir iç çekti. Ben devreye girip:

“Haklısınız birader. Hani meşhur bir söz vardır: (Mürekkep yaladın mı bir kere ölünceye kadar matbaadan ayrılamazsın!” bunun üzerine Seyfullah gülerek sözümü kesti:

“Durun size ilk çalıştığım matbaa da yaşadığım komik bir olayı anlatayım!” dedi. Bende tabi dedim ve o da anlatmaya başladı:

“İstanbul da Çemberli taşın alt tarafında küçük bir matbaada çalışıyorduk yanımızda da bir 16 yaşlarında bir çırak vardı. Bu çocuk izlediği televizyon programlarının etkisinde kalır onlardan gördüklerini kopyalar aynını yapmaya çalışırdı. O yıllarda TV’de insanların yaptıkları ilginç şeyleri buda yapmaya çalışır ve bize de hep: (bir gün bende bu programa çıkacağım.) derdi. Hatırlarısınız ben şimdi hangi kanal ve programı sunanı hatırlamıyorum. O programda cam yiyen kişileri ve benzeri ilginçlikleri yapanları programa çıkarırlardı. Bizim ileri zekâlı da o programda birinin matbaa boyası yediğini görüyor. Sabah erken saatlerde matbaayı açıp yarım ekmeğin arasına neredeyse bir kiloluk kutu boyanın yarısını koyup yiyor.!” Ben kahkahayı basıp:

“Yapma ya! Peki, çocuğa bir şey odlumu?” Seyfullah gülerek devam etti:

“Valla matbaada ki diğer çırak ta ona benzin içirmiş midesi temizlensin diye çocuk iyice fenalaşınca hastaneye kaldırıyorlar. Ben geldiğimde olayı bana anlattılar. Güler misin? Ağlar mısın? Bu deli oğlanın haline!” bende gülerek:

“Her halde artık kopyacılık işinde vaz geçmiştir değil mi?”  Seyfullah:

“Vallahi bizim patron çok titiz ve böylesine adli olaylardan kaçan biriydi. Çünkü ben olaydan birkaç gün sonra başvurduğum Devlet Malzeme Ofisin de işe başladım. Patronda sanırım o çocuğu işten çıkarmıştır!”  dedi.

Saat hayli ilerlemişti bende müsaade isteyerek evin yolunu tuttum. Böyle meraklı kopyacıların sonunun ne olacağı malum!