Değerli okurlarım zaman, zaman bu sütunlarda “Traji Komik Hikâyeler” başlığında yazıları sizlere paylaşıp, moralleri düzeltmeye çalışıyorum.
Birçok konuyu, benimle paylaşan eş dost ve okuyucumun anlattığı olayları da dile getiriyorum. Bu günde yine sizlere anlatacağım komik ama gerçek olan ve bu olayı şahsen yaşamış olan Murat isimli bir esnafın bana anlattığını ben de sizlere aktarıyorum.
Geçenlerde uzun zaman görmediğim mobilyacı bir arkadaşı ziyarete iş yerine gittim. Orada İstanbul’dan mal almak için gelmiş Murat isimli biri ile tanıştık. Dükkânda eski sayılı bizim gazeteyi incelemiş. Gazetenin bu sayısında benim yazdığı “Traji Komik Hikâyeler” den biri olan “İskele Babası”’nı okumuş. Beni de orada görünce aramızda sıcak bir muhabbet başladı.
Murat bey, bana gazetede yayınladığımız “Traji Komik Hikâyeler” den olan yazıyı okuduğunu ve çok beğendiğini söyledikten sonra ekledi:
“Yusuf Bey, benimde başımdan buna benzer çok komik bir olay geçti. İstersen ben onu anlatayım belki gazete de yayınlar sınız.” Murat bey başladı olayı anlatmaya:
“Ben 67 yaşındayım. Babam Agâh Bey, dedesi Murtaza Beyin mesleği olan turşuculuğu İstanbul’un Eyüp semtinde icra ediyormuş. Yani taa Osmanlı döneminden beri bu işi yapıyormuş. Haliyle bu iş dedemden babama, babamdan da bana kalmıştı. Kaldı kalmasına ya, sonra ne geldiyse başıma o turşuculuk yüzünden geldi!” Ben merakla Murat’ın sözünü kesip:
“Başınıza ne gelebilir ki? Altı üstü bir turşucuymuşsunuz?” Murat Bey hafif tebessüm ettikten sonra devam etti:
“Bak anlatayım da iyi dinle. Şimdi babam rahatsızlanınca dükkânın bütün işleri bana kalmıştı. Çocukluğumdan beri turşuculuğa aşina biri olduğum için işimi yadırgamadan rahatlıkla yapmaya başlamıştım. Babam biraz iyileşince bana: “Oğlum artık ben yaşlandım artık bu işi sen devam ettireceksin. Şimdi sana vereceğim öğütlerime iyi kulak ver. Bak oğul esnaflık öyle sandığın gibi kolay bir iş değil. Öncelikle dükkânı temiz ve tertipli tutacaksın. Kıyafetinden tut da her şeyinle temiz ve intizamlı olacak, gelen müşteriye güler yüz ve saygı ile davranıp kesinlikle ters söz ve tavır almayacak velinimetine çok iyi ve hoş davranacaksın. Kapına gelen yardıma muhtaç, yoksulları eli boş çevirmeyecek, parası olmayan canı turşu veya suyu çekene ikramda bulunacaksın.” Gibi bir sürü nasihatte bulundu. Çok şükür birkaç yıl babamın sözünden dışarı çıkmadım. Onun söylediklerini harfiyen yapıyordum. Taa ki bir kadının dükkâna gelip benden bir miktar turşu istemesin kadar her şey güzel gidiyordu.” Ben yine sabretmeyip sordum:
“Allah, Allah ne var kadın turşu almaya gelmişse? Ters bir durum mu oldu ki?” Murat biraz sinirlenip:
“Kardeşim gazeteci olduğun her halinden belli. Sabret anlatıyoruz işte!” Diyince susup dinlemeye koyuldum. Murat elindeki çay bardağından son yudumları çektikten sonra devam etti:
“Arkadaş kadın dükkândan girdiğinde onun kıyafetlerinden fakir biri olduğunu anlamıştım. Ve istediği turşudan bir miktar verip para almadan yolcu ettim. Ertesi gün yine bu kadın gelip benden turşu istedi. Yine verdim. Daha sonra ki günler yine derken, esnaf arkadaşlardan, Kerim ağabey beni uyarıp: “Murat oğlum sen bu kadından neden para almıyorsun? Kadın kraliçe gibi, altı katlı apartmanı ve dört de dükkânı var. Böyle dilenerek neredeyse ikinci apartmanı dikecek!” diyince ben hayretle sordum: Nasıl yani bu kadın gerçekten zengin mi yani? Diyince Kerim ağabey gülerek: “Oğlum amma safmışsın. Kime sorsan sana benim söylediklerimi söyler. İstersen araştır.” Diyince ona inandım. Ertesi gün kadın yine dükkâna geldi ve benden bu defa lahana turşusu istedi. Bende bir miktar alıp tarttım ve kadına turşunun bedelini söyledim. Kadın turşuyu aldı pişkin, pişkin çıkarken ben itiraz ettim ama kadın bana: “Sakın üzerime gelme şimdi bağırıp bana saldırdığını söylerim!” deyince geri çekildim. Ve kadına bir daha bu dükkâna ayağını basma. Yoksa seni polise veririm. Diyince, kadın bu defa bana: “Öylemi ben senin başına bir çorap öreyim de gör o zaman!” Dedi ve çıkıp gitti. Ben ne yapacakmış sanki diye umursamadım.
Birkaç gün sonra dükkâna birkaç kadın gelip bana: “Oğlum Turşucu Baba Murtaza Hazretleri nerede?” diye sorunca ben şaşkın, şaşkın kadına bakıp: Ne Turşucu Babası teyze? Murtaza Bey benim dedem idi. O da rahmetli oldu. Üstelik dedem öyle Hazret falan da değildi. Sıradan bir turşucu idi. Siz yanlış geldiniz sanırım. Diyince kadınlardan birazcık yaşlı olan: “Sen ne diyorsun oğul? Murtaza Efendi Hazretleri bu dükkânın sahibi ermiş bir zattı. Babam hep anlatırdı onun ne hikmet sahibi biri olduğunu! Murtaza ismi de anlamlı bir isimdir. Manası: Allah’ın razı olduğu kişi anlamını taşır!” Diyince benim kafam hepten attı. Ama babamın nasihati de hep kulağımda. Hiç kimseye kötü davranma sözü sanki kulaklarımda çınlıyor gibiydi. Her neyse alttan alıp kadınları zar zor ikna edip yolcu ettim. O gün dükkâna abartısız belki yüzü aşkın kadın gelip, şu derdim var bana muska yazar mısın? Şu derdim var beni okuyup üfler misin? Gibi ipe sapa gelmez isteklerde bulundular.” Ben daha fazla dayanamayıp:
“İyi ya Murat kardeşim, sende mesleğini değiştirip üfürükçülük yapsaydın!” diye alay edince Murat bu defa hayli köpürmüş olmalı ki kinayeli bir şekilde:
“Yapma Yusuf ağabey! Allah korusun ben Allah’ın yasakladığı ve şirk saydığı büyücülük, üfürükçülük ve cincilik işlerinin ne kadar günah bir iş olduğunu bilen biriyim. Üstelik ne dileğin ve sıkıntın varsa Allah’tan dileyip ondan isteneceğini de çok iyi bilirim. Her neyse ben baktım bu iş böyle gitmeyecek, bu defa dükkânımı Eyüp’ten Samatya ya taşımak zorunda kaldım. Üstelik dükkânın ismini bile değiştirmiş: ( Babamın adı olan Agâh Efendi Turşucusu) diye değiştirmiştim. Dört beş ay kafamı dinlemiş o hengâmeden kurtulmuştum. Bir gün Eyüp’ten bir esnaf arkadaş dükkânı fark etmiş olacak ki içeri girip beni de görünce: “Ooo Murat ikinci iş yeri olarak burayı mı açtın?” dedi. Ben de ona olan biteni anlatınca arkadaş başladı dalga geçip gülmeye. O gün öyle geçti ikinci gün Eyüp’teki o kadın taifesi dükkâna doluşmaya başlamıştı. Bizim boş boğaz arkadaş Eyüp’teki esnafa anlatmış, onlarda evlerinde eşlerine derken bütün Eyüp duymuş. Yine kâbus başlamış, kadınlara burada ermiş falan yok demekten dilimde tüy bitse de ikna olanlardan çok ikna olmayanlar da işi iyice abartıp, dükkâna yiyecek sarma, pilav, helva gibi yiyecekler getirip bırakıyor, paket, paket mumları akşam olunca yakmamı istiyorlardı.” Ben yine dayanamayıp:
“Desene Murat kardeş senin dükkânı iyice türbeye çevirmişler!” Murat bu defa gülerek:
“Aynen öyle. Ben alışkanlıklarımı asla terk etmeyen biriyim. Eyüp’te iken, her gün sabah namazımı Eyüp Sultan camiinde kılar sonra orada bir köşede oturup biraz kur’an okur, hava iyice aydınlanınca da gidip Besmele ile dükkânımı açar işime bakarım. Samatya da yine erken kalkıp Eyüp Sultan camiine gidiyordum. Bu kadınlar meğer neredeyse abartısız 24 saat beni takip ediyormuş! Ben ne yapıyorum nereye gidiyorum v.s. Camide de Kur’an okuduğumu da görünce beni hepten ermiş biri sanmış olmalılar ki, bir sabah camiden çıkıp arabamla dükkâna dönüyordum. O saatlerde bir koşuşturmaca bir hareketlilik var ki sorma gitsin. İtfaiyelerin biri gidiyor, biri geliyor. Ben kendi kendime hayırdır İnşallah! Herhalde bir yerde yangın çıkmış. Bari fazla bir zarar olmasın diye temennilerde bulunurken dükkâna da hayli yaklaşmıştım. Bir ara önüme esnaf arkadaşlardan biri çıkıp beni el işaretleri ile uyarıp durmamı istedi. Bende hemen frene basıp camı indirip: Ne oldu Bekir ağabey? Yangın nerede? Diyince Bekir ağabey, nefes, nefese cevap verdi:
“Nerede olacak oğlum senin dükkânın yanıyor!” dedi. Ben bir ara dona kalmıştım. Bekir ağabey beni sarsıp: “Kendine gel oğlum fazla bir hasar yok sanırım. Yangını söndürdüler. Dükkânın camekân kırılmış içeride hafif bir hasar var!” dedi. Ben hemen dükkânın yolunu tuttum oraya varıp dükkânın benim olduğunu görevlilere söyledim. Ve itfaiyecilerden birine: Arkadaş yangın nasıl çıkmış? Ben içeride öyle ateş ile işi olmayan turşucuyum. Diyince, itfaiyeci: “Sanırım mumlardan çıkmış!” diyince ben şok oldum ve sordum: Nasıl yani? Mumlar mı? İtfaiyeci yüzüme bön, bön bakıp: “Arkadaş o mumları sen vitrinin kenarına dizip yakıp bırakmadın mı?” Ben bir şoku atlatmaya çalışırken ikinci bir şoku yaşıyordum. Ben geçenlerde bir top ambalaj kadı alıp vitrinin önünde ki ahşap dolabın üzerine koymuştum. Mumların ısısı ile cam patlamış ve kâğıtlar tutuşup yangın çıkmış. Tam bunları kavramaya çalışıyordum ki bir polis beni kolumdan kavrayıp: “Dükkân sahibi sen misin?” Ben titrek ve korku dolu bir halde: Evet benim. Diyince polis:
“Buyurun bizimle karakola kadar gelip ifadenizi alacağız!” dedi. Biz karakola geldik Karakol amiri Başkomiser, bana sert bir dille:
“Sen ne cimri bir adamsın arkadaş? İnsan vitrinini ampul yerine mum ile aydınlatır mı?” Benim bu olaylardan haberim olmadığını, başıma gelenleri tek, tek anlatınca bu defa, Baş komiser:
“Ya arkadaş senin ne işin var üfürükçülük ve ermişlik işiyle? Sen esnaflığını yapsana!” demez mi? Biz kendimizi anlatıncaya kadar ak ile karayı seçtik ama sonunda bizi salıverdiler.
Artık işler iyice çığırından çıkmıştı. Karar verip iş değişikliğine gittim. Sakallarımı da kesip, Topkapı da bir beyaz eşya dükkânı açtım. Artık kimse benim izimi bulamamıştı. Tam iki yılımı sorunsuz geçiriyordum ki bu defa 12 Eylül darbesi olmuştu. O zor günlerde ticaret yapmaya çalışıyordum. Darbenin üzerinden birkaç ay geçmişti, işler yavaş, yavaş rayına oturuyordu. Bir gün dükkâna birkaç polis ile bir başçavuş ve iki inzibat girdi. Ben her halede dükkânda arama yapacaklar sanıyordum ki Başçavuş bana:
“Murat Tombuş sen misin?” dedi. Ben biraz ürkek ve birazda korkarak cevap verdim: Evet Komutanım benim. Neden sordunuz? Başçavuş, mülayim biri:
“Bizimle karakola kadar geleceksin evladım. Bir soruşturma için ifadeni alacağız!” dedi. Benim kalbim yine küt, küt etmeye başlamıştı. Her neyse biz karakola gittik. Makam koltuğunda bir Yüzbaşı oturuyordu. Önünde birkaç dosya vardı. Başçavuşa dönüp:
“Bumu şu dükkânını kundaklayan üfürükçü?” demez mi? Benim rengim, betim benizim attı! Neye uğradığımı şaşırmıştım. Başçavuş Yüzbaşıya cevap verdi:
“Evet, Komutanım aradığımız şahıs bu!” Yüzbaşı bu defa bana dönüp:
“Anlat bakalım arkadaş, üfürükçülüğünü anladık da dükkânını neden yaktın? Yaktığın kâğıtların yasak yayın olduğu da söyleniyor. Hangi örgüttensin? Dinci bir örgütten olduğun, üfürükçü olduğundan belli de adı ne örgütünüzün? Kaç kişisiniz? İsimlerini ver bakalım!” demez mi? Benim ayaklarım başladı esmeye. Ben 12 Eylül öncesi karakolda verdiğim ifadenin aynını anlatmaya başladım. Ama onları inandırana kadar göbeğim çatladı. Sonunda bu işlerle işim olmadığı araştırldı da iki gün nezarette kaldıktan sonra serbest kalmıştım.”