Yıl 1975 İstanbul da Okmeydanı semtinde eniştemin nalbur dükkânı var. Yaz aylarında okul sonrası sürekli tatile ya İstanbul’a veya İskenderun’a gezmeye giderdim. Bu yıl İstanbul’a gitmeye karar vermiştim.
O yıllarda ben hem okuyor hem de Kars’ta günlük çıkan Ekinci gazetesinde yazıyor, muhabirlik yapıyorum. Aynı zaman da Anadolu Haber Ajansı Erzurum Bölgeye bağlı Kars temsilciliğini de yürütüyordum.
Okullar tatil olunca hemen valizimi hazırlayıp İstanbul’a trenle gittim. Birkaç gün ablamlar da kaldıktan sonra Süreyya Plajında teyzemleri de ziyaret edeyim diyerek Haydarpaşa’ya vapur ile geçip, Süreyya Plajına geldim. Teyzemlerde küçük dayımın oğlu Gökhan’da onlara gelmiş. Beni görünce Teyzemin oğlu Nihat ile Gökhan çok sevindiler. Biz üçümüz bir araya geldiğimizde mutlaka çeşitli muzırlıklar yapar, gece yarılarına kadar uyumayıp, fıkralar anlatır, sessiz sinema oynar, hatta ruh çağırma seansları bile yapıp gülerdik.
Ben her gittiğim yere fotoğraf makinemi de yanımda götürürdüm. Evde oturup fıkralar anlatmaktan ve sessiz sinema oynamaktan sıkılınca Gökhan’ın aklına ilginç bir fikir geldi. Bize dönüp:
“Oğlum hazır teyp’imiz, fotoğraf makinemiz var. Çıkalım dışarı Kolera salgını ile ilgili bir röportaj yapalım. Ne dersiniz?”
Nihat ile ben göz, göze geldik. Adeta sözleşmiş gibi ikimizde birden:
“Olur!” dedik ve hazırlanıp yola çıktık. Nihat bir ara durup:
“İyide bu röportajı nerede yapacağız?”
Benim kafamda birden şimşekler çaktı:
“Nerede olacak? Doğan ağabeylerin semtinde!”
Gökhan bu fikrime katıldı ama Nihat:
“Saçmalamayın oğlum orası olurmu? Bahsettiğiniz yer Mor Lale! Hep seçkin ailelerin oturduğu yer olurmu hiç? Üstelik ilk röportaj yaptığımız kişi bizim bu işi gırgırına yaptığımızı hemen çakar!”
Ben hemen bir seçenek sundum:
“Ya Nihat sende amma safsın Fikirtepe ne güne duruyor? Genelde burada çoğunlukla doğudan gelme insanlar var. Bizim bu işi gırgırına yaptığımızı nereden anlayacaklar!”
Gökhan da Nihat ta benim fikrimi beğenip Süreyya Plajından Banliyö trenine binip Kadıköy Söğütlü çeşme durağında indik. Buradan yürüyerek Fikirtepe ye geldik. Fikirtepe nin hemen ortasından geçen bir dere vardı. Kurbağalı dere diye anılan bu dere kenarından geçen yol, Kadıköy ile Ankara otobanını bir birine bağlar. Bu yolun kenarında sıralı dükkânlar ve birde Anadolu’dan gelip bu muhite yerleşenlerin çıktığı Kurbağalı dere Kıraathanesi vardı. Biz bu kahvehanenin önüne geldik. Aylardan Temmuz olduğundan aşırı sıcaklar vardı. Bu yüzden insanlar Kahvehanenin önünde oturup çay içip sohbet ediyorlardı. Ben fotoğraf makinemin kılıfını çözüp Nihat’a:
“Haydi, birini bulun ona mikrofonu uzatıp başlayın soru yöneltmeye.”
Nihat ise Gökhan’a dönüp:
“Haydi, Gökhan, bu işi sen iyi kıvırırsın. Başla bakalım Röportaja!”
Gökhan çaresiz:
“Tamam, zaten ben birini gözüme kestirdim.” Diyip yaşlı bir adama mikrofonu uzatıp:
“Bey amca biliyorsunuz bu günlerde İstanbul’da Bağırsak enfeksiyonu var. Sizin oturduğunuz bu Kurbağalı dere de tam bir mikrop yuvası. Bu konuda ne söyleyeceksiniz?”
Adam biraz yutkundu ve titrek bir sesle:
“Haklısın oğlum. Bu bağırsak Enflasyonu bizleri perişan etti.” Diyince Gökhan adamın kelimesin düzeltmek amacıyla:
“Amcacığım Enflasyon değil! Enfeksiyon. Yani bulaşıcı mikroptan söz ediyorum.”
Adam sanki Gökhan’ı duymamamış casına:
“Evet, evet bağırsak enflasyonu evladım. Televizyonda haberlerde de söylüyorlardı.”
Gökhan mikrofonu başka birine çevirirken:
“Tamam, amca birde bu arkadaş fikrini beyan etsin.”
Mikrofonu uzattığı kişi orta yaşlarda biri idi. Adam ayak, ayaküstüne atmış elinde ki iri taneli tesbihini çekip Gökhan’ı süzüyordu. Bir anda kendine gelip, hemen Gökhan’ın sorusuna cevap verdi:
“Mustaa emmi nin dediği gibi bağursak enflasyonu aldı yürüdü. Çoluğu çombağı hamısı bu enflasyona yagalandı. Emme kimseler bu işe bir çare bulmuyor. Ne edek gardaş? Devletimiz gari, bi çare bulurlar her hal!”
Biz için, için gülmeye başlarken Nihat beni dürtekleyip;
“Haydi, oğlum buradan uzaklaşalım yoksa kahkaha atacağım. Dayak yemeden uzayalım.”
Bende Gökhan’a işaret edip, röportajı kısa keserek, oradan hemen uzaklaştık. Abimlerin evine yaklaşık beş altı yüz metre vardı. Eve kadar gülerek yürüdük.