Ertuğrul Gazi’nin Söğüt ve Domaniç Coğrafyasına Yerleşmesi:

 

Eskişehir coğrafyasında yer alan Karaca Hisar ile Söğüt, Domaniç ve Cebel-i Ermneiyy- Ahî Dağı yöre ve beldeleri, 1231 yılında Ertuğrul Gazi ve arkadaşları tarafından fetih edilmiştir. Ardından da alınan ganimet ve esirler, bir önceki sohbetimde anlatıldığı şekilde Ertuğrul Gazi’nin kardeşi Dündar Bey aracılığıyla Uluğ Bey Alâaddin Keykubat’a sunulmuştur. Hediye ve ganimetleri kabul eden Uluğ Bey Alâaddin Keykubat, yaptığı stratejik bir değerlendirme sonunda fetih edilen Karaca Hisarı, tekrar eski yöneticisi olan Bizans tekfuruna iâde etmiş; söğüt, Domaniç ve Cebel-i Ermeniyye-Ahî Dağı’nı, Ertuğrul Gazi’ye ve Karakeçili Aşireti’ne ikinci bir yurt olarak tahsis emiştir.

 

Böylece; Ertuğrul Gazi, Sakarya havzasında hem ikinci bir yurda sahip olmuş ve hem de söz konusu yeni coğrafya-da aktif bir “uç beyi” olma misyonu yüklenmiştir. Diğer yandan Karaca Hisar, Bilecik ve İnegöl coğrafyaları da Selçuk hükümdarı Uluğ Bey Alâaddin Keykûbat’ın (1220-1237) nüfûzu altına girmiştir. 1237 yılında ve beklenmedik bir anda Uluğ Bey Alâaddin Keykubat veziri sadettin Köpek tarafından organize edilen bir sû-i kast sonunda zehirlenerek hayatına son verilince yerine oğlu İkinci Gıyaseddin Keyhus- rev (1237-1246), Anadolu Selçuklu hükümdarı olmuştur.

 

Ancak İkinci Gıyasettin Keyhusrev, dirayetli bir hükümdar olmadığından Vezir Sadettin Köpek’in, kontroluna girmiş; babasının yetiştirdiği bütün güçlü komutan ve devlet adamlarını vezir Sadettin Köpek‘in hile ve desiselerine kanarak merkezden uzaklaştırmış ve sürgüne göndermiştir . Bunların en ünlülerinden biri de; Harzem Şah hükümdarı Celalettin Mengübert’inin ünlü bir komutanı iken Yassı Çi-men Savaşı’ndan sonra-Alaaddin Keykubat’ın isteği üzerine-kendine bağlı askeri birliği ile Uluğ Bey Alâaddin Key- kubat’ın emrine girmiş olan  Kayır Han, bir diğer adıyla, Kır Han’dır.

 

 Bu ünlü Harzem Şah komutanı Kır Han, Sadettin Kö- pek tarafından Uluğ Bey Alâaddin Keykubat’a yapılan sû-i kasta, çok üzülmüştür ve bu nedenle kendisine bağlı birlikler ile birlikte Kütahya üzerinden Domaniç yöresine geçmiş- tir. Günümüzde İnegöl coğrafyasında Uludağ ile Domaniç dağlarının kesişim noktasında yer alan Kıran-Şah ve Kıran köyleri, işte bu ünlü Harzem Şah komutanı Kır Han’ın hatırasını yansıtmaktadırlar. Kıran-Şah ve Kıran köylü hemşeh- rilerim, bu ünlü komutanı tanımalı ve hayırla yâd etmelilerdir.

 

Selçuk hükümdârı Sultan İkinci Gıyaseddin Keyhusrev (1237-1248), ülkesinde istikrarlı bir yönetim kuramamış; veziri sadettin Köpek tarafından çevrilen entrikalar sebebiyle tecrübeli ve de yetenekli bütün devlet adamlarını yönetimden uzaklaştırmıştır. Meydana gelen bu istikrarsız ortamda 1242 yılında çıkan “bâbî isyanını” ancak Bizans ordusunun desteği ile kontrol altına alabilmiştir. Kırşehir-Malay Ovası’nda vuku bulan bu kanlı isyan sonrasında Anadolu coğrafyasında yaşayan ve bu geleneğe bağlı olan bir çok göçebe ve yarı göçebe oğuz boyu, Anadolu coğrafyasında yer değiştirmiştir. Bunların başında Malatya ve Amasya dolaylarında yaşamakta olan Germiyan oğulları gelmektedir.

 

Bir sosyal deprem niteliği taşıyan söz konusu bu “bâbî isyanı” ndan sonra; oğuz boylarına mensup bir çok aşiret, batıya yönelmiş ve bu coğrafyada yeni bir yurt edinme mücadelesine girmiştir. Söz gelimi: Karaman oğulları, Hamit oğulları; Menteşe oğulları, Saruhan oğulları ve Karasi oğulları, göç ettikleri bu yeni coğrafyalarda kendi beyliklerini kurmuşlardır. Çok geçmeden 1243 yılında da Moğol istilâsı, baş göstermiştir.

 

Sivas coğrafyasında Köse Dağ mevkiinde vuku bulan karşılaşmada Selçuklu hükümdarı İkinci Gıyasettin Keyhusrev, daha çatışma başlamdan önce paniğe kapılarak savaş meydanından ayrılınca Selçuklu devlet adamları, şartları çok ağır bir antlaşma imzalamışlardır . Diğer yandan Ertuğrul Gazi, 1237 yılında Uluğ Bey Alâaddin Keykubat’ın zehirlenerek öldürülmesinden sonra başta kardeşi Dündar Bey olmak üzere; silah arkadaşları olan Akça Koca-Abdurrahman Gazi-Samsa Çavuş- Turgut Alp –Konur Alp- Saltuk Alp- Aykut Alp- Bahşilu- oğulları Savcı ve Gündüz beyler ile gerekli istişareleri yaptıktan sonra o güne kadar yapa geldiği aktif, atak ve dinamik yönetim tarzından vaz geçmiştir. Ardından kontrollu bir yönetim altında eğitim ve de öğretime ağırlık veren yeni bir proğramı uyğulamaya koymuştur. Bu konuda dost edindiği Şeyh Edebâlî’den ve onun damadı Dursun Fakîh’ ten yararlanmaya karar vermiştir.

 

 Diğer taraftan yakın çevresinde yer alan Bizans tekfurları ile de sıkı işbirliği yaparak yörede bir barış ortamı kurmaya çalışmıştır. Böylece; Samsa Çavuş , Abdurrahman Gazi, Turgut Alp, Saltuk Alp, Konur Alp ve benzeri güç-lü aşiret reislerini bu ortak noktada buluşturarak Karakeçili Aşireti’nin sosyal ve kültürel yapısını güçlendirmeye çalışmıştır. Kendisi de oluşmasını arzu ettiği bu sosyal ve kültü-rel yapıyı, süratle gerçekleştirmek için Eskişehir coğrafya- sında Porsuk Çayı ile Kütahya Çayı’nın birleştiği noktanın yakında yer alan ve de “İt -Burnu” adı verilen mahalde tekke ve zaviyesini kurmuş olan Şeyh Edebâlî ile sıkı bir ilişki içine girmiştir.

 

Ertuğrul Gazi,çevresindeki tekfurlar ile iyi geçinmeye çalıştığı gibi hem merkezi hükümetle ve hem de Moğol’lu yöneticiler ile de iyi geçinmeye çalışmıştır. Her iki tarafa vergi ödeyerek barış içinde yönetimini sürdürmeye; aşireti-nin sosyal ve kültürel yapısını güçlendirmeyi hedef olarak önüne koymuştur. Baharlarda Söğütten Domaniç’e gidip gelirken yol boyunca Karakeçili Aşireti’ne saldırıda bulunmayı âdet haline getiren İnegöl tekfuru Nikola’ya karşı Karakeçili Aşireti’nin emniyet ve güvenliğini sağlamak üzere; silah arkadaşı Samsa Çavuş’u ve kardeşi Sülemiş’i görevlendirmiştir.

 

Samsa Çavuş ve kardeşi Sülemiş de Karakeçili Aşireti’nin emniyet ve güvenliğini sağlamak üzere; Cebel-i Ermeniyye, bir diğer ifadeyle, Ahî Dağı üzerinde yer alan Eyi- ce veya İkizçe köyü civarındaki Kara Tekin Kalesi’nden başlamak suretiyle; Ahî Derbendi-Kocakonak -Türkler Konağı / Sultaniye - Kanlı konak / Osmaneli – Tüfekçi Konak- Domaniç Derbendi üzerinde yer alan “İki-sular” ve Koca Yay-la güzergâhında gerekli tedbirleri alarak Karakeçili Aşireti’nin emniyet ve güvenini sağlamıştır.

 

 

Ertuğrul Gazi’nin Yerleşimde Uyğuladığı

 

Göreceli Straji ve Sonuçları:

 

 Bir önceki bölümde görüldüğü üzere; Ertuğrul Gazi, 1231 yılında Ermeni Derbendi’nde Aktav tatarları’na karşı gösterdiği başarılı harekâttan sonra Uluğ Bey Alâaddin keykbat’dan “gazilik” ünvânını aldıktan ve  ardından da Karacahisar, Söğüt, Domaniç ve de Cebel-i Ermeniyye yörelerini  fetih ettikten sonra hem Selçuk merkezî yöneticileri nezdinde ve hem de aşiretine mensup beyler nezdinde yüksek bir itibar ve prestij kazanmıştır. O, 1237 yılında Uluğ Bey Alâaddin Keykubat ölünceye dek yakın çevresine ha-kim bir uç beyi olarak yaşamış ve Sakarya coğrafyasında Uluğ Bey Alâaddin Keykubat’ın (1220-1237) en itibarlı uç beyi olmuştur.

 

 Ancak önce, 1242 yılında vuku bulan “bâbî isyanı” ile derinden sarsılan Selçuklu yönetimi, ardından da 1243’te vuku bulan Sivas-Köse Dağ Savaş’ında kayıtsız şartsız Moğollara teslim olan Selçuklular, gerçek iktidarlarını kaybetmişler ve Moğolların emirlerini yerine getiren birer “gölge-hükümdâr” olmuşlardır. Bu sebepten yukarıda ifa-de olunduğu üzere; Ertuğrul Gazi de diğer uç beylikleri gibi o da hem Moğollara ve hem de Konya merkezli Selçuklu Devletine vergi vererek kendi varlığını korumaya çalışmıştır.

 

 Bu arada doğudan gelen göçmenleri de kontrol altında bulundurduğu yöreye iskân ederek aşiretininin sosyal ve ekonomik yapısının, olabildiğince güçlendirmeye gayret etmiştir. Ertuğrul Gazi, yaşı ilerleyince Karakeçili Aşireti’nin geleceği ile ilgili konular hakkında silah arkadaşları ile istişarede bulunmuş ve küçük oğlu Kara Osman Beyi, yerine vekil bırakması hususunda onların onayını almıştır. Ardından da 1279 yılında “Cimri Olayı, yani: Şehzade Alâaddin Siyavuş’un isyanı” nedeniyle “uç” bölgesine gelen Selçuk hükümdarı Sultan III. Gıyaseddin Keyhusrev’e hediyelerini sunduktan sonra;  oğlu Kara Osman Beyi yerine vekil bırakma konusunu, ona açmıştır. Bu hususta Prof. Dr. İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın kaleme almış olduğu “Osman-lı Tarihi” isimli kaynak eserden yapacağım özet bir alıntıyı siz okuyucularım ile paylaşmak istiyorum :

 

Anadolu Selçuklu hükümdarı Sultan Üçüncü Gıyaseddin Husrev (1264-1283), “cimri-hadisesi”nden sonra 1279 yılında “Uc”a yani: Bizans-Selçuklu sınırına gelmiştir. Onu karşılayanlar arasında Karakeçili Aşireti’nin reisi Ertuğrul Gazi de bulunuyordu. Diğer uç beyleri gibi o da sultana hediyelerini sunduktan sonra; küçük oğlu Kara Osman Beyi, yerine vekil bırakmak istediğini söylemiş ve bu konuda sultanın onayını istemiştir. Bu arada- siyâsî bir güvence olarak- Kara Osman Bey’in bir oğlunu Sultan Üçüncü Gıyased- din Husrev’in hizmetine vermeyi de taahhüt etmiştir. Sultan da Kara Osman Bey’in bu oğluna, Adıyaman-Kahta tarafla- rında yer alan “ Yanık Mıntıkası”nı timar olarak vermiştir.

 

Anadolu Selçuklu tarihinde “Cimri Vak’ası” diye anılan bu olay aslında, Kırım-Suğdak şehrinde sürgün hayatı yaşarken burada ölen eski Selçuk sultanlarından İkinci İzeettin Keykâvus’un oğullarından Alâaddin Siyavuş’un, Karamanoğlu Mehmet Bey’in desteğinde Selçuklu tahtını ele geçirme mücâdelesidir.

 

Şöyle ki:

 

 Alâaddin Siyavuş, gizlice Kırım’dan Anadolu’ ya gelmiş ve Karamanoğlu Mehmet Bey ile işbirliği yaparak -fiilen - Konya- Selçuklu tahtında oturmakta olan amcasının oğlu Sultan Üçüncü Gıyaseddin Keyhusrevi, tahtından indirmek istemiştir. Karamanoğlu Mehmet Bey’in desteği ile Konya’yı  işgal etmiş ve Mehmet Beyi de kendisine vezir olarak atamıştır. Ancak Alâaddin Siyavuş ile kendisine vezir olarak atadığı Karamanoğlu Mehmet Bey, sadece 17 gün Konya’da iktidarda kalabilmişlerdir. Zira 1264 yılından bu yana Moğolların desteğinde Selçuklu tahtında oturan Sultan Üçüncü Gıyaseddin Keyhusrev , güçlü bir ordu ile Konya üzerine gelince; 17 gün Selçuk başkentini – fiilen- işgal et- miş olan Alâaddin Siyavuş ve Karamanoğlu Mehmet Bey, Konya’yı boşaltmak ve Toros dağlarına çekilmek mecburiyetinde kalmışlardır.

 

Ne var ki Kurbağlı-Hisar mevkiinde yapılan kanlı bir çatışmada Karamanoğlu Mehmet Bey, hayatını kaybetmiştir . Alâaddin Siyavuş ise kaçarak ölümden kurtulmuş ve Germiyan oğulları coğrafyasına geçerek bu coğrafyada isyan ve iktidar mücadelesine devam etmek istemiştir. Ancak Germiyanoğulları, onun iktidar mücadelesine destek vermemişler; yakalayarak onu Sultan Üçüncü Gıyasettin Keyhusrev’e teslim etmişlerdir. İşte bu olayları çok yakından ta- kip eden Ertuğrul Gazi, oğlu Kara Osman Bey’in kendisine vekâlet etmesini Selçuk Sultanı Üçüncü Gıyasettin Keyhusrev’e onaylattıktan sonra Söğüt’e dönmüştür. Oğlu Kara Osman Bey’de 1279 yılından itibaren Ertuğrul Gazi’nin ve-fat eylediği 1281 yılına kadar, Karakeçili Aşireti’nin reisliği-ni, babası Ertuğrul Gazi’ye vekâleten yürütmüştür”

 

 

Ertuğrul Gazi’nin Vefatı ve

 

Söğüt’te Bulunan Türbesi :

 

1281 yılında Ertuğrul Gazi, Söğüt’de vefat eylemiş; nâşı, Süğüt-Bilecik yolu üzerinde yer alan ve Sakarya Nehrine bakan bir tepe üzerinde açılan mezara konmuştur .

 

Kabri, Karakeçili Aşiretine bağlı oymaklar tarafından bir ziyaretgâh olarak kullanılmaya başla- mıştır. Yakınında ne bir mabed ve ne de bir zaviye mevcut değildir. Osman Bey tarafından, “Bursa- Üslûbu” adı verilen bir mîmârî üslûpl kullanılarak kabri üzerine bir türbe inşa ettirilmiştir. Merkezî yapıyı oluşturan türbe binası, “altığen” bir plana oturtulmuş ve üzeri, kasnaksız bir kubbe ile örtülmüştür. Türbe ana duvarları, üç tuğla bir köfeki taşı kullanılarak-almaşık bir surette- örülmüştür. Altı adet yan duvardan üç duvarda dik dörtken mermer süvelere dayalı, sivri kemer içine alınmış sağır alınlıklı birer pencere açılmıştır.

 

Diğer üç duvardan kuzeye bakan duvarda yine sivri ke-mer içine alınmış sağır alınlıklı bir cümle kapısı bulunurken onun tam simetriğindeki sağır kıble duvarında ise namaz kılmak veya tilâvet secdelerini yapmak amacıyla bir “miheap-nişi” açılmıştır. Cümle kapısının girişinde ve sağ tarafta yer alan sağır duvara da -muhtemelen teberrükât eşyası konmak üzere- bir gömme dolap, açılmıştır. Pence-re boşlukları, “lokmalı” demir parmaklıklar ile kapatılmıştır. Türbenin içinde ve tam orta yerinde, sadece, Ertuğrul Gazi’nin ahşap bir sandukası bulunmaktadır. Baş ucunda ise “şahide” olarak alçıdan yapılmış “kavuk” başlıklı bir sütûn yer almıştır.

 

Söğüt coğrafyasındaki Ertuğrul Gazi türbesi, tarihî süreç içinde değişik zamanlarda tamir ve onarım görmüştür. Söz gelimi: Osmanlı’nın ikinci kurucusu olan Çelebi Sultan Mehmet (1412-1420) tarafından Söğüt ilçe merkezine  görkemli bir cuma camii inşa ettirilirken Ertuğrul Gazi türbesi de onarılmış; giriş kapınsın önüne sekiz ahşap sütun üzerine oturan ve üzeri, ahşap  bir beşik-çatı ve de kiremit ile örtülü etrafı açık bir “yağmurluk- antre”  ilâve edilmiştir. Daha sonraki devirlerde Osmanlı hükümdarlarından Sultan Üçün- cü Mustafa, Sultan Abdülmecid ve Sultan İkinci Abdülhamit, Ertuğrul Gazi türbesiyle ilgilenerek bazı tamirat, tadilat ve de onarımlar yaptırmışlardır.

 

Bu cümleden olmak üzere; Ertuğrul Gazi türbesinin yer aldığı geniş saha, çam ağaçları dikilerek şenlendirimiş ve  küçük bir orman haline getirilmiştir. Türbenin giriş kapısının karşısına “sekizgen” bir plan üzerinde ahşap sütunlara dayalı, kamelya tipinde bir şadırvan veya dinlenme yeri, inşa edilmiştir. Ayrıca inşa edilen bir imaretin yanı sıra Ertuğrul Gazi’nin silah arkadaşlarına ait “merkadler=hatıra mezarları” inşa edilmiştir. Yaptığım ziyaret esnasında dikkatimi çeken önemli bir husus, kitabesinde 1886-87 yıllarında inşa edildiği ifade edilen hâtıra mezarları arasında İnegöl-Hamzabey Köyü’nde medfun bulunan ve Osmanlı’nın ilk şehidi olan Savcıbey oğlu “Bay-Hoca”ya ilişkin bir hâtırâ mezarı yoktur. Hiç şüphesiz bunda o günkü söğüt ilçesinin mahalli yöneticileri kadar o günkü İnegöl’deki mahalli yöneticilerin de vebâli ve sorumluluğu olsa gerektir.

 

İçerik olarak fikrî ve de kültürel bir derinlik kazanış olma-makla birlikte tarihsel süreç içinde yüz yıllardan bu yana Karakeçili Aşiretleri tarafından yapıla gelen Ertuğrul Gazi ziyaretleri, günümüzde “Ertuğrul Gazi’yi Anma Şenliklerine” dönüştürülmüş ise de ünversel anlamda bu şenlikle-re bir fikrî derinlik, kazandırılamamıştır. Her yıl Eylül Ayı içinde yapılan “Ertuğrul Gazi’yi Anma Şenlikleri”, siyâsî bir şov ve gösterinin ötesine geçememiştir. Umarımki bizden sonraki kuşaklar, büyük Selçuklu’nun kurucusu Tuğrul Bey’den Osmanlı’nın kurucusu Ertuğrul Bey’e uzanan o tarihsel çizgide gelişen ve de olgunlaşan kültürel bilinç ve şuur, genç nesillerimize hâkim olsun diyelim; ve konumuza, Merhum üstâz Necip Fazıl Kısakürek’in “Sakarya Türkü-sü”nden aktaracağım şu mısralar ile son noktayı koyalım:

 

“...Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz

 

Sen kıvrıl ben, gideyim; son Peygamber kılavuz!

 

 Yol, O’nun…Varlık O’nun…Gerisi, hep angarya

 

Yüz üstü çok süründün! Ayağa kalk, Sakarya!”

 

 

Ertuğrul Gazi ve Şeyh Edebâlî Ocağında Oluşturulan Sosyal Yapı: 1231-1281

 

 Aziz okuyucum!

 

Ertuğrul Gazi ile Şeyh Edebâli ilişkisinin arka planında yer alan kültürel yapının kavranabilmesi için “Bâbîlik” ve “Ahîlik” kavramlarının mahiyeyeti hakkında kısada olsa biraz bilgi sahibi olmamız gerekecektir. Önce “Bâbîlik” kavramından başlayalım; Bu sözcüğün kökü, “bâb” kelimesidir. Arap Dilinde de “bâb” kelimesinin sözlük anlamı, “kapı” demektir. Son Peygamber Hz. Muhammed (a.s.v.s.) bir Hadîs-i Şeriflerinde:

 

“Ene Medînetü’l-ilmi v bâbühâ, Aliyyün” buyurmuştur. Bu Hadis’in Türkçe anlamı: “Ben, ilim şehriyim; bâtınî ve zahirî tüm ilimlerin kaynağıyım. Kuzenim ve de damadım Ali’de bu ilim şehrinin kapısıdır.” buyurmuştur.

 

Ne kadar hazindir ki Hz. Peygamber(s.a.v.s.)’in bu Ha- dîs-i Şerîfine –tarihî süreç içnde- fikir ve düşünce planında bir çok siyâsî, sosyal, kültürel ve ekonomik nitelikli farklı farklı anlamlar yüklenmiş ve merkezi, Bağdat olmak üzere; önce, “Bâbîlik- Geleneği” ortaya çıkmış; ardından da “Ahîlik-Geleneği” oluşmuştur. İslam tarihinde Hz. Peygamber sonrasında râşid halifeler devrinde, bir diğer ifadey le, milâdî: 632-661 yılları arasında siyâsî yelpazede oluşan ve de gelişen Kureyş Kabîlesi’ne mensup olmakla birlikte Hz. Ali’nin mensup olduğu Haşim oğulları ile Hz. Osman ve Hz. Muâviye’nin mensup olduğu Ümeyye oğulları arasında-İslam öncesinden bu yana- sessiz bir şekilde süren rekabet, dinî ve siyâsî bir nitelik kazanmış ve bu iki geleneğe kaynak oluşturmuştur.

 

Söz konusu bu sessiz rekabet, Hz.Peygamber devrinde küllenmiş ve büyük ölçüde ortadan kaldırılmış ise de Hz. peygamberin vefatından sonra başlayan râşid halifeler devrinde bu rekabet, tekrar yavaş yavaş su yüzüne çıkmaya başlamış; mîlâdî 656 yılında Medine’yi basan Mısırlı, Kufe-li ve Basralı isyancılar tarafından  halife Hz. Osman’ın şehit edilmesiyle yeni bir boyut kazanmıştır.

 

İsyancıların baskısıyla Medineliler, Hz. Ali’yi dördüncü İslam halifesi olarak seçmişler ise de ülkede huzur ve sü- kûn sağlanamamıştır. Zira Hz. Ali’nin halife seçiminde; Hz. Osman’ı şehit eden katillerin de aralarında yer aldığı isyan- cılar, Medinelilere baskı yaparak Hz. Ali’yi halife seçtirdikleri için bir kısım sahabe, katillerin yakalanarak cezalandırılması şartıyla, Hz. Ali’ye bîat edeceklerini söylemişler ve Basra’da bir muhalefet cephesi oluşturarak Hz. Ali’ ye karşı bir tavır almışlardır.

 

Hz. Ali’nin, söz konusu muhalefet gurubu ile antlaşmak üzere ordusunun başında Basra’ya gittiğinde muhalif gurup ile yapılan müzakereler sonunda taraflar antlaşmışlar; an-cak her iki taraf, dinlemek üzere kendi karargahlarında isti-rahata çekilip uykuya daldıklarında Yahudi kökenli Abdullah bin Sebe adındaki provokatörün organizesi ile harekete geçen bir terörist gurup, muhalif guruba saldırmış ve iki ta-raf da karşılıklı olarak bir birlerini itham ederek İslam adına- maalesef- sabaha kadar gece karanlığında bir birlerini pırasa doğrar gibi kesmişlerdir. İşte bu korkunç kanlı hadise, “Cemel Vak’ası” olarak İslam tarihine geçmiştir. İşte bu “Cemel Vak’ası”nda ve daha sonra aynı yıl içinde vuku bulan Sıffîn Muharebesi’nde Hz. Ali tarafında yer alan Müslümanlar, “Ali taraftarı” anlamına gelmek üzere; “Şîa-i Ali” diye isimlendirilmişlerdir .

 

Diğer yandan Hz.Muâviye, İslam hilafetini saltana çevir- dikten sonra; 661-750 yılları arasında koyu bir kavmiyetçilik temeline dayalı olarak kurduğu Emevî saltanatını, kabullenmeyen muhalif Müslüman guruplar, ülkenin değişik yörelerine dağılmışlardır; bu cümleden olmak üzere : “Bâbî Geleneği”ne bağlı Müslümanlar, Bağdat merkezli olarak tasavvufî bir oluşum, meydana getirmişlerdir. İşte bu tasavvufî oluşum içinde yer alanlar, Anadolu coğrafyasına intikal edince Kırşehir’ de Baba İlyas ve Baba İshak etrafında birleşerek o günkü siyâsî otorite ile , söz gelimi : Selçuk hükümdarı Sultan İkinci Gıyasettin Keyhusrev ile Malay Ovası’nda 1242 yılında savaşa girmişlerdir.

 

Kırsal kültüre sahip olan ve bu gurupta yer alan “Bâbîler” savaş sonrasında, ağırlıklı olarak, Anadolu’nun dağlık yörelerine yerleşmişlerdir. Aynı tasavvufî geleneğe bağlı olmakla beraber şehirde oturarak sanat ile meşğul olmayı yeğleyen diğer gurup ise  Kırşehir’e yerleşmişler ve burada Ahî Evran Külliyyesi’ni tesis ederek çevresinde buluşmuşlar ve Osmanlılar devrinde “Ahîyân-ı Rum” olarak anılmış-lardır. Bunların Osmanlı coğrafyasında görülen en ünlü temsilcisi, Karamanoğulları’na mensup olduğu halde Şam ve Mısır coğrafyasında eğitim-öğretim görmüş olan  “Şeyh Edbâlî”dir.

 

Kırsal kültürü tercih edip de şehirlerden uzaklaşan ve dağlık coğrafyalarda yurt tutmayı tercih edenler de “Ebdâlân-ı Rûm” diye isimlendirilmişlerdir ki bunların Osmanlı coğrafyasında görülen en ünlü temsilcisi, İnegöl-Babasultan Köyü’nde medfûn olan “Geyikli Baba”dır. Aşağıdaki bölümlerde açıklanacağı üzere; sözü edilen her iki tasavvu-fî guruba mensup kişiler, Anadolu’nun Türkleşmesinde ve de İslamlaşmasında önemli rol oynamışlardır.

 

Sunduğum bu ön bilgiler ışığında Ertuğrul Gazi ve Şeyh Edebâlî ilişkilerinin dayandığı manevî ve kültürel temele dikkat etmek gerekmektedir. Önceki sohbetlerimin birinde sizlere, Hz. Peygamber’in Müslümanlara, İstanbul’u fetih etmelerini bir vasıyyet olarak önerdiğini hatırlatmıştım. Gerçekten de Müslümanlar, Hz. peygamberin bu vasıyyetine kulak vermişler; milîdî 669 yılından başlamak suretiyle; 1453 yılına kadar süren tarihî süreç içinde hem Emevîler (661-750); hem Abbâsîler (750-1258); hem S

Selçukîler (1040-1310) ve hem de Osmanlılar (1299- 1920) devrinde İstanbul’u fetih etmek için Müslümanlar denizden ve karadan onlarca defa İstanbul’u kuşatmışlardır.

İstanbul’un fethi amacına yönelik olarak denizden yapı-lan harekât esnasında ise Müslümanlar, Bandırma– Erdek limanlarını “deniz-üssü” olarak kullanmışlar; karadan yapılan askerî harekât sırasında da Eskişehir coğrafyasına kadar ilerlemişler ve burada orduğâh-şehri olarak “Ammûriye = Seyitgazi” ilçesini bir “kara-üssü” haline getirmişlerdir ki Battal Gazi ve Abdülvehhâb Gazi’ye ilişkin men- kıbeler, bu tarihî gerçekleri günümüze taşımaktadır. Bu nedenle; Bizanslı’ların “Haç-Yolu” olarak niteledikleri İznik - Eskişehir güzergahında yer alan Söğüt ve Bilecik coğrafya-sını yakından tanımak gerekecektir.