“Devletlerarası ilişkilerde dostluklar yoktur, daima çıkarlar ön plandadır”
Osmanlı'nın son döneminde dış politikada, özellikle Rus tehdidine karşı İngiltere'nin desteğini almak için 1910 yılında iki devlet arasında görüşmeler başlatılır. Bu görüşmelerde Katar'ın statüsü de gündemdedir. Mahmut Şevket Paşa: “Irak'taki istikbalimiz için Katar gibi, devlet için hiçbir faydası olmayan yeri İngiltere'ye terk edelim" diyordu. Nitekim 29 Temmuz 1913'te Londra'da imzalanacak olan antlaşmanın ilgili maddesinde Osmanlı Devleti Katar yarımadası üzerindeki bütün taleplerinden feragat edecektir. Her ne kadar I.Dünya Harbi başlangıcına kadar Osmanlı askerinin buradaki mevcudiyeti sürse de, harbin başlamasıyla birlikte bölge artık terk edilecek ve tamamen İngilizlerin tahakkümü altına girecektir.
İngilizlerin I Dünya harbi öncesi Irak, Basra ve Hicaz bölgesine gönderdikleri tarihçi, biyolog, arkeolog kimlikleri altındaki casuslar vasıtasıyla Arap aşiretlerini kendi yanlarına çekmek, bölgede kurulacak bir vehhabi devleti vasıtasıyla da daha hızlı yol alabilmek gayreti içerisinde olduğunu görürüz. Bu yolda hiçbir maddi fedakârlıktan kaçınmayan İngiliz hükümetinin göndermiş olduğu casuslardan en meşhuru, Irak ve Hicaz bölgesinde uzun yıllar casusluk yapacak olan ve aynı zamanda Arabistanlı Lawrence olarak bilinen Thomas Edward Lawrence’in eğitmeni ve analığı olan Gertrude Bell’dir. Kuveyt Emiri ile İbn-i Suud yanında Basra bölgesinden Seyyid Talip ile de görüşerek kendilerini Türklerin tahakkümünden kurtarmak için destek verecekleri sözü yanında gerek maddi menfaatler temini gerekse kendisine hayran bıraktığı aşiret liderleri vasıtasıyla bölgedeki aşiretlerin İngiltere lehine desteğini temin etmiştir. Bu casusluk faaliyetlerini ilan edilecek olan cihad-ı mukaddesi de etkisiz kılan en önemli sebep olarak görebiliriz. Üstelik İngilizler, bölgede yayınladıkları bildirilerle İngiltere’nin bir İslam devleti olduğu iddiasında bulunurlar. Sahip oldukları sömürgelerde yaşayan müslümanların nüfusunu öne sürerek bu konuda haklı olduklarını iddia ederler. Tabii, Teşkilat-ı Mahsusa casuslarının da bölgede faaliyet gösterdiklerini belirtmeliyim.
I.Dünya Harbinde Almanya ile müttefik olan Osmanlı’nın daha harpten yıllar önce inşasına başladığı Berlin-Bağdat demiryolu hattı projesinin hayata geçirilerek Hicaz bölgesine, taaa Medine’ye kadar ulaşacak olması bu demiryolunun diğer batılı devletler gibi İngiltere’nin gözünde de “Hasta adam” mesabesinde olan Osmanlı Devletinden ziyade Almanya’nın gelecekte icra etmeyi düşünüp planladığı ve Kayzer II. Wilhelm’in takip ettiği doğuya doğru açılma siyaseti doğrultusunda emellerine fayda sağlayacağının (hatta Almanların bu emellerini gerçekleştirmek için demiryolu hattının geçeceği bölgelerin kararlaştırılmasında etki ve baskısı görülecektir) ve Ortadoğu’da oluşturmaya çalıştıkları zengin petrol yataklarına sahip yeni sömürge bölgesinin tek ve en büyük tehdidi olacağının farkındadırlar. Nitekim Irak bölgesinde Almanların etkisi giderek artmaya başlayacaktır. Bu durumda, İngilizler açısından uygulanabilecek tek plan, bölgeyi silah gücü ile abluka altına almak ve bölgeye ilk fırsatta asker çıkartmak olacaktır.
Nitekim Almanlara ait Goben ve Breslau savaş gemilerinin İngiliz savaş gemilerinden kaçarak Çanakkale boğazını geçip Osmanlı Devletine sığınması, Osmanlı Devletinin, bu iki gemiyi satın aldığını ilan etmesi ve müteakiben de İstanbul Boğazından geçerek Karadeniz’in kuzeyine yönelen bu iki geminin Odesa ve Sivastopol başta olmak üzere Rus şehirlerini bombardıman altına alması Osmanlı Devletinin de fiili olarak savaşa girmesine sebep olur. Bu noktada önemli olan bir husus vardır ki, satın alınıldığı ilan edilen bu iki Alman savaş gemisine bayrağımız çekilmiş olmasına rağmen gemideki Alman askeri personel değiştirilmemiştir. Bu durum, Rus ordularının Avusturya-Macaristan’a karşı sağladığı üstünlükle, daha öncesinde Osmanlı Devletinin savaştaki tarafsızlığını tasvip eden Almanya’nın Rusya için açılacak yeni bir cephe ile kendileri için bir rahatlama sağlayacağı düşüncesiyle Osmanlı Devletini de savaşın içine çekmek için planlanmış bir saldırıdır. Bu olay vuku bulmasaydı Osmanlı Devleti I.Dünya harbinde tarafsız kalarak savaşa girmeyebilir miydi diye soracak olursak belki bir süre geciktirme olsa bile toprakları paylaşılmayı bekleyen bir devletin bundan kaçabilmesi mümkün değildi.
Neticede bu olay Rusya’nın 1 Kasım 1914’te Osmanlı Devletine karşı savaş ilan ederek doğu cephesinden harekete geçmesine, İngilizlerin de önce Akabe limanı ardından da Çanakkale boğazındaki tahkimatları ateş altına almasına sebep olur. 11 Kasım 1914’te de, Osmanlı Devletinin, İngiltere ve Rusya’ya karşı “Cihad-ı Mukaddes” ilan etmesiyle birlikte topyekün savaşa girilmiştir. Peki, yayınlanan bu “Cihad-ı Mukaddes” ile yapılan çağrı Irak ve Basra bölgesinde yaşayan Arap aşiretleri üzerinde etkili olmuş mudur? Bunun etkili olduğunu söylemek maalesef mümkün değildir. Üstelik bölgede mevcut olan Türk askerinin 8.000 kişilik bir birlikten ibaret olması ve cihad-ı mukaddes ilan edilmesine binaen bölgedeki Arap aşiret liderlerinin harekete geçeceğine güvenerek mevcudunun arttırılmamış olması, bunun yanında askerlerimizin silah ve teçhizat bakımızdan da zayıf olması, 6 Kasım 1914’te Fav’a çıkartma yapan İngiliz güçleri karşısında tutunamayıp Şattülarap boyunca kuzeye doğru çekilmesine sebep olacaktır.
İngilizlerin bir kolordu düzeyine çıkararak harekete geçtikleri ve Basra bölgesini istila ettiklerinde bazı Arap aşiretleri İngiliz askerlerini sevinç gösterileri ile karşılamışlardır.
devam edecek…