Doğumdan sonra aklımız ermeye başladığından günümüze kadar çevremizde tanık olduğumuz olayları belki anımsayabiliriz…
Ya! Yaşadığımız ortamın dışında gelişenleri nereden, nasıl bileceğiz?
Başkalarından dinleyerek ya da okuyarak veya televizyonlardan izleyerek…
Bir başka şık:
Olanlara ilgisiz kalıp; “Ot gibi yaşayarak...”
Hani ne demişti şair?
“Ne okumak var ne yazmak, bilmeyiz eski yeni.
Bize kuzular söyler; yılların geçtiğini…”
Hal böyle olunca da:
Başkalarından dinlediklerimizi, televizyonlarda gördüklerimizi, olası alternatiflerini hesaba katmadan doğru sanarak, ahkam keseriz…
Elifi görse sopa sanan zatı muhteremin, Hac İbadetinden döndükten sonra kendini İslam Alimi sanarak, din adına fetvacı kesilmesi gibi…
Yüce Allah’ın ilk emri “OKU!” olduğunu unutarak…
Ne çare ki: Toplum olarak okuma alışkanlığımız yok; okumayı sevmiyoruz.
Oysa:
Herhangi bir konuda farklı görüşleri okuyarak, kendi akıl süzgecinden geçirip yorum yapmak, bir kişiyi olgunlaştırır diye düşünürüm.
Örneğin:
1838, 16 Ağustos Balta Limanında İngilizlerle yapılan meşhur Balta Limanı Anlaşmasını bileniniz var mı?
Ne alaka demeyin!
Bana göre o kadar çok alakası var ki; sizlerle paylaşmak istedim. Çünkü dünü hatırlamayan, yaşadığımız şu günlerde ülkemizin geldiği yeri değerlendirmesi zor olur…
Gerek Ruslarla yapılan Kırım savaşı, gerekse Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın baskısı Osmanlıyı çökertmiş, çareyi İngilizlerle anlaşmakta görmüştür…
Daha sonra diğer Avrupa devletlerinde yararlandığı bu anlaşma, Osmanlı’nın sonunu hazırlayan etkenlerin başı olmuştur. Koskoca imparatorluk bun- dan sonra iflah etmemiş, yabancılara tanınan yeni imtiyazlar, bir kurt gibi devleti yiyip bitirmiştir…
Osmanlı liberalleşmiş, ekonomide her şeyini batı emperyalistlerin çıkarına teslim etmiştir…
Bu işin mimarı olan Mustafa Reşit Paşa da, tıpkı Kemal Derviş gibi kurtarıcı payesiyle onurlandırılmış-tır.
Ne yapsın Osmanlı?
Tantanalı dönem bitmiş, devletin gelirleri salt tarıma dayalı Üç Beş kuruşluk vergiye dayanmıştır…
Balta Limanı anlaşması:
Osmanlı için ikraz denilen iç ve dış borçlanma kapılarını açarken, yabancılara da ülkenin yer altı ve yer üstü kaynaklarının serbestçe dışarıya transferin-de kolaylıklar sağlamıştır.
Aynı zamanda:
Gerek teknolojik gelişmede, gerekse de bilimde, en az Yüz yıl önde olan batı devletleri, fabrikasyon olarak ürettikleri ürünleri, cüzi bir gümrük ödentisiyle tüm Osmanlı Mülkünde serbestçe pazarlama olanağına da kavuşmuştur.
Bu anlaşma: Borç edinme rahatlığı sağladığından, acil sıcak para ihtiyacı, İstanbul da tümü yabancı olan, Galata Bankerlerden temin edilmeye başlanmış, bunlara ödenen faizler de neredeyse ana borcu geçer hale gelmiştir…
Bu borçların karşılığı; Osmanlı mülkü ve gelir kaynaklarıdır.
Kısa vadeler için alınan bu borçlar, askeri harcamalara, memurların maaşlarına, artanlarla da Boğaz kıyısında görkemli sarayların yapımına harcanıyordu.
Dolmabahçe, Beylerbeyi vb. gibileri konuya örnektir…
Ne acıdır ki:
Alınan bu borç paraların günü gelen faizini ödemek için yine borç alınıyor, faizler borçla ödeniyordu.
Devlet-i Ali aldığı bu borçları, yatırıma yönelik planlı olarak harcamak yerine, Batı züppeliğine kaçıp, borç para ile saltanat sürme aymazlığı yaşanıyordu.
Örneğin:
Osmanlı halkının acil ihtiyacı olan şekeri, bir basmayı, bir bezi, bir kumaşı üretecek fabrika kurmak kimsenin hayalinden dahi geçmiyordu…
Uyanık Batı; borç olarak verdiği paraları, Osmanlı Mülküne soktuğu mallarını satarak geri alıyor, dolayısıyla kendisine sürekli bir Pazar Cenneti yaratıyordu…
Emme basma tulumbası yani…
Gelelim günümüze:
Son On Yıldır, ekonomik refah içinde yüzdüğümüz söyleniyor, IMF’den borç almak yerine borç verir hale geldiğimiz ballandıra, ballandıra dile getiriliyor, ama hiç kimse, 130 Milyar Dolarla devralınan dış borçların 340 Milyar Dolara çıktığından dem vurmuyor…
Maliye Bakanımız sayın Şimşek’ten başka hiç kimse, “Ülkede satacak bir şey kalmadığından” bahsetmiyor…
Fert başına düşen yıllık gelirin, 10 Bin Doların üstünde diye ilan edilirken, avuçlar patlarcasına alkış alıyor, öte yandan hak etmediği lüks tüketim yarışı, insanların geleceğini borç batağına sürüklediği söylenilmiyor…
Kredi kartı borçlarından ne haber?
Yani…
Şimdilik ülke ekonomisini ayakta tutuğu sanılan, bol sıcak para girişinin küçük bir kısmı geri çıkınca: Türkiye Merkez Bankası’nın kuyruğu titremeye başlıyor, dolar ve faizler yükseliyor, borsa düşüyor, piyasalar arpacı kumrusu…
Bir ülkenin iyi ekonomisi, üretip satabildiğiyle, tükettiğinin dengesidir. Biz yıllardır az üretip, birbirimizle yarışırcasına çok tüketiyoruz. Ülkeyi yönetenlerde oy derdi ile gerçekleri halkın gözünden uzak tutarak onları uyutuyor…
Son on yıldır, ulaşıma yönelik hizmet sektöründen başka, ihracata tavan yaptıracak aynı zamanda istihdam yaratacak hangi üretim alanında boy gösterdik?
Üsküdar’a yaptırılmak üzere proje çalışmaları süren 30.000 (yazıyla Otuz Bin) kişilik camiden başka.
Keşke:
Otuz binlik Cami yerine; ihracata yönelik üretim yapacak, On Bin, hiç değilse İki Bin işçi kapasiteli bir fabrika üzerinde konuşabilseydik…
Şunu çok iyi bilmeliyiz ki:
Yüce Allah, bizlere şah damarımızdan daha yakın; O’nu dört duvar arasında aramak gafletin ta kendisidir. Gök kubbenin temiz olan her ortamında O’na ulaşmak olasıdır…
İslam’ın kendisinden evvelki semavi dinlerden üstünlüğü de buradadır.
Ötesi: Oy avcılığına tuzaktır…
Hadi!
Fazla haddimi aşmayayım….