Tıkış tıkış evler,tepiş tepiş ilişkiler,fabrikasyon hayatlar,ruhsuz caddeler,sokaklar,binalar...Kokusuz elmalar,tavuksuz-civcivsiz-topraksız bahçeler,samimiyetsiz yaşamlar...Sıkılıyor insan bu modern çılgınlıktan.Siz sıkılmadınız mı?Üst üste yığılmış evlerin perdesini kaldırınca karşı binanın penceresini görmek kadar insanın hayat coşkusunu söndüren başka bir manzarasızlık daha yoktur.İnsanoğlu manzarayı öldürdüğü gün modernizmle tanıştı.Büyük binaların içinde kendini göğe yakın sanmakla ezilen ruhunun durumunu bir de rahatlık olarak addederek kendine en büyük rahatsızlığı inşâ etti.Farkına geç vardı,iş işten geçmişti.Yeni bir yaşam anlayışı adı altında apartmanda oturmayan,bahçesi sunî çimlerle kaplanmayan,giriş çıkışı özel güvenliklerle,kameralarla donatılmayan semtlerin insanlarını kültürsüzlükle suçlayarak taştan binaları kültürün ve gelişmişliğin ana malzemesi,harcı şeklinde topluma sundular.Hâl böyle olunca müstakil evlerde yaşayanlar;içinde belki de çocukluğunun geçtiği,kaç nesil insanın kahkahasının duyulduğu ve kaçının hüznünün yüklendiği,duvarlarında geçmişin izleri,odalarında sayısız hatıralarının olduğu,bir binadan çok bir dünyayı,hayatın manzarasını,yaşamın en samimi hâlini resmeden bu yuvalardan kendilerini dışlayarak ellerinde,avuçlarında ne varsa,türlü borçlarla buraları terketmeye başladılar.Özendikleri ve dayatılan bu keşmekeşe dâhil olduklarında ise neler kaybettiklerinin bilincinde olmamakla beraber hayatlarının akışında derinden bir tatsızlık,bir çiğlik,bir yorgunluk hissetmeleri terkettikleri evlerinde geçmişin dualarının,acılarının,sevinçlerinin,sükûnetinin ruhlarındaki dinginliğe,direnmeye,güce sebep olduğunu hiç keşfedemeyecekler.
Yeni bir yaşam tarzıyla beraber değişen alışkanlıkların yerini mââlesef pek iç açıcı alışkanlıklar almıyor.İç içe,üst üste olan dairelerin,fısıltıyla bile konuşulsa diğer cepheye ulaşan seslerin,bir üst-alt,ya da yan binanın sahibine ulaşan gürültü,beraberinde öfke ve huzursuzluğu getiriyor.Buralarda oturduğunda insan nasıl bir hayat hâyâl ediyordu ki?Kendi özgürlük alanı bahçe çitlerine kadar uzanırken,kapıyı açar açmaz karşı dairenin evine girecek kadar,başını yastığa koyduğunda bahçesinin cırcır böcekleri,kuş cıvıltıları yerine yan dairenin sakinlerinin kahkahası ya da kavgasına ortak olacak kadar,özgürlüğüne düşkün bir varlık olmasına rağmen taştan yığınlarla modern bir hapishane oluşturma aptallığını gösterecek kadar bilinçsiz bir yaşam biçimi içerisinde kendini kaybetmesi elbette mümkündür.Bu modern hapishanelerde en içten kahkahalarınızı savuramazsınız,anında kapınız rahatsız olan insanların öfkeleriyle çalınır.Tartışma hürriyetinizi,bağırıp çağırma yolunu seçip deşarj olma,belki de kavga etme potansiyelinizi buralarda unutun.Öfkenizi patlatmaya,sesinizi özgürce coşturmaya,en şuh kahkahalarınızı savurmaya imkân vermeyen bu mekânlar sağlığınızı günden güne bozuyor.Elbette birlikte yaşamanın nezaket kuralları mevcut fakat içinizde patlattığınız öfkenin,savuramadığınız kahkahalarınızın,özgürce yükseltemediğiniz sesinizin sağlık açısından ne kadar önemli ve gerekli olduğunu bilimsel makalelerden ve doktor tavsiyelerinden artık hepimiz biliyoruz.
Dip dibe olmanın uzaklaşmak paradoksunu yaşatan bu mekânların ruhsuz,donuk,soğuk,samimiyetsiz havası ile beraber kendimizi yeni duygulara adapte ederek yorduğumuz,enerjisini kısıtladığımız yaşamlarımız,çirkin bir şehir manzarasıyla göz zevkimizi de bozuyor.Hiç bitmeyen bir sıralanmayla yan yana dizilen binalar;yüksekliğinde gökyüzünün rengini,güneşin gözümüzü artık alamayan ışığını,yağmurun şiddetinin bizi teğet geçip sadece çatılara düşen damlalarını hissedemeyerek gerçek bir yaşamdan,doğanın varlığından söz edebilir miyiz?Toprak kokusunu bilmeyen bir nesil var artık.Tarif de edemezsiniz doğal olanı.Doğallık işaret edilemeyecek,dile getirilemeyecek,kişinin ânâ şahit olmasıyla tecrübe edeceği bir gerçeklik iken,siz bu yaşam biçimine hem dâhil olmak için can atın,hem de maziye olan özleminizle iç çektiğiniz hâlinizin tezatlığını en doğalından çocuklarınıza sunarak yaşadığınız ruh hâlinizin ikiyüzlülüğünde yok olup gidin.Bir fidan dikip sulamayan,toprağı suyla çamur kıvamına getirmeyen,çimen kokusunu bilmeyen çocuklara doğayı sevme,sahip çıkma duygusunu hangi ortamda anlatacaksınız?Ne çimen kaldı,ne de fidan dikilecek toprak...Betonlara gömdüğünüz ruhlarınızın sizden soracağı hesap büyük.Kendinizi sıkış tepiş bir ortamın içinde hasta edip panik ataklarla,hipokondriyalarla,obsesif bozukluklarla hayatınıza devam ederek hasta bir toplum,şizofren bir yaşam biçimi,adınızla seslendiklerinde bile irkilip manyak bir ruh hâliyle gerildiğiniz bu modern rahatsızlıklar,sıkıştığınız o binaların,o binalara sahip olmak için dâhil olduğunuz banka-faiz çarkının ve üzerine ödeyemediğiniz borçların sizi hayattan koparıp,yaşamı ve dahası kendinizi kaçırdığınız bir koşuşturmacayla mutsuz,nefret dolu,hasta bireyler eşliğinde toplumu da bozmaya aday bir durumdur.İçinde bulunduğumuz toplumun huzursuzlukların ana kaynağı ya ödenmemiş borçlar,ya alınmamış evler,ya lüks araba özlemi,ya da daha modern binalarda yaşama isteğinden dertlerle ibaret biçimde.Bir toplumun kalitesi neyi dert ettiğiyle doğru orantıda iken,dâhil olduğumuz kalabalıklardaki basitlik,çirkinlik,simetrik şekilde birbirini örtmeyen,bütünlük arzetmeyen esas sorunların asimetrik şekilde dertlerle herkesin bu modern yaşam içerisinde kendisine en dandik sorunu kapma yarışmasıyla koşturan insanlarla dolu.
Herkes birbirine çarpıyor ama kimse kimseye değmiyor.Çarpmanın verdiği acının etkisini kalbe değerek dindirmeye çalışmak hissiyatını,yardım etme hassasiyetini iğdiş etmiş bu modern koşturmacaların,bu ruhsuz hayatın bizim toplumumuza,geleneğimize,dinimize,felsefemize hiç uymadığı,kimyamızı bozduğu geldiğimiz noktadan tüm sefaletiyle görünüyor.Sonsuz bir dünya hayatı varmış algısını oluşturan bu sistem inandıklarımıza tezat bir anlayış sunduğu için sıkışıp kaldığımız bu iki dünya arasında oradan oraya savruluyoruz.Ayaklarının değdiği her yeri yeşerten,hayat veren özgür bir neslin evlâtları olarak bu kadar kıtlığın,varlık içinde yokluğun sebebi bize sunulan standart paketli hayatların cezbine büyük bir iştihayla kapılıp,tüm yaşamımızı modern kölelikle geçirmeyi kabul ederek bizi bağlayan zincirlerimizin bizi özgürleştirdiğine olan inancımızla devamlı surette bu zincirleri modern yaşamak hırsının teriyle sulayarak o zincirleri daha bir çelikleştiriyor,kırılmaz bir hâl alana kadar kendimizi bu uğurda feda ediyoruz.Bu sistemin mottosu olan;'ye,tüket,öl' anlaşmasına sadık kalarak hayatlarımızın tuvalet-sofra-iş arasında tükendiğini kabul edersek,bu döngünün arasında sıkışan ruhumuzun iniltisini duyabilmek için kalbe,kitaba,kutsala dönmenin gerekliliğini,tüm modern oyuncaklardan ve ihtiyaçmış gibi sunulan ihtiyaçsızlıklardan arınacak biçimde bir hayat felsefesine bizim muhtaçlığımız söz konusudur.
Tefekkür ederek geçmemiz gereken bu dünya hayatında tükenerek ve tüketerek geçersiz bir hayatla geçmeyi umduğumuz tüm köprüleri hangi değerlerle,kutsallarla inşâ ettiğimize bağlı olarak kazanacağımız kul olabilme şerefi,bizi hiç ilgilendirmemesi gereken fani bir sistem için eritilen ruhumuzu en aşağı tabakada bulmamız işten bile değildir.Modernizm dininde tüket ve öl ibadetleriyle harcadığımız ömrümüzün kââle alınacağını sanıyorsak,yüzümüze çarpılacak kulluk iflasıyla kendimize gelmek için artık çok geç olacaktır.Sistemin istediği bilinçli tüketici değil;bilinçli üretici olarak bize verilen ömür sermayesini ne kadar bereketlendireceğimiz ile ilgilenmek esas gâyemiz olmalıdır.
Ömrünüz,nefesiniz,amacınız,ölümünüz bereketli olsun efendim.Geride kalan tüm bereket tanımları yaratılış amacımızı hiç ilgilendirmiyor.