Hemen her insanın acı veya tatlı bir anısı vardır. Benimde 17 yaşındayken yaşadığım ve hiç unutamadığım bir anım var!

Ben ve kardeşim Yakup ile çocukluğumuzun ve gençliğimizin hemen, hemen tümünü beraber geçirdik diyebilirim. Kars’ta Ruslardan kalma tarihi bir yapıya sahip evimizin büyük bahçesinde çeşitli oyunlar oynar, çocukluğumuzun verdiği birçok çılgınlığımızı yapmaktan hiç kaçınmazdık. Her ne kadar büyüklerimizden azar işitsek te biz yine bildiğimizi okur, her gün bir muzurluğumuz ile babamızdan ya da ağabeylerimizden ya dayak yer ya da çeşitli cezalara çarptırılırdık.

Ben Kardeşim Yakup’u da kendime uydurup sürekli olur olmaz işler yapardım. Hiçbir şeyden korkmaz, gece geç saatlere kadar oynardık. Evimizin yan duvarları eski mezarlığa bitişikti. Uzun selvi ağaçları ile dolu olan kabristanlığın ürküten sessizliğine ve baykuş çığlıkları ile Ağustos böceklerinin çıkardığı cırıltılarına aldırmaz, oyunlarımızı gecenin geç saatlerine kadar sürdürürdük. Hele bazı akşamlar mahalleden bizim yaşlarda arkadaşlar la gece geç saatlere kadar saklambaç oynamamızı hatırlıyorum da; ne çılgınlıklar yaptığımızı anlatamam.

Yine bir akşam kendimizi oyuna kaptırmışız. Gecenin 02’si olmuş biz hala büyük bir şevkle oyunumuza devam ediyorduk. Bir ara arkadaşlardan Faruk’un kabristanlıktan mezarlar arasından gelen çığlığı ile irkildik. Hepimiz hiç korkmadan Kabristanlığa daldık. Faruk hala bas, bas bağırıyordu. Yanına vardığımızda işin gerçek yüzü ortaya çıkmıştı. Faruk yarı beline kadar eski mezarlardan birinin içine gömülmüş, debelenip duruyordu. Biz bunun bu haline gülmekten kendimizi bir türlü alamamıştık. Ben gülmeye ara verip yanına vardım elimi uzatıp Faruk’u yukarıya doğru çekmeye çalıştım. Ancak bu işte başarıya ulaşamamıştım. Çünkü Faruk’un ayağı çürümüş mezar tahtaları arasına sıkışmış, bir türlü kurtulamıyordu. Diğer çocuklara seslenip yardım etmelerini istedim. Sonunda Faruk’u battığı yerden çıkarmıştık.

Mezarda açılan göçükten gri renkte bir sisi andırır dumana benzer bir şeyler yükseldi. Hepimiz bir anda dona kalmıştık. Ben dahil diğer arkadaşlarında dizlerinin bağı çözülmüş gibiydi. Oradan uzaklaşmak istiyorduk ama bir türlü bunu başaramıyorduk. Bir ara sırtıma dokunan bir el darbesi ile kendimi tutamayıp çığlığı bastım! Gecenin sessizliği içinde yankılan sesime baykuşların çığlığı ile Ağustos böceklerinin cırıltıları da eklenince ortaya kurku filmlerini andırır bir sahne olmuştu.

Ben daha arkamı dönmeden ağabeyim Turhan kükredi:

“Ulan gecenin yarısı olmuş! Siz hala mezar taşları arasında ölüler ile saklambaç mı oynuyorsunuz?”

Ben korkudan neredeyse altıma yapacak haldeydim. Ağabeyim bunun farkına varmış olmalı ki beni omzumdan tutup. Yumuşak bir sesle:

“Haydi bakalım oğlum gecenin yarısı olmuş. Bu saatte buralarda korkmadan nasıl oyun oynuyorsunuz anlamak mümkün değil?” diyerek bizi eve götürdü.

Gece boyunca gözüme bir damla uyku girmedi. Hep o mezardan yükselen gri renkli dumanı düşünüyordum. Acaba o neydi? Mezarın içinde ne vardı? Ben sabahı sabah etmiştim. Yatağımdan kalktığım gibi kardeşim Yakup’u kaldırdım:

“Uyan oğlum hala ne uyuyorsun?”

Yakup doğrulup gözlerini silerek:

“Yaa ağabeyi sabahın köründe ne kaldırıyorsun beni? Bırak yatayım ne güzel rüyalar görüyordum yahu!”

Diyerek tekrar yatağa uzandı. Ben yine onu dürtükleyerek:

“Eh be oğlum, kalk dedik herhalde önemli bir iş için kaldırıyoruz değil mi?”

Yakup tekrar doğrulup gözlerini iyice açarak:

“Neymiş bu önemli iş?”

Ben hemen mevzuya girip:

“Şu gece yaşadığımız olay ile ilgili!”

Yakup iyice kıllanmıştı:

“Ya adamı çatlatma ne söyleyeceksen söyle uykumu piç ettin ha!”

Ben ne yapmak istediklerimi başladım sıralamaya. Yakup yataktan iyice doğrulup beni pür dikkat dinliyordu. Ben soluk soluğa yapacağımız oyunu bütün detayına varıncaya kadar anlattım. Yakup hemen yataktan çıkıp üzerini giyindi ve beraber mezarlığın yolunu tuttuk.   

Eskiden mezarlıklar da görevli falan olmaz, hatta etrafı kırık dökük çit ile çevirili haldeydi. Her neyse.  Biz mezarlığa geldik. Gece arkadaşımız Faruk’un düştüğü eski mezarın yanına vardık. Biz bu sıradan mezarı inceledikten sonra benim planımı devreye soktuk. Şimdi sırada başta Faruk olmak üzere diğer arkadaşları da alıp bu mezarı açmaya gelecektik.

Burada işimizi bitirdikten sonra mahalledeki bütün arkadaşları toplayıp ben onlara:

“Arkadaşlar gece Faruk’un düştüğü mezarda önemli bir şeyler var. Hepiniz gördünüz. Mezardan dumanlar yükseldi. Bence bu mezarın bir sırrı var. Ne dersiniz? Ben ve kardeşim Yakup bu mezarda ne olduğunu çok merak ediyoruz. Ve biz bu mezarı açmaya karar verdik. Siz de var mısınız? Bunu öğrenmek istiyoruz.”

Arkadaşlardan bazıları korkmuş olmalı ki onlar mezarlığa gelmeyi istemediler. Ama Faruk ve dört arkadaşımız Rasim, Ziya, Ufuk ve Orhan gelmeyi kabul etmişti. Biz iki kürek alarak mezarlığa doğru yola koyulduk. Yol boyunca onlara mezar içinde mutlaka kıymetli bir şey olabileceğini anlatıyordum, Yakup’ta beni destekler nitelikte katkıda bulunuyordu. Nihayet geceki mezarın yanına varmıştık. Ben hemen arkadaşlara dönüp:

“Haydin arkadaşlar bu işi bir an önce bitirelim. Bu mezarda ne varsa gün yüzüne çıkaralım. Şimdi şu küreklerden birini bana verin!” dedim.

Orhan küreği birini bana uzattı. Diğer küreği ise Faruk alıp işe koyulduk. Nefes, nefese bir telâşedir başladı. Mezarı hayli açtık. Ve Yakup ile benim önceden mezarın çöktüğü delikten attığımız eski graft zarfa ulaştık. Ben özellikle bu zarfı Faruk’un fark etmesini istediğimden kenara çekilip dinlenmiş gibi yapmıştım. Faruk zarfı görünce sanki bir define bulmuş gibi bir çığlık attı:

“Koşun çocuklar burada bir zarf var!”

Hepimiz mezarın etrafına sıralanıp Faruk’un mezardan aldığı zarfa odaklanmıştık. Faruk büyük bir heyecanla zarfı açıp içinde ki yazılı kâğıdı çıkardı. Ve okumaya başlamıştı. Ziya ile Orhan daha fazla sabredemeyip:

“Oğlum o kâğıtta ne yazıyor? Sesli okusana şunu?”

Faruk elleri titreyerek tuttuğu kâğıdı bir yandan okuyor diğer yandan Orhan’a:

“Sabırlı ol oğlum şunu bir anlayayım hele.”

Bu arada sabırsızlık kervanına Rasim de katılmıştı. O da Faruk’a:

“Eh be oğlum sesli okumayacaksan ver de biz okuyalım şu kadı. Çatlatma adamı!”

Sonunda daha fazla dayanamayan Faruk söylenerek:

“Oğlum ne bileyim ben herhalde bir miras vasiyeti gibi bir şey?”

Ufuk merakla:

“Nasıl yani?”

Faruk:

“Basbayağı birine vasiyet edilerek bırakılmış bir küp altın dan söz ediyor. Bakın isterseniz okuyayım da sizde iyi dinleyin.”

Hepimiz merakla Faruk’un okuyacağı kâğıda odaklanmıştık. Bu arada Yakup’ta hafif, hafif gülmeye başlamıştı ki ben onu dürtükleyip kendine gelmesini istedim. Faruk kâğıtta bizim yazdıklarımızı okumaya başladı:

“Oğlum Bahtiyar! Yıllarca çalışıp biriktirdiğim bu altınları Sorma yanından geç çayırlıktaki sivri kayanın dibine gömdüm. Ben ölmeden önce Mahallemizdeki Evliya Camii imamına da vasiyet ettim bu mektubu kimse görmeden benimle göm. Oğlum Bahtiyar büyüyüp aklı başına geldiğinde mezarımı açıp bu zarfı alsın. Oğul altınları iyi işlerde kullan. Yardım sever ol kefenin cebi olsaydı onları yanımda götürürdüm. Baban Şamil!”

Ben işi iyice abartmak ve onları gaza getirmek için:

“Haydi oradan sende bu mektubu neden oğluna vermemişte kendisi ile gömülmesini istemiş?”

Daha lafımı tamamlamadan Faruk atıldı:

“Oğlum anlamadın mı herhalde Bahtiyar denilen kişi daha çocukmuş ki böyle bir vasiyet yazmış!”

Rasim atılıp:

“Bırakın tahmin yürütmeyi de altınların gömülü olduğu şu çayır nerede onu bulalım önce!”

Arkadaşların içinde en kurnazı ve akıllısı da Ufuk’tu hemen lafa dâhil oldu:

“Oğlum siz manyak mısınız? Siz hiç (Sorma yanından geç) diye bir yer duydunuz mu buralarda? Belli ki birileri bu mektubu matrak olsun diye koymuş buraya. Şu mezar taşına baksanıza eski Türkçe yazılarla yazılmış. Kâğıtta ki yazı ise sanki yeni yazılmış. Üstelik tükenmez kalem ile yazılmış. Sizi bilmem ama ben gidiyorum.”

Ufuk bizi orada bırakıp mezarlığı terk etti. Ben diğerlerini yeniden motive etmek ve işin sonunu görmek için çocuklara:

“Boş verin siz bizim Ufuk’u bilmiyor musunuz? O hep muhalefettir. Aklı sıra bilgiçlik taslayıp gitti. Siz ne diyorsunuz şu yeri arayıp hazineyi çıkaralım mı?”

Herkes bir birinin yüzüne bakıp dururken uyanık geçinen Rasim:

“Arkadaşlar bende gidiyorum .” diyince diğerleri de sessizce oradan ayrıldı.

Bu arada kardeşim Yakup:

“Ne oldu şimdi? Senin oyununa kimse inanmadı. Haydi, bizde gidelim artık.”

Ben Faruk’un bu işi araştırıp hazineyi arayacağına adım gibi emindim. Bizde Mahalleye geri dönmüştük.  Aradan birkaç gün geçmişti, Kars merkeze bağlı Nemis Köyünde eski adı sanırım Sorğhan mevkii diye geçen çayırlıkta bir sivri kayalık bulan Faruk, orayı bayağı bir kazmış. Bunu gören köylü Jandarmaya haber vermiş Jandarma da Faruk’u gözaltına almış. İş bununla kalsa iyi Faruk mektubu Jandarmaya vermiş, bu yer için izin çıkarılıp kazı çalışmalara başlanmış. Etrafı Halaç pamuğuna çevirmişler adeta. Ama işçin en ilginç yanı yapılan bu kazılarda birkaç tarihi bakır eşyalar ve eski madeni sikkeler ve paslanmış birkaç kılıç çıktığı haberini Ekinci Gazetesinde okumuş ve günlerce bu olaya gülmüştük.