İran-İsrail, birbirini destekleyen ve birbirinden beslenen iki şer odağıdır. Ortak özellikleri, her ikisinin de İslam Dünyası’nın düşmanı olmaları ve makro politikalarını teolojik temele dayandırmalarıdır.

Arap-İsrail Savaşları sonrasında İsrail’in varlığını devam ettirebilmesi ve arz-ı mevud hayalini gerçekleştirebilmesi için sözde kalıcı bir düşmana ihtiyacı vardı. Böylesi bir düşmanlığın şartlarını yerine getirmeye en uygun devlet ise Arap olmayan Farisi Şii İran’dı. Oysa, monarşi ile yönetilen seküler İran bunun için pek doğru bir adres değildi. Peki ama, bu nasıl olacaktı?! Teokratik devlet olan İsrail’in karşısına teokratik bir devlet koymak gerekiyordu. Monarşi ve teokrasi ile yönetilen İslam ülkeleri vardı ama Sünni idiler ve Sünnilik Batı ve İsrail için her zaman tehditti.

İsrail için aranan kan hazırdı: Ruhullah Mustafavi Musevi Humeyni. Bir dönem Bursa’da da yaşayan sözde molla, özde kolonyalist, yeşil gözlü, beyaz tenli, Hindu anne, İngiliz babadan olma Humeyni’ye rengi yeşil, nüvesi siyah bir devrim yaptırılır. Devrimcinin ismi ilginçti. Üç büyük peygambere de atıf yapılmıştı. Artık, İsrail’in sanal düşmanı sahaya sürülebilirdi. İran Devrimi’nin devamlılığı, mollaların varlığı için de Kudüs Davası abideleştirilebilir; İsrail tehdit oluşturabilirdi. Kayıkçı kavgasının startı verilmişti.

İran devrimi gerçekleştirdikten sonra, rejim ihraç faaliyetlerine hız verdi. 1982 yılında Lübnan sınırlarında Hizbullah kuruldu. Şii rejim, sırasıyla Yemen ve Bahreyn’i etkisi altına aldı. Irak işgali ve Suriye iç savaşı sonrası ise paramiliter gruplar vasıtasıyla bu ülkelerde palazlandı ve mevcut orduların içini boşalttı, gücünü zayıflattı.

Böylece, Ortadoğu’da kullanışlı Şii bloku oluşmuş, puzzle tamamlanmış ve vaad edilmiş topraklar üzerindeki taşlar ayıklanmıştı. Libya, Irak, Mısır gibi ülkelerdeki liderlerin ayıklanmasıyla da İran, Kudüs Davası’nın tek sahibi haline getirilmişti. 15 Temmuz hain darbe girişimi şayet başarılı olsaydı İsrail’in eli daha da rahatlayacak ve Ortadoğu, Siyonistler için dikensiz gül bahçesi haline gelecekti. Fakat, Siyonist-Terörist İsrail yine de harekete geçebilirdi, öyle de oldu.

07 Ekim öncesi ve sonrasında İsrail; İran’ın önemli isimlerini ortadan kaldırdı, vekil güçlerinin lideri Nasrallah’ı öldürdü. Peki, İran ne yapabildi? Acem oyunlarıyla halkını, vekillerini ve dünyayı kandırdı. Oysa, Hizbullah ve Hamas’ın direnebildiği, mücadele ettiği yerde daha fazlasını yapabilirdi. Ama, büyük kayıplarına rağmen yapmadı. Bu da, akıllara haklı olarak “acaba danışıklı dövüş mü” sorusunu getirdi.

Sözde İran devriminden sonra İslam dünyasında neler yaşandığına baktığımızda ise İran, 70 sente muhtaç olmuş; Afganistan diye bir ülke kalmamış, Irak ve Suriye parçalara ayrılmış, Lübnan iflas etmiş, Yemen ve Libya ikiye bölünmüş. Velhasıl, Safeviler’den sonra yeniden siyasallaştırılan Şii’lik, İslam Dünyası’na huzur getirmemiş, hep hizbin merkezi haline gelmiş.

İran’ın İslam Dünyası’nda oynadığı oyunlar, bumerang gibi bir gün kendisini bulur mu bilinmez. Bilinen bir şey var ki; parçalanan ülkelerin terör ve göç ürettiği, coğrafyaya huzur getirmediğidir. Filhakika, İran’ın da parçalanmasını arzu etmem.