Yıllardır kafamın içinde dolanıp duran bir soru işareti vardı, karşısına yerleştirdiğim cevapların hiçbirinin beni bir türlü tatmin etmediği bir soru işaretiydi bu. 

Diyordum ki kendi kendime: 
“Türk Milleti olarak tarihte kazandığımız birçok zaferlerimiz var bizim. Tabii, yenilgilerimiz de mevcut. Özellikle Osmanlı Devletinin son dönemi felaketler zinciriyle uzayıp gider. Yenilgileri unutmak ister insan, bu tabiatımızda vardır bizim, başarısızlıkları hazmedemeyiz fakat buna nisbetle ters orantılı olarak zaferlerimizi de hep yad etmek, devamlı hatırlamak ve sonraki nesillere aktarmak isteriz. Gerçekte, galibiyetleri ve mağlubiyetleriyle birlikte bir bütün olarak öğrenilmesi ve aktarılması gereken bir tarihtir geçmişimiz. Üç beş yıllık bir süreç de önemlidir bizim için, asırlar öncesine uzanan mazimizde. Neticede özelde, artık destanlaştırdığımız zaferlerimizden sadece Çanakkale harbimizle ilgili bile yüzlerce eser kaleme alınmış ve yayınlanmıştır. Yazılmaya da devam edecektir. 
Ya yazılmayan zaferler? 
Ya da birkaç eserle sınırlı kalmış, unutulmaya yüz tutmuş olanlar. 
Mesela Kore harbi, mesela 1950’li yılların başına kadar bir 30 Ağustos Zafer Bayramı ya da 29 Ekim Cumhuriyet Bayramımız gibi kutlana gelmiş, sonrasında birden bire tarihin tozlu sayfaları arasına atılıvermişken daha birkaç yıl önce yüzüncü yılı vesilesiyle yeniden hakkında kitaplar yazılmaya, konferanslar düzenlenmeye başlanılıp yeniden kutlanmaya başlayan Kut’ül Amare zaferimiz. Sadece kutlamakla kalmayıp tarihi gelişmeleri okuduğumuz zaman koca bir coğrafyanın sosyal, siyasal ve toplumsal gerçekleri bütün çıplaklığıyla gözlerimiz önüne serildiğinde ihanetin de, cesaretin de tarih boyunca tekerrür edip durduğunun farkına varırız.
Ya 1974 Kıbrıs Barış Harekatı ve öncesiyle Kıbrıs Türk Tarihi? 
O tarih nerelerde kaldı acaba? Hangi rafta tozlanmaya yüz tutmuş olabilir? 
Bırakın Kıbrıs Türk Tarihini, 20 Temmuz Kıbrıs Barış Harekatıyla ilgili bile kaç eser vardır acaba yayınevlerinin kitap listeleri arasında? Başta Prof Dr Ulvi Keser Bey olmak üzere sayılı birkaç tarihçi ve yazarın okurlara isimleri bile ulaşmayan eserleri kaç tane olabilir?
Halbuki Kıbrıs’ta bu sahada yazılmış birçok eser mevcut.
Kıbrıs Rum kesimindeki okullarda okutulan Kıbrıs Tarihi 1974’ten itibaren başlar, bunu biliyor musunuz?
Neden? 
Çünkü, 1974 öncesi, Kıbrıs’ta İngiliz idaresinin görünüşte sona ermesinin hemen ardından Rumların adayı karanlık bir çağa sürükledikleri, zulümle hüküm sürdükleri bir dönemi yaşatmışlardır. Onlar tarafından yeni yetişen nesillerine izah edilemeyecek kadar ağır olan bir geçmişin tarih kitaplarında yer alması pek tabiidir ki en büyük tehlikedir onlar için. Bırakın adada yaşayan Türklere reva görülenleri, 15 Temmuz 1974’te Nikos Sampson’un gerçekleştirdiği darbede EOKA’nın Türk halkına karşı harekata girişmeden evvel ilk katlettikleri kişiler kendilerine muhalif olan Makarios taraftarı askerler olmuştur ve bunun canlı şahitleri adada hala yaşamaktadır.
Daha yeni öğrendiğim ve ilerki yazılarımda paylaşacağım bir olay günümüzde tarihi bilgi aktarımındaki kirliliği ve çarpıtmayı açık bir şekilde gözler önüne sermektedir.
Biz şimdi bırakalım Rum kesimini, kendi eksilerimize bir bakalım.
Yaklaşık iki buçuk yıl önceydi Kıbrıs’a ilk gelişim. 
“BİN900YETMİŞ4 MAĞUSA KARTALI” romanımla ilgili çalışmalara başladığımda önce Ankara’da ikamet eden Emekli Albay Oğuz Kalelioğlu komutanımızla iki gün boyunca ve sonrasında da bazen bir saati aşan uzun ve detaylı görüşmeler yapmıştım. Kıbrıs Barış Harekâtından yaklaşık on ay önce Genelkurmay tarafından gizli görevle Mağusa’ya gönderilmiş olan bu komutan 1974 yılında Mağusa Mücahit Tabur komutanıdır ve rütbesi o dönemde üsteğmendir.  Yazılarımda zaman zaman kendisiyle ilgili ve Mağusa’da yürüttüğü faaliyetler hakkında bilgiler vermeye devam edeceğim size. Çünkü hani bazen hayran kaldığımız bir insan için kurduğumuz bir cümle vardır ya; “Heykeli dikilecek adam!” diye. İşte Oğuz Kalelioğlu Mağusa’da heykeli dikilmiş olan bir komutandır. Onun ve Mağusa’daki Mücahit komutanlar ve Mücahitlerin kurtuluş mücadelelerini ve kahramanlıklarını okudukça neden onun heykelinin dikildiğini, neden o ve emrindeki kahramanların isimlerinin hafızalarımıza kazınması gerektiğini daha iyi anlayacaksınız. Üsteğmen Sadi Oğuz Bey (Oğuz Kalelioğlu – kendisi harekât başlayana kadar emrindeki mücahitler haricinde Mağusa’lılar tarafından Mağusa Namık Kemal Lisesi’ne gönderilmiş bir tarih öğretmeni olarak bilinecektir) Dr. Derviş Eroğlu Bey, Ata Atun Bey, Dinçer Raif Bey, Mücahit Komutanlarımızdan ilk şehidimiz olan Mustafa Kurtuluş Bey, yine ilk şehitlerimizden Lala Şahin Paşa Camii imamı Hüseyin Akil Hoca ve daha nice isimler…
Oğuz Albayımla yaptığım görüşmelerin ardından Mağusa’ya gitmek üzere Sabiha Gökçen Havaalanında uçağa binerken: “Sen tarihçisin, Kıbrıs tarihini biliyorsun. Belgelerini toplayıp KKTC III. Cumhurbaşkanı Dr. Derviş Eroğlu Bey, Prof. Ata Atun Bey ve birkaç Kıbrıs’lı diplomat ve Mücahit komutanla görüşmelerini yaptıktan sonra eserini yazmaya başlayacaksın” diyordum kendi kendime. Beş günlük bir süreyi kapsıyordu bu ilk seyahatim ve gezip incelediğim Mağusa Kalesini saymazsak eğer, görüşmeler için gittiğim Girne’yi ve Lefkoşa’yı gezebilmem ne mümkün, başımı kaşıyacak vaktim bile olmamıştı. 
Sonra dönüşte ne oldu biliyor musunuz? 
Ercan havaalanında uçağa binerken şöyle dedim kendi kendime: “Sen Kıbrıs tarihini bilmiyor muşsun be arkadaş!”

O gün tarih yapanların en genci bugün altmış yaşındadır ve aslında tarih çok daha öncesinde, 1950’lerden itibaren yeniden yapılmaya başlanılmıştır.  
Yaşayan tarihi kaynaklarım artık güz mevsimine ulaşmış bir ağaçtan dökülen yapraklar misali her geçen yıl yavaş yavaş tükeniyor ve tıpkı Kıbrıs’lı şehit şairimiz Süleyman Ali Uluçamgil’in söylediği gibi yazılmayan tarih yavaş yavaş kayboluyordu hayatımızdan. Zaten bu nedenle bir telefon görüşmemizde Ata Bey’e: “Yazmak istediğim ve ismini BİN900ELLİ8 TMT koymayı düşündüğüm yeni eserim Türk Mukavemet Teşkilatı üzerine olacak, bu çalışmam bütün Kıbrıs’a şamil olacağı için ilkinden çok daha uzun süre, belki 4-5 ay kalmam gerekecek Kıbrıs’ta” dediğimde Prof. Ata Atun Bey: “Fatih Bey, elinizi çabuk tutun, çünkü tarihe şahitlik eden bilgi kaynaklarınız artık dünya değiştirmeye başladılar” demişti.

Bu noktada sizlere Prof. Dr. Ata Atun Bey hakkında kısa bir bilgi vermek istiyorum.
Ata Bey, geçmişte Kıbrıs davasında canla başla mücadele etmiş, 1974 Kıbrıs Barış Harekatı sırasında Dr. Derviş Eroğlu gibi o da Mağusa savunmasında Mücahit Komutan olarak yer almış önemli ve değerli bir şahsiyettir. Geçmişte milletvekilliği yapmış olup, üniversitedeki öğretim üyeliği yanında KKTC III. Cumhurbaşkanı Dr. Derviş Eroğlu Bey’in de politik danışmanıdır aynı zamanda. Zaman zaman, Oğuz Albayımız gibi Ata Atun Bey’den, 1974 öncesinden bugüne içinde yer aldığı mücadelede gerçekleştirdiği faaliyetlerden bahsedeceğim sizlere.
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinde yaşayan soydaşlarımızın sayısı İnegöl’ümüzün nüfusu kadar ya var ya yoktur. Aslında ada, Sultan II. Abdülhamid döneminde İngilizlere kiralanıp İngiliz idaresine geçmeden önce -ki, bu benim yüreğimi burkan tarihi olaylardan biridir, fakat bir tarihçi olarak bunu o dönemin şartlarına göre değerlendirmem gerektiğini de bilirim- adadaki nüfus Rumlara göre çok daha fazla iken ne olmuştu da adadaki Türklerin nüfusu bir anda buhar olup uçmuş ve 74’e gelindiğinde ancak adada yaşayanların çeyreği kadar bir nüfustan ibaret kalmıştı?
Bilenleriniz vardır muhakkak. Kıbrıs, II. Abdülhamid döneminde icara verilen bir arazi gibi senelik belli bir meblağ ki o da 92.000 altından ibarettir ve Osmanlı Devletinin bu dönemde Rusya’ya ödediği savaş tazminatının ne kadar olduğunu araştırırsanız eğer adanın verilmiş olması bir yana alınan bedelin azlığını daha iyi kavrarsınız.

Adanın verilmiş olması derken, aslında ada benim tarihçi olarak değerlendirmemde daha bu minval üzere yapılan anlaşmayla birlikte artık elimizden çıkmıştır bizim. Yoksa, I. Cihan Harbinde Osmanlı Devletinin Yavuz ve Midilli adını verip himayesine aldığı iki Alman savaş gemisi marifetiyle savaşa Almanların yanında girmiş olmamız karşısında İngiliz hükümetinin bunu bahane ederek Kıbrıs adasını topraklarına ilhak ettiğini deklare etmesi zaten bu ilhak için bir sebep arayan İngiliz Devletinin sömürge politikasının doğal bir yansıması olarak beklenen bir sonuçtur. Bugün, sabit bir uçak gemisi hükmündeki Kıbrıs adasında Ağrotur ve Dikelya İngiliz üsleri ve Trodos dağlarının tepesinden geniş bir coğrafyayı dinleme ve izleme kabiliyetini elinde tutan İngiltere için adanın aslında o günkü değeri Hindistan deniz yolunu güven altına almaktan ibaretti.
Neyse, biz dönelim konumuza. 

Adadaki Türk nüfus önce I.Cihan Harbiyle birlikte adayı ilhak eden İngiliz hükümetinin Kıbrıs’ta yaşayan Türk’lere “Ya İngiliz tabiyetine geçersiniz ya da adayı terk eder gidersiniz” diye dayatması ile birlikte İngilizin bayrağı altında yaşamayı içlerine sindiremeyen Türklerin Anadoluya göçleriyle birlikte Türk nüfusundaki ilk eksilmelerin kaynağı olur. İkinci önemli göç dalgası ise 1960’ta kurulan Kıbrıs Cumhuriyetinin Cumhurbaşkanı seçilen Başpiskopos Makarios’un takip ettiği siyasetin neticesinde bu defa Anavatana da değil, İngiltere ve Avustralya’ya doğru gerçekleşen yeni göçlerdir. Bununla ilgili ayrıntılı bilgiyi de ilerideki yazılarımda paylaşacağım sizlerle.
Devam edecek…..