İnsan, yaratılışı ve ihtiyaçları gereği toplum halinde yaşamaya mecburdur. Çünkü o, bütün ihtiyaçlarını bireysel olarak karşılama imkanına sahip değildir.
Çoğu yazar ve bilim adamı tarafından onun sosyal bir varlık olarak nitelendirilmesi, bu gerçeğin formüle edilmiş şekli olsa gerek. Ayrıca dinimizin Mü´minleri bölünme yerine birlikteliğe, beraberliğe davet eden emirlerini de insanın bu ihtiyacı doğrultusunda değerlendirmenin gereği ortaya çıkmaktadır.
İnancı, sosyal ve kültürel yapısı her ne olursa olsun toplum halinde yaşamanın insana yüklediği belli bir takım sorumluluklar vardır. Bu sorumlulukların temel dayanağını kamu yararı, başka bir ifade ile toplumsal fayda teşkil etmektedir. Toplumu meydana getiren insanlara fert olarak yüklenen sorumluluklar, onların faydalarına yöneliktir. Her sorumluluk dolaylı ya da dolaysız bir şekilde yine onlara hak olarak döner. Unutulmamalıdır ki, kişisel veya kitlesel olarak ihlal ve ihmal edilen her sorumluluk, bir anlamda bireysel ya da toplumsal hakkın iptali olarak nitelendirilebilir. Hak talebi veya toplumsal hayatın getirilerinden faydalanma, bir yönüyle sorumluluğun yerine getirilmesiyle ilintilidir.
Şüphesiz toplum olarak yaşamanın belli bir ilke ve kuralları vardır. Dinimizde, başta insan olmak üzere bütün canlılara karşı iyi davranmak genel bir ilkedir. Zira evrendeki canlı-cansız hemen her şey Yüce Yaratıcının eseridir. İnsanlık âlemi değişik etnik kökenleriyle, inanç ve kültürleriyle büyük bir aile konumundadır.
Nitekim Kur´an-ı Kerim´de: “O´nun ayetlerinden biri de göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda bilenler için ibretler vardır.” (Rum süresi, 30/22) anlamındaki ayet, insanlar arasında söz konusu olan kültürel, sosyal ve etnik farklılıkların fıtri olduğuna işaret etmekte ve bu farklılıkları, Allah’ın yüceliğini gösteren deliller olarak nitelemektedir.
Bu anlamda İslâm’a göre insan, Yüce Allah’ın yarattığı varlıkların en mükemmelidir. Nitekim Kur´an-ı Kerim’de “Şüphesiz biz, insanı en güzel biçimde yarattık.” (Tin, 95/4) buyrulmuştur. Kendisine nispet edilen, “Sen kendini küçük bir varlık sanırsın, oysa sende en büyük âlem dürülmüş halde mevcuttur.” (Yazır, Hamdi, Hak Dini Kur´an Dil, VIII, 5936. İstanbul) mısralarıyla Hz. Ali (r.a), insanın sahip olduğu potansiyeli gayet güzel ve veciz bir şekilde dile getirmeye çalışmıştır.
Bu nedenle insanlar, değişik renklerde ve farklı inanç, kültür ve isimlerde aynı bahçenin gülleridir. Bu geniş yelpaze içinde herkesin birbirine karşı yakınlık ve ilişki derecesi farklı farklıdır. Davranışlar, bu yakınlık ve ilişki derecesine göre şekil ve anlam kazanır.
Bilindiği gibi insana en yakın olanlar; anne, baba, dede, nine, kardeşler, torunlar, amcalar, halalar, teyzeler, yeğenler ve diğer yakınlardır. Bunlar bir ağacın kökleri, gövdesi ve dalları mesabesindedir. Ağacın gövdesi, dalları ve kökleri arasındaki ilişki neyse, akrabalar arasındaki münasebetlerde odur. Bu münasebetlerin koparılmayıp, aksine sağlamlaştırılması esastır.
İslâm dini, yakınlar arasındaki bu bağın koparılmasını, büyük günahlar arasında saymıştır. Zira insanın diğer insanlarla olan ilişkileri, yakın akraba, hısım, eş ve dostlarla olan ilişkilerine göre şekillenmektedir. Buna göre yakınları ile iyi ilişkiler içinde olmayan insanlar, diğer insanlarla nasıl iyi ilişkiler içinde olabilirler? Toplumdaki sevgi ve dayanışma bağlarının çözülmesi aileden başlar, komşulara ve diğer kesimlere sirayet eder, neticede fert ve toplum bazında âhenk bozulur.
Kur´an-ı Kerim´de, “Allah´a ibadet edin ve O´na hiç bir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, idare ve himayeniz altında olanlara iyi davranın. Allah, kendini beğenen ve daima böbürlenip duran (kibirlenen) kimseyi sevmez.” (Nisa,4/36) anlamındaki ayet, Müslümanların yapması gerekli görevlerden bir kısmını dile getirmektedir. Allah´a ibadet dışında başta ana-baba olmak üzere toplumun diğer bireyleri ile iyi ilişkiler kurulması bir görev olarak vurgulanmaktadır.
Ayete konu olan gruplarla iyi ilişkiler kurabilmenin yollarından biriside sıla-i rahim kavramı içinde değerlendirilen ve belki de onun özünü teşkil eden ve sadece Allah´ın rızasını kazanmak için yapılan ziyaretlerdir.
Sıla-i rahim; gerek kan, gerekse evlilik vesilesiyle oluşan hısımlara, yakınlara iyilikte ve yardımda bulunma, onlarla ilgilenme ve akrabalık bağlarını güçlendirip koruma şeklinde tanımlanabilir. Zira günümüzde nice yalnız anne-babalar ve yaşlılar, bir dost ve evlat yolu gözlemektedirler. Kendilerinin halini soracak, bir nebze olsun dertlerini paylaşacak çocuklar, akrabalar, dostlar zaman zaman ne kadar da aranır.
Maalesef gerek akrabalarımız gerekse diğer insanlarla ve dostlarla olan münasebetler gün geçtikçe zayıflamakta ve kaybolmaktadır. Kendimizin dışındaki insanları ve onların problemlerini gün geçtikçe umursamaz oluyoruz. Huzuru, sevinci, üzüntüyü, varlığı, yokluğu bireysel olarak yaşamaya doğru hızla ilerliyoruz. Şehirleştikçe akraba ilişkilerinin zayıfladığını, hatta kaybolma noktasına geldiğini görmekteyiz. Bunun en önemli nedeni modern dünyanın bizlere sunduğu hayat tarzı ve kendi öz değerlerimizden giderek uzaklaşmamız olsa gerek.
Halbuki dinimiz, bir taraftan akraba ilişkilerini mümkün mertebe kuvvetlendirmemizi, onlardan muhtaç konumda olanları koruyup kollamamızı emrederken, diğer taraftan da yakınlarla ilişkilerimizi koparmamızı yasaklamaktadır. Dinimizde sıla-i rahimin, bu derece önemli görülmesinin temelinde, işte bu tür kaygıların yattığını ifade edebiliriz. Bu itibarla sıla-i rahimin, bu tür problemlerin çözümünde etkin bir yol olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü problemler, üzüntüler paylaşıldıkça hafifler, aynı şekilde de sevinçler de paylaşıldıkça daha büyük bir anlam kazanır.
Dinimiz, yakınlar arasındaki ilişkilerin sağlam, sıcak ve devamlı olmasına, onların birbirine maddeten ve manen destek olmalarına çok önem vermektedir. Yakınların haklarını gözetmek, akrabaların hukukuna riayet etmek, Allah ve Resûlü´nün ısrarla emrettiği şeylerdendir: “…Allah´ın kitabınca, kan akrabaları birbirlerine (varis olmaya) daha layıktırlar. Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Enfal süresi, 75) anlamındaki ayet, yaratılış gereği akraba olanların, yakınlık derecelerine göre birbirlerine diğer insanlardan daha çok ilgi duyacaklarını, birbirlerini daha çok koruyacaklarını bildirmektedir. Kan bağı, aile bağı gibi biyolojik ve sosyolojik faktörler, onları birbirlerine yakınlaştırmaktadır. İnsanın, önce kendi yakınlarına yardım etmesi, yaratılış yasasının gereğidir.
Bu husus, Kur´an-ı Kerim´de değişik vesilelerle birkaç yerde dile getirilmiştir. “Akrabaya, yoksula ve yolcuya hakkını ver, ama saçıp savurma!” (İsra süresi, 26) Bu ayette önce akrabaya, sonra miskine, sonra yolcuya yardım edilmesi emredilmektedir. Bu durum, yardımda akrabanın önceliği bulunduğuna işaret edilmektedir. Toplumun çekirdeğini oluşturan aile ve onun etrafını sıkıca saran akrabalık bağları ne kadar sağlam olursa, toplumda o kadar sağlam ve güçlü olur.
Peygamberimiz (s.a.v) ; Sıla-i rahimin önemini vurgulayan bir hadis-i şerifte; “Kim, rızkının genişletilmesini, ecelinin uzatılmasını isterse sıla-i rahim yapsın.” (Buhari, Edep, 12.VII,72) buyurmaktadır. Bu artma bizim anladığımız manada bir artma değildir. Çünkü Allah Teala´nın insan için takdir buyurduğu ömür ne artar ne de eksilir ancak bereketlenir, sanki uzamış gibi olur. Akrabalardan muhtaç olanlara yardım etmek sıla-i rahimin kapsamındadır. Zekat ve fitrelerimizi öncelikle bakmakla yükümlü olduğumuz yakınlarımızın dışındaki akrabadan yoksul olanlara vermemiz, bu tür mali ibadetlerimizin daha çok kabulüne vesile olacaktır.
Zira Peygamberimiz (s.a.v); “Yoksula bir şey vermek sadakadır. Akrabaya bir şey vermenin ise iki sevabı vardır. Birisi sadaka sevabı, diğeri de akrabayı görüp gözetme sevabıdır.” (Tirmizi, Zekat 26.III,46) buyuruyor.
Sıla-i rahmi, bizim Allah´ın rızasını kazanmamıza vesile olacak bir amel olarak algılamalıyız. Bu düşünce ile başta ana-babamız, kardeşlerimiz, dostlarımız ve tüm akrabalarımız olmak üzere imkanlarımız ölçüsünde ziyaretlerine gidip hal ve hatırlarını sormalı, sıkıntı ve üzüntülerini paylaşmalı, problemleri varsa, imkanlar nispetinde çözümüne yardımcı olmalıyız. Sıla-i rahimi terk etmenin büyük günahlardan olduğunu da hatırdan çıkarmamalıyız.