Ah be kader, ah! Takmış takıştırmış, sürmüş sürüştürmüş, cazibe odağı olmuşsun… Herkes seni konuşup, seni anıyor; sana koşuyor… Sanki cankurtaran simidi, sanki sığınılacak bir limansın sen… Canı sıkılan, başı derde giren teselliyi sende buluyor… Kader! Genelde felaketler, kötülükler, beklenmeyen belalar, ilk seni hatırlatıyor bizlere… Kötü kader! Hiç iyi gününü görmedik ki zaten… Sonu iyi biten her iş, bizlerin becerisi olduğu için, övünç kaynağımızdır hep… Ya kötü olup, ölüm kapıyı çalmışsa: Suçlu sensin kader! Ne diyor senin için lügat? Bakalım: “Değişmez bir karar ile kimi vakit iyilik ve en çok da fenalık hazırlamış bulunduğuna inanılan doğaüstü kuvvet...” Bir tanımlama da benden: İnsan iradesi dışında gelişen ve o kişinin engel olamadığı beklenmedik olaylar… Bir de ehli-sünnet inancının kabul ettiği ve “kadercilik” denilen bir felsefe öğretisi var: “Bütün olan bitenlerin, Allah tarafından önceden ve değişmez bir surette tespit edildiğine inanılan, adına cebriye denilen bir felsefe…” Yani: Bir insanın ana rahmine düştüğü andan itibaren, ölümüne kadar geçireceği tüm evrelerin Allah tarafından önceden yazılmış olması; başka bir tanımla, kul eylemlerinden ve başına gelenlerden sorumlu tutulamaması, dolayısıyla her eylemi yaratanın Allah olduğu-na inanılması… Örneğin: İsa, Musa’yı öldürmüşse; İsa’nın Musa’yı öldürece-ği, Musa’nın da İsa tarafından öldürüleceği Allah’ın bir yazgısıdır; o nedenle İsa, Allah karşısında sorumlu değildir… Bir de: Bu düşüncenin karşısında, 699 Mekke doğumlu; Ebu Huzeyfe Gazzal Vasil Bin Ata isimli İslam Felsefecisinin ortaya attığı, adına ayrılanlar anlamında “Mute-zile” denilen bir görüşün varlığı bilinmektedir. Aynı za- manda buna “Kaderiye” de denilmektedir. Bu: İslam aleminde genel olarak ŞİA denilen bir mezhep ehlinin savunduğu görüştür ki; İnancı ve dolayısıyla da yazgıyı değil; aklı, akılcılığı ön planda tutmak-tadır. Bu felsefede kul: Yaptıklarından Allah’a karşı kesin sorumluymuş; yani İsa, Musa’yı niçin öldürdüğünün hesabını verirmiş… Sonuç olarak: “Kaderi inkar edip, kul kendi yaptıklarının yaratıcısıdır, işlenen günahlar Allah’ın taktiriyle değildir.” diyen bir Müslüman felsefesi olarak Kaderiye ile, Ehli-sünnet’in savunduğu “Kadercilik” arasındaki bu düşünce çatışması halen süregelmektedir. Başta yurdumuz olmak üzere, tüm dünya insanlığı “Soma”daki elim olaydan dolayı yasta ve derin bir üzüntü içinde bulunmaktadır. Allah ölenlere rahmet, geride kalanlara ecir ve sabır versin. Bu saatten sonra yapılabilecek tek şey de bu olsa gerek; bol, bol rahmet dilemek… Sağ olsunlar; başta büyüklerimiz, eli kalem tutan yazarlarımız, ağzını açan muhterem zevatımız bu göre-vi başarıyla yapıyor. Kimisi, fıtratından, kimisi kaderinden, kimileri de çok güzel öldüklerinden dem vurup teselli ederken! Bazıla-rı da, “şehit oldular” diyerek, ocağına kor düşenleri avutuyor. Ateş düştüğü yerde küllenir, küller soğur, zamanla savrulur gider, sonra da unutulur; öncekiler gibi… Oysa: Bu tip olayların doğurduğu ölümlerin nedeni ne kaderdir, ne fıtrattır ne de şehitlik özlemidir. Bunun belli başlı iki temel nedeni vardır. Birincisi EGO, İkincisi de sorumsuzluktur. Aslında: Egonun başladığı yerde sorumluluk duygusu rafa kalkar. Sistem: “Rab bana hep bana! Nah sana! Benden artarsa var sana?” temeline oturur; bunun dışın-da kim ne derse palavradır yalandır. Bakar mısınız? Adam, kendinden önceleri 130 küsur dolara mal olan Bir Ton kömürün maliyetini, 24 Dolara düşürmekle övünürken, özel sektörün başarısı olarak lanse ediyor ve herkesçe alkışlanıyor. Özel sektör, güzel sektör propagandası yani… Hiç kimse, hiçbir merci; “Kardeşim bu işi nasıl başardın?” diye sormuyor. Sen! İşçinin sırtında tehdit kırbacını şaklatarak birim zamanda üretilen kömürü arttırsan… Ve sen! İş güvenliğiyle ilgili en ufak yatırım yapmayıp işi kadere terk edersen… Yine sen! Taşeronculuk kalkanı arkasında işçinin insanca yaşamına katkı sağlayacak en küçük sosyal katkıdan kaçarsan… Elbette maliyeti düşürürsün, elbette onca kö-mür işçisinin kanıyla harç yaptığın İstanbul’daki gök delenleri dikersin… Bu konuda kimse ben suçluyum diyemiyor… Başta Başbakanımız olmak üzere, işletmenin sahibine kadar hiç kimsenin bir kadre ne suçu var, ne de sorumluluğu! O halde: Ölenler neden öldü? Ölmeselerdi kardeşim! Onlara ölün diyen mi var? Onlara hiçbir can güvenliği olmayan ocağa girin di-yen mi var? Mesela; yani! Sonuç: Geri kalmış toplumlarda uygulanan Liberal Ekonomilerin kıblesi para, insan canı ise, abdest suyudur… Soma felaketinin gerçek yüzü de budur… Ah Kader ah! Bir de iyi gününü görelim be güzelim...