Her milletin, kendisine ışık tutan, şevk ve heyecan kaynağı değerleri vardır. Fertler bu değerlerin etrafında kenetlendikleri zaman gerçek manada millet olma şuuruna ererler. Toplumu birbirine kaynaştıran bu değerlerden birisi de milli birlik ve beraberlik duygusudur. Şanlı tarihimiz, imanımızdan kaynaklanan, milli birlik ruhuyla kazanılmış eşsiz zaferlerle doludur. Bu zaferler, geçmişimizi süsleyen ve geleceğimizi aydınlatan çok önemli noktalardır. Tarih sahnesinde müstesna bir yere ve değere sahip olan ÇANAKKALE ZAFERİ’de, bu dönüm noktalarından birisidir.

Bu yıl, Çanakkale savaşlarının 100. yıldönümünü idrak ediyoruz…100 yıl önce 250 bin şehit ve bir o kadar da gazimizin kanları ve canları pahasına yazdıkları Çanakkale destanının güzel kahramanlarını,  100 yüzyıl sonra bugün, rahmet, saygı ve Fatihalarla anıyoruz…

Çanakkale savaşları 1915–1916 yıllarında cereyan etti. Bu savaşa giriş öyküsüyle ilgili olarak bazı araştırmacıların klasik değerlendirmeleri tarih kitaplarında şöyle anlatılır: Macaristan - Avusturya Veliahttı, Sırplı bir genç tarafından Saray Bosna’da 28 Haziran 1914’de öldürülür. Bunun üzerine Avusturya Sırbistan’a nota verir ve ardından saldırır. İngiltere, Fransa, Rusya, Sırbistan, Karadağ ve Belçika, İtilaf Devletleri adı altında bir taraftadır. Almanya, Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan ise, İttifak Devletleri adıyla karşı tarafta yer alır ve böylece 20. yüzyılın en büyük, en kanlı savaşı başlar.

1914 Yılında “Birinci Cihan Savaşı” bütün şiddeti ile devam ederken; bu yılın 10 Ağustosunda Goebon ve Breslau  adlı iki Alman gemisi İngilizlerin takibinden kaçarak Çanakkale Boğazını geçer ve  Osmanlı Devletine sığınır. Almanya ile iyi iliş- kileri olan Osmanlı Devleti yöneticileri de bu iki geminin satın alındığını ve donanmaya dâhil edildiğini açıklar. Uluslar arası deniz hukuk kurallarına göre bu iki gemi artık Türk Donanmasına aittir.Bu iki geminin adları Yavuz ve Midilli olarak değiştirilir. Böylece donanmamız, son teknoloji ile donatılmış 2 gemiye sahip olmuştur.  Ne var ki bu iki gemi birkaç ay sonra 1914’ün Kasım ayında Karadeniz’e açılarak Rusya’nın liman kentlerini bombalar…

Almanya, öteden beri iyi ilişkiler içinde bulunduğu Osmanlı Devletinin bu savaşta kendi yanında harbe girmesini istemektedir. İstanbul’a sığınan iki geminin Rusya limanlarını top ateşine tutmasından sonra İtilaf devletleri Türklere karşı tavır içine girerler. Bunun üzerine İngiltere, Osmanlı Devletine karşı harp ilan eder. Zaten İngiltere, öteden beri Boğazlardan geçerek İstanbul’u alma hayalleri içindedir. İstanbul’u istila edip, boğazları kontrol altında tutma ve İslâm dünyasının yer altı zenginliklerini ele geçirme, sömürgeci Batı ülkelerinin eskimeyen rüyasıdır. Onlar rüyalarına doğru yürürken, 1299’da kurulan Osmanlı Devleti tarihinin en zor dönemeci olan birinci Cihan harbinin karanlıklarına doğru çekilmektedir.

Daha sonra İtalya, ABD, Japonya, Yunanistan, Portekiz ve Romanya; İtilaf Devletlerinin yanında, yani Almanya ile bizim karşımızda savaşa dâhil olurlar.

Harbe girişimizin ikinci bir öyküsü ise Talat Paşa’ya dayandırılır:

Talat Paşa kaybettiğimiz toprakları yeniden elde edebilmek için savaşın galibi olacağına inandığı Almanya yanında bizim harbe girmemizi istemiş ve emelini gerçekleştirmiştir. Bu iki görüş de esasında tam olarak I. Cihan harbine iştirakimizin gerçek sebebi değildir ve hakikati tam olarak yansıtmamaktadır. Asıl sebep şöyle izah edilebilir: 19. Yüzyılda Avrupa devletleri, başta İngilizler, Fransızlar olmak üzere, (Ruslar ve Almanlar da buna dâhildir), Orta Doğudaki zengin petrol yataklarını ajanları vasıtasıyla tespit etmişlerdir. Avrupa’nın gelişmiş ülkeleri Sanayi Devrimini gerçekleştirmiş, tüm Avrupa, demiryolu ağları ile örülmüştür. Fakat enerji ihtiyacı had safhadadır. Avrupa’da petrol yok, Osmanlı topraklarında ise petrol çoktur. Öyleyse Osmanlı toprakları işgal edilmeli, enerji kaynaklarına ulaşılmalıdır.     

Bu yüzden I.Cihan harbine Osmanlı petrollerinin Avrupa’ya taşınması projesi denebilir. Bu savaş da petrol savaşıdır. Nitekim aradan yüz yıl geçmesine rağmen petrolün en çok bulunduğu Ortadoğu’da bugün hâlâ devam eden savaş petrol savaşıdır. Ortadoğu ve İslâm ülkeleri üzerin-de son 30 yıldır oynanan kirli oyunların ve dökülen kanların gerçek nedeni de İslâm ülkelerinin sahip olduğu petrol ve yer altı zenginliklerini ele geçirme arzusudur. Demokrasi, özgürlük, insan hakları, Büyük Ortadoğu Projesi, Arap Baharı, vb. yaldızlı sözler, asıl amacı gizlemeye yönelik, sah-te, aldatıcı ve boş iddialardır.

100 yıl öncesine gidelim…

Çanakkale savaşı, 1915-1916 yılları arasında Çanakkale’de ve Gelibolu Yarımadası’nda Osmanlı Devleti ile İtilaf devletleri arasında yapılan deniz ve kara muharebelerinin adıdır. Son iki üç asırdır sömürgecilikle palazlanan; insan emeği ve insan kanıyla varlıklarını sürdürmeyi alışkanlık haline getiren sözde demokrat ama gerçekte emperyalist Batı ülkeleri haçlı ruhuyla bir araya gelerek Osmanlı’nın yer altı zenginliklerini ele geçirmek için Çanakkale’den geçerek İstanbul’u işgal etme planlarını uygulama aşamasına geçirmek istemişlerdir bu saldırı ile…

  İngiliz donanması, Fransa ve daha birçok yandaşından oluşan geniş bir harp filosu 1914 yılında Kasım ayının 14’ünde Çanakkale’ye geldi. Böylece 100 yıl önce Çanakkale denizinde ve Gelibolu yarımadasında Boğaz Harbi/Çanakkale Savaşları başladı. Türk donanması düşman ordusuna bağlı donanmayı Çanakkale önlerinde karşıladı. Dünyanın tanık olduğu çok trajik ve çok kanlı bir savaş böylece başladı. I. Cihan Harbi içinde gerçekleşen Çanakkale Savaşlarının başlangıç tarihi 3 Kasımda 1914’dür. Önce deniz savaşları; sonrasında da Gelibolu yarımadasında kara savaşları olarak süren bu muharebeler 9 Ocak 1916 tarihine kadar devam etti.

Çanakkale savaşlarında, Anadolu’nun her yöresinden, her köyünden silahını kapan yüz binlerce vatan evladı; genci-ihtiyarı, kadını-erkeği, lise öğrencisi-entelektüel aydını, cepheye koşmakta ve bir şekilde bu muharebelere katkı sağlamakta tereddüt göstermemişlerdir. 1915 yılında Galatasaray Lisesi ile İstiklal harbi yıllarında İstanbul Tıp Fakültesi (Daru’l-Fünun), Kayseri Erkek Lisesi, Konya, Trabzon ve İzmir liseleri tek bir mezun bile veremediler. Çünkü tüm öğrencileri cephede şehit düşmüşlerdi. Çanakkale ve İstiklal Savaşlarında gencecik yavrularımız vatan topraklarını savunmak ve hain saldırıya dur demek için yurdumuzun dört bir yanından cepheye koşmuşlar ve binlerce çocuk-asker vatan savunmasında kahramanlık örnekleri sergilemişlerdir. Onlar şimdi, savaşın yapıldığı bölgelerden geçen insanlara lisanı hâlle şöyle seslenmek tedirler:

“Dur yolcu, bilmeden gelip bastığın,

Bu toprak, bir devrin battığı yerdir.

Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın,

Bir vatan kalbinin attığı yerdir!.

Bu tümsek, koparken büyük zelzele,

Son vatan parçası geçerken ele,

Mehmed’in düşmanı, boğduğu sele,

Mübarek kanını kattığı  yerdir!...”

(Necmettin Halil Ozan)

 

Osmanlı ordusunda savaşan askerin durumu öylesine içler acısıdır ki, siperler için yeterli derecede kum torbası dahi bulunamamakta ve bazen İstanbul’dan gelen birkaç yüz yeni torbanın, kum torbası olarak mı, yoksa erlerin harap olan elbiselerine yama olarak mı kullanılacağı tartışılmıştır.

Çanakkale’yi geçmek isteyen süper güçlerin elinde, son derece modern muharebe gemileri, 279’a yakın top, çok sayıda kruvazör, muhrip, denizaltı, uçak ve mayın gemileriyle, yardımcı gemiler varken, 18 Mart 1915’teki boğaz muharebesinde Türklerin elinde sadece 82 top bu- lunuyordu. Türk tarafındaki yokluklar ve imkânsızlıklar Osmanlı Genel Kurmayı’nı değişik çareler aramaya sevk etmiş, top yetersizliği yüzünden İstanbul Askeri Müzesi’ndeki asırlık antika toplar bile savaş alanına getirilmiştir.

Fransa ve İngiltere donanması Çanakkale’de Boğazın iki yakasına konuşlanmış olan Türk tabyalarını top ateşiyle dövmeye başladığında şanlı ecdat  bu saldırıya aynı şiddetle karşılık verir ve müthiş bir düello başlar. Düşman donanmasına ait gemiler üst üste isabet alırlar... Bazı gemiler boğazın derin sularına gömülürken Türklerin kaybı da büyük olmak-tadır…

“Şu Boğaz Harbi nedir?

Var mı ki dünyada eşi

En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,

Tepeden yol bularak geçmek için

Marmara’ya

Kaç donanmayla sarılmış ufacık

bir karaya…”

Boğazı zorlama ve denizden yapılan saldılar 125 gün devam eder.

18 Mart 1915’de Türk ordusu düşman donanmasına büyük zayiat verdirerek deniz savaşlarının galibi olur. Düşman denizden Çanakkale’yi geçemeyeceğini anlamış ve geri çekilmeye başlamıştır.

Boğazı geçemeyen İstilacılar bu defada karadan şanslarını denemek isteyeceklerdir. Çanakkale kara savaşları deniz savaşlarına oranla daha uzun sürmüştür… Tam 259 gün… Anadolu ayaklanmış, kadın-erkek, genç- ihtiyar, yüz binler bu hain istilaya dur demek için Çanakkale’ye akın etmişlerdir... Çanakkale Destanı yüz binlerce vatan evladının göğüslerini vatan topraklarına siper etmeleri sayesinde yazılmıştır. Çoğunlukla, boğaz boğaza süngü harpleri şeklinde gerçekleşen Çanakkale savaşlarında, ancak manevi / ilahi yardım olarak nitelenebilecek pek çok olay yaşanmıştır…

Anafartalar Komutanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Çanakkale’deki askerimizin manevi gücünü şöyle anlatıyor: “Karşılıklı siperler arası sekiz metre, yani ölüm muhakkak. Birinci siperdekiler, hiçbiri kurtulamayarak kâmilen şehit düşüyor. İkinci siperdekiler onların yerine geçiyor. Fakat ne kadar edilecek itidal ve tevekkül ki, ölenleri görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor, hiç tereddüt bile göstermiyor, sarsılmak yok! Okuma bilenler elle- rinde Kur’an-ı Kerim, cennete girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler kelime-i şehadet getirerek yürüyorlar. Bu Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren, şâyân-ı hayret bir misaldir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale muharebesini kazandıran, bu yüksek ruhtur.” Çanakkale Zaferi, vatanı, bayrağı, milleti, dini ve devleti için canını Allah yolunda feda eden, böylece Allah rızasına eren şehitlerin destanıdır.

Çanakkale’de, yalnız zafer kazanılmamış, aynı zamanda bir destan yazılmıştır. Bu destan, Anadolu’nun düşman istilasından kurtulduğu, iki yüz elli bin şehidin kanlarıyla yazıldığı bir levhadır. Bu destanda Kur’an, iman, civanmertlik, fedakarlık, sabır, samimiyet ve kahramanlık vardır. Zira Mehmetçiğin o gün modern silahları olmamasına rağmen, kalpleri iman ve gönülleri vatan sevgisiyle doluydu. Tarih bir kez daha göstermiştir ki, bu zaferin elde edilmesinde yalnız maddi güç değil, bununla birlikte  iman ve samimiyetin olması gerekir. Nitekim Seyit Onbaşı da 276 kg. lık top mermisini ancak iman ve samimiyetle kaldırmıştır.

Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de: “Ey iman edenler! Allah’ın (dinine) yardım ederseniz O da size yardım eder ve ayaklarınızı sağlam bastırır.” (Muhammed, 47/7).

Başka bir Ayette ise: “Eğer Allah size yardım ederse, size üstün gelecek hiç kimse olamaz. Şayet O sizi yardımsız bırakırsa, artık O’ndan sonra size kim size kim yardım edebilir ki?” (Al-i İmran, 3/160) buyurmaktadır.

Tarih; din ve vatan uğrundaki fedâkârlığn muhteşem bir örneğine de Çanakkale’de şahit olmuştur. Can ve malın Allah yolunda, insanı insan yapan, toprağı va-tan kılan, toplumu millet yapan değerler uğruna fedâ edilebilmesi, kulun Rabb’ine karşı muhabbetinin en güzel ifadesidir. Bunun içindir ki Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır: “Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanmayın; bilakis, onlar diridirler. Rableri katında rızıklanmaktadırlar.” (Al-i İmran, 3/169)

Allah Resûlü (s.a.v) şu Hadisi Şeriflerinde: “Allah’a yemin ederim ki, Allah yolunda savaşıp şehit olmayı, diriltilip yine şehit olmayı, tekrar diriltilip şehit olmayı isterim.” (Buhâri, Cihad, 199). “Cennete giren hiçbir kimse, yeryüzün-deki bütün şeyler kendisinin olsa bile dünyaya geri dönmek istemez. Sadece şehit, gördüğü itibar ve ikram sebebiyle tekrar dünyaya dönmeyi ve defalarca şehit olmayı ister.” (Buhârî, Cihâd, 21) buyurmuştur. Ecdadımızın yüce değerler uğruna üstün fedâkarlıklar göstermesinin temelinde, bu ilâhi ve peygamberi müjdeler yatmaktadır.

Her karış toprağı, şehit kanlarıyla sulanmış bu vatan için, ecdadımız yüz binlerce şehit vermiştir. Mehmetler, Hasan- lar, Hüseyinler, Aliler, Yahya Çavuşlar, Se-yit Ömerler, Nene Hatunlar ve adını bura-da sayamadığımız binlerce kahraman evladı, üzerlerine düşen görevlerini hakkıyla ifa ederek bu din uğruna, bu vatan uğruna şehit olmuşlardır İstanbul’da Ankara’ya, İzmir’e; Samsundan Diyarbakır’a, Tunceli’ye, Edirne’den Kars’a, Hakkari’ye hatta Suriye ve Filistin’ve kadar memleketin insanı yan yana, omuz omuza birlik, beraberlik ve kardeşlik duyguları ile düşmana karşı koymuşlar, kanlarını ve canlarını bu güzel vatan için seve seve feda etmekten çekinmemişlerdir. İmandan kaynaklanan “ölürsem şehit, kalırsam ga-zi” ruhuyla bu vatanı müdafaa etmişlerdir. Tarihimizde Çanakkale gibi yer alan şanlı zaferlerin sırrı, milletimizin tek vücut olması, birlik, beraberlik halinde bölünmez bir bütünlük oluşturması ve “Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez” rûhunun yaşanmasında yatmaktadır. “Çanakkale Geçilmez” fermanı, 250 bin imanlı vatan evladının, şehadet şerbetini içmesiyle yazılmıştır. Çanakkale’de maddi gücümüz, düşmanın gücüne nispetle çok daha zayıftı. Askerlerimizin bir çoğunun ayağında postalı dahi yoktu. Ancak Mehmetçiğin manevi gücü büyüktü. İngiliz Ordu Komutanının: “Bizi Türklerin maddi gücü değil, manevi gücü mağlup etmiş tir. Çünkü onların atacak barutu bile kalmamıştı” şeklindeki itirafı, bu gerçeği ifade etmektedir.

Sonuç olarak şu husus iyi bilinmelidir ki, milletimizin bekası, şehitlik ve gazilik ruhu kazanmış bir kalbe sahip nesiller yetiştirmekle mümkündür. Çanakkale’yi anlamak, yalnız Gelibolu yarımadasını ziyaret edip, sadece kazılan siperleri görmek değildir. Bilakis 100 yıl öncesine giderek manen şehitlerle konuşabilmek, yaşananları anlayabilmek ve yazılan destanlara ibretle bakabilmektir. Bunun için  geleceğimizin teminatı olan çocuklarımıza başta Çanakkale savaşı olmak üzere, Sakarya’da, Dumlupınar’da yaşanan destanları ve ardındaki ruhu iyi anlatmalı ve cennet vatanımızın ve necip milletimizin kıymetini çok iyi öğretmeliyiz. Çünkü milletimizin ve vatanımızın bekâsı şehitlik ve gazilik ruhunun canlı tutulmasıyla mümkündür.

Milli Şairimiz Mehmet Âkif ERSOY’un şu güzel dizeleri ile yazıma  son vermek istiyorum.…

“Gök Kubbenin altında yatar al kan içinde,

Ey yolcu şu topraklar için can veren erler,

Hakkın bu veli kulları taş türbeye sığmaz!

Gufrana bürünmüş yalnız FATİHA bekler!”