Her ortamda ilk akla gelen deyimdir “Önce sağlık…”

Her ortamda ilk akla gelen deyimdir “Önce sağlık…”
Cihan Padişahı Kanuni Sultan Süleyman’ın günümüze kadar söylenip gelen çok meşhur sözüdür:
“Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi…
Olmaya cihanda devlet; bir nefes sıhhat gibi...”
Yani kısaca: Halk, padişahlığı ve devleti muteber, vazgeçilmez görüyor;
Oysa: bir alımlık nefes, bunların hepsinden önce gelir demek istiyor…         
Günümüzde de öyle değil midir?
Sağlığı bozuk insanı; eğitmek, çalıştırmak olası mıdır?
Hatta: Yedirmek, içirmek, eğlendirmek ve ağlatmak: Sağlıksızlar için kolay olmayan bir eylem değil midir?   
Sağlıklı bireylerin oluşturduğu sağlıklı toplum; güçlü devletlerin temel göstergesiymiş… Öyle derler.
Bu bağlamda:
Osmanlı İmparatorluluğunun sağlığa bakışı; özellikle Tanzimat hareketiyle batı sürecine girmeye başlamışsa da: Yaşanan harpler, yeterli olmayan, hep borca dayalı bütçelerin varlığında özlenen seviyeye çıkamamıştır.
Öte yandan:
Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikle sağlık: Devlet politikası haline gelmiş, bunun içinde hemen, hemen her il, her ilçe ve hatta her belde de, nüfus yoğunluğuna göre, önce adı millet, sonraları da devlet olan hastaneler ve dispanserler, sağlık ocakları açılmıştır…    
Bendeniz, 1950 den önce, 2. Dünya Savaşının olumsuz koşullarının hız kesmediği dönemlerde; ayrı, ayrı zamanlarda birkaç kez devletin bu kurumlarında misafir edildim. Belirli tedavi sonrası sağlığıma kavuşup hastanelerden ayrılırken, ailemden hiçbir merci, bir kuruş para istemedi…
Yedim içtim, iğne vuruldum, ilaç kullandım; onca kez, doktorlar ve yardımcı sağlık ekipmanından destek gördüm, ama para ödemedik…
Unutmadan belirteyim:
O zamanlar emekli sandığı mensuplarından başka bugünkü anlamda,  kimsenin sosyal güvencesi yoktu. Sigortalılık anlayışı daha beyinlerde gelişmemişti. Sağlık hizmeti almak için insan olmak yeterli olup, her türlü harcama devlet bütçesinden karşılıksız yapılırdı….      
1950 Yılından sonra devlet; ağır, ağır liberalleşmeye girince, sağlık kurumları da bu akımın girdabın-da, Hipokrat’ın ilkelerinden uzaklaşmaya başladı…
Yani:
Yoksullar ömürlerini, kör talihin insafına terk ederlerken; varsıllar da yaşamlarını ölüm meleğinin elinden paraları ile uzatmaya başladılar…
Bu ve benzeri işler, bireylerin ekonomi güçleriyle paraleldir. Taşınan can, her zaman tatlıdır ve önceliklidir.
Bu bağlamda:
Garibanlık, (gözü kör olsun) çarelerde seçeneksizdir; kadere boyun eğdirir. Ekonomik güç ise; son alternatife kadar her türlü kapıyı zorlayabilen bir anahtardır. Bu olay bu gün de böyledir ve böyle olmaya devam edecektir…
Her şeye rağmen:
On Yıla varan bir zaman diliminde, ülkemizi yöneten siyasal gücün, sağlık konusunda hayata geçirmeye çalıştığı yenilikler; halkımızın bir bakıma istediği sağlık kurumunda dilediği hekimle buluşabilmesi bakımından güzel bir olaydır…
En azından:
Hastane köşelerinde, sabahın köründen, akşama dek doktora görünebilme endişesi yaşamamakta, mutlaka randevu gününde muayene olabilmektedir…
Bu durum hasta adına iyi bir gelişmedir. Sağlık Bakanlığı bu konuda başarılıdır…
Ancak:
Teşhis, dolayısıyla tedavi konusunda ne kadar ihtiyaca yanıt verildiği ayrı bir konudur. Zira: Günde Kırk, Elli ve hatta Altmış hataya bakan bir doktordan isabetli bir performans beklemek geçekçi olmaz, olamaz. Bundan ötesi doktorlarımızın özeline kalmış bir konudur…  
Söz doktorlarımıza gelmişken: Üzerinde durulması gereken bir konuyu atlamak olmaz; oldum olası hekimlik, en uzun eğitimi içeren bir meslek dalıdır. Hele, hele bir de ihtisas süreci hesaba katılacak olursa; bu gün bir hekim ortalama bir ifade ile en az Dokuz, On Yılda yetişebilmektedir. Düşünüldüğü zaman görüleceği gibi: Doktorluk öyle kolay bir meslek de değildir; ne zamanı bellidir ne de mekanı. Üstelik muhatabı insandır, insanın sağlığı ve canıdır…
Bundan dolayıdır ki: Doktorlarımızın ekonomik kazanç babında hiçbir sıkıntıları olmaması gerekir. Kazançları, eski özel muayeneli dönemlerdeki kadar değilse bile, birazcık cezp edici bir seviyeye yükseltilmelidir…
Konuya başka açıdan bakılırsa: Gerek hekimlerimiz gerekse yardımcı sağlık personelleri; bizlerin en zayıf, en çaresiz ve en muhtaç durumlarımızda yanımızda olan iyilik melekleridir. Allah kimseyi düşürmesin… Düşünce…
Konunun özüne dönecek olursak:
Bu gün hangi hastaneye gidersek gidelim, her doktor odasının önü mahşeri bir kalabalık, sanki şehir boşalmış; herkes orada, herkes hasta… 
Böylesi hasta bir toplum olabilir mi?    
Onca hastanın sağlığına kavuşması için devletin tüm bütçesini harcasak yeter mi bilemem…
Bence doğru olanı: İnsanların hasta olmalarını tetikleyen ortamları en aza indirecek önlemleri almaktır. Sosyal devlet sorumluluğu bunu gerektirir…
Kalıtımsal hastalıkları es geçersek, toplum:
Sağlıklı beslenebiliyor mu, soludukları havanın zararlarının farkında mı, çalışma koşullarından etkileniyor mu, günlük yaşamlarında spora zaman ayırabiliyor mu, stresi kendinden uzak tutabiliyor mu?
Bu konuda ülkemizi yöneten siyasi güç ne yapıyor, hangi önleyici, hangi geliştirici çalışmaları var?
Örneğin İnegöl de:
Solunan hava temiz mi, içilen su nasıl, iş yerlerindeki çalışma koşulları sağlığa elverişli mi, halk nasıl besleniyor, makarna, nohut, bulgur yeterli mi?
Yoksa:
 “Saldım çayıra, mevlam kayıra” mı?