Hiç şüphesiz Osmanlı dönemi, Türk’ün kültür, edebiyat ve bilim yönünden büyük gelişim gösterdiği zaman diliminin başını çeker.
Yaşam tarzıyla, gelenekleriyle, müziğiyle, yönetim kabiliyetiyle tarihimizde çığır açan Osmanlı İmparatorluğu, maalesef günümüzde birçok örfünü, âdetini yitirmeye başladı.
Çağın gereklerine kurban verdi.
O dönemler bir evde hasta veya uyuyan bebek varsa pencere önüne saksı konur, sokaktakilere mesaj verilirdi. Çocuklar dahi buna saygı gösterir, oyunlarını başka tarafta oynar, seyyar satıcılar bağırmadan geçerdi o mahalleden.
Hemen her evin balkonunda, pervazında kuşların su içmesi için kap konurdu. Hatta mimarîsinde özel suluk olan evler bile vardı. Yanına mısır ya da susam taneleri de konduğu oluyordu. Şimdiki gibi evlerin çatısına kuşları korkutmak için kartal ikonası falan konmuyordu. Kuşun bereket getirdiğine inanılıyordu.
Evler, mümkün mertebe kıbleye dönük inşa edilirdi. Eğer ön kısmında boş arazi olan binaların dibine yeni bir yapı kondurulacaksa, önce o evin sahibinden helallik alınır; güneşini engellemeyecek şekilde yapılmasına özen gösterilirdi. Şimdiki gibi daha çok daire hırsıyla, insanların şifa kaynağı olan güneş engellenmezdi.
Sufî müzik ve su sesiyle tedavi tıpta yaygın olarak kullanılırdı. Ney, kudüm ve kanun sesi, aklî dengesini yitirmiş, psikolojik rahatsızlıkları olan hastaların iyileşmesini hızlandırdığı gibi, sağlıklı insanların da ruhen rahatlaması için bulunmaz bir nimetti. O dönemde icra edilen hemen her müzik makamının bir şifası biliniyor; mide ağrısı, tansiyon, migren, sara gibi hastalıklara iyi geldiği tıbben kanıtlandı.
Ebru, hat & çini sanatları özellikle camilerde fazlaca kullanılırdı. Sosyal aktivite olarak özellikle bayanların en çok tercih ettiği sanatların başında gelirlerdi. Bugünkü gibi altın günü, matine gibi toplantılar o dönemler yoktu.
Kıraathaneler, bugünkü anlayıştan oldukça uzaktı. Okey, tavla, pişti gibi oyunlar yerine daha çok Cuma çıkışları erkeklerin sohbet ettikleri mekân olarak kullanıldığı gibi Kıraat kelimesi “okumak” anlamına geldiği için “kıraathane” geleneği, Kur’an okunan yer olarak da kullanılıyordu.
Hiç şüphesiz padişahlar, önde gelen ulemalar, sanatçılar gibi ilim ehli insanlar, kalplerindeki iman gücünü keskinleştirmek, pekiştirmek adına tasavvufta bir nevi nefis eğitme yöntemi olan “Çilehane” geleneğini sürdürürlerdi. Kendilerini haftalarca, belki aylarca tek kişilik küçük bir odaya hapsederler, gün boyu ibadet ederlerdi. Odada gün ışığını alabilecek kadar küçük bir delik bulunur ve açlıklarını giderecek miktarda yiyecek-içecek tüketirlerdi.
Daha nicelerini sayabilirim buna benzer geleneklerin. Önemli olan bu ruhu yitirmemek…
Bugün tek çilehanemiz geçim derdi, tek kıraathanemiz de akıllı telefonlar oldukça bizim sonumuz parlaktır.