Hani ne zaman Müslüman kimliğinin nasıl olması gerektiği ile ilgili tartışmalara kulak kabartsak ya da dâhil olsak, sahabe örnekleri karşımıza çıkar fakat tartışma da hep; "biz sahabe kadar olamayız" ile biter.
Sahabe gibi yaşamak, İslam'ı yeryüzüne hâkim kılmak mümkün müdür sorusu akıllara gelebilir. Evet, sahabe bir örnekti. İslâm'ın nasıl yaşanacağını, bunun için ne bedeller ödenmesi gerektiğini, yardımın, birliğin, kardeşliğin nasıl olması, kul hakkı düşüncesinin, evlât terbiyesinin, insan sevgisinin hayatın içerisinde ne derecede olup, nasıl harmanlanması gerektiğini bize yaşamları üzerinden delil göstererek, büyük bir davayı miras bırakıp gittiler.
Modern dünya içerisinde sahip olduğumuz ve sahabe ile aramızdaki maddesel farklılıkları düşündüğümüzde, aramızdaki uçurum evrenden büyük olarak karşımıza çıkacaktır. Rahatlığın en dibini yaşadığımız bir zamanda, eğer sahabe gibi olabilmenin yolu madde ile aramızdaki hukuku değiştirmekten geçiyorsa, peki bu mal sevdası niye? Yok, eğer madde ile ilgisi yoksa, o hâlde bu gevşeklik neden? Hayatımızın hangi tarafına baksak sahabe ile bir türlü benzerlik göstermeyen yaşam biçimine sahibiz. Ne sevmelerimiz onlara benziyor, ne nefretimiz. Ne hakkı onlar gibi haykırabiliyoruz, ne zulme onlar gibi karşı duruyoruz, ne kitabı onlar gibi anlıyor, ne iyiliği onlar gibi yapıyoruz. Dahası onlar gibi olmak için çaba dâhi sarf etmiyoruz. Sözü tüketip tartışmanın sonuna gelince de, onlar gibi olamayızın arkasına sığınıyoruz. Onlar gibi olmak için çaba sarf etmedik ki.
Elimizin altındakilere şöyle bir göz atarsak; suyu akan çeşmemiz, her çeşit yemeğimiz, giyeceğimiz, arabamız, yazlığımız, işimizi kolaylaştıran elektronik âletler derken sayamayacağımız öyle nimetlerle etrafımız çevrili ki. Heyecan duyacağımız bir etkileşim de kalmadı artık. Ağzımızda kekremsi bir tat var fakat ne olduğunu bulamıyoruz. Can sıkıntısı yakamıza yapışmış vaziyette ve insanı öldüren, hayattaki istikâmetini şaşırtan en büyük düşmandır can sıkıntısı. Oturuyoruz canımız sıkılıyor, geziyoruz canımız sıkılıyor, her eylemimiz eninde sonunda koca bir boşluk gibi yer ediyor içimizde. Çok sesli bir hayatın içerisindeyiz fakat yine de tatmin olmayan bir can sıkıntımız mevcut. Fazla fazla tükettiğimiz nimetlerin mayası ekşimiş durumda. Bizi kesmiyor, damağımızı, dimağımızı şenlendirmiyor hiç bir tat. Sandık ki eğer yığarsak her şeyi hayatımıza, mutluluk kelebek misali kanatlandıracak bizi. Hayır hayır, biz kitabı tersten okuyor, tersten anlıyoruz. Sahabe gibi anlamadığımız çok açıkken, bu işin içinde bizi teğet geçen ya da bizim teğet geçtiğimiz bir nokta söz konusu. Heyecanımız eksik fakat biz eksiklik de hissetmiyoruz. En büyük eksikliğin, eksik olduğumuzu anlamamak, bunu hissetmemek olduğudur. Canımız sıkılıyor, hop yeni bir eşya, yeni mekânlar keşfetme, yeni hobiler edinme peşinde can sıkıntısına çare arıyoruz. Ruhun haykırıyor; "ey insan, ey can, ben iyi değilim. Kurtar beni kendine sürgünlüğünden, buluştur beni belâ ile, savuştur tüm sahip olduğunu sandığın ne varsa. Seni tatmin etmeyecek hiç bir eşya, hiç bir manzara. Kalbin ancak Allah'ı anmakla mutmain olup, yeryüzüne merhameti, iyiliği, adaleti hâkim kılmakla emrolunmuşken, hangi hevesinin emriyle kendini iyi edeceğini sanıyorsun?" diye ağlıyor içimiz. İçin için bir kanama, bir iç kanaması, ruh ölgünlüğü yakalamış kalbimizi. Soluğumuzu çokluk, bolluk, fuzulî ihtiyaçlar kesmiş. Nefessiz kaldık, nefese ihtiyacımız var. Asırlar öncesinden bir nefes kaldırmalı üzerimizdeki ölü toprağını. Biz sahabe kadar olamayız değil, sahabe kadar olmaya çabalayacak mecalimiz yok. Gücümüzü ev, araba, kariyer, dünya peşinde harcadık. Nefesimiz hakkı haykırmakla tazelenecek. Ruhlarımızın kiri, pası iyiliğin zımparası ile tortusundan kurtulup ışıldayacak. Her güne Allah'ın rızasını kazanma heyecanı ile uyanarak ancak bir Ömer, bir Musab, bir Hamza, Ali, Osman olabiliriz. Heyecanlarımızın altı boş, bomboş. Bu din heyecan ister ve heyecanın altının da dolu olmasını bekler. Biz sahabe kadar olamayız cümlesi, şeytanın en kallavi vesveselerinden biridir efendim. Mücadelemiz, heyecanımız yoksa eğer, sadece sahabe kadar değil, insan olabilmemiz bile meçhul. Bizi hayvandan ayrıştıracak en önemli unsur, din adına duyacağımız heyecandır. Din adına yaşamak ve yaşatmak heyecanı insana has iken, İslâm adına duyacağımız heyecan, göstereceğimiz refleks, dayanışma, çalışma, diğer bütün dinlere ve inançlara mensup topluluklardan daha ateşli, aklı başında ve yorulmadan, bir an dâhi heyecanını yitirmeden ilerlemediği sürece; evet, biz sahabe kadar olamayacağız demektir. Biz bu gidişle bir Mecusi, putperest, Hristiyan, Musevî kadar bile olamayacağız.
Yaşayan ölüler gibiyiz. Eksiğiz, farkına varmalıyız bu eksikliğin fakat fazlalıklardan kurtulmadığımız, kurtulmak istemediğimiz müddetçe bizi dürtmeyecek bu gidişat. Maddenin darağacına kurduğumuz ipi boynumuza geçirmiş bekliyoruz ölümü. Kendi ipimizi çekiyoruz.
Bizdeki sorun, hiç bir şeyin eksikliğini hissetmeyecek seviyeye gelmiş olmamızdan kaynaklanıyor.
Bu öyle bir seviye ki; imkânların genişlemesi ruhta ağırlık yaparak sahibini aşağı çekiyor. Sonunda iyice ağırlaşan ruh, ortada kendisini ayağa kaldıracak bedeni bulamıyor.
İnsanı şahlandırıp hakikat arayışına iten dürtü, eksiklik hissiyatıdır. Bizim elimizden bunu aldılar, biz fazlaya tav olduk. Üzerimizde dünyanın leşi duruyor. Yediğimiz leş, giydiğimiz leş, sevdiğimiz, merak edip peşinden gittiğimiz, izlediğimiz, kapısını aralamaya çalıştığımız ne varsa leş. Yetimi doyurmadığımız müddetçe hep aç gezecek ruhumuz, sofralarımızda kuş sütü bile olsa hep doyumsuz olacağız. Fakiri giydirmedikçe hiç bir ayıbımız örtülmeyecek. Din kardeşimizin sıkıntısını gidermedikçe asla huzur bulmayacak kalplerimiz.
Üzerimizde dünyanın leşi duruyor ve bu leşin kokusu ruhumuzda bağışıklık kazandı. Dünya sevgisi ile kurtlandık efendim. Kendisiyle beraber bizi de çürüten bir ağırlığın altındayız. Sahabenin ayaklarının altına aldığı dünyada, biz kendimizi peşkeş çektik. Başka bir sorunumuz yoktur efendim. Dünya ile hesabımızı kapatmadığımız müddetçe; evet, asla sahabe kadar olamayacağız.
Hepinize hayırlı bayramlar diliyorum. Saygılar...