“Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” derler ya: İşte öyle bir şey… Ne yapsın polisimiz? Bir tarafta “Demiri kesen emir”, öbür tarafta çoğu masum insanlar ve evde ekmen bekleyen hane halkı… Ve bu üçlü cenderede sıkışıp suyu çıkan polislerimiz…

Şimdi soruyorum: Siz olsanız ne yapardınız? Başka bir soru: Polislik mesleği çaresizliğin sonucu mu yoksa bu mesleğe özel bir tutkunun ürünü mü? Bunları düşünmemiz gerekir. İnanıyorum ki: Bu soruya en güzel yanıtı polislerimiz verecektir… Dışarıdan görünen: Her ne kadar mesleğe olan ilgi ve gönül aşkı gibi dillendirilse de: Gerçekte bunun bir özençten, psikolojik tutkudan öte bir şey olmadığı ortada…

Belde ki tabanca, cepteki kimlik, insanlar üzerinde yaratılan üstünlük kompleksi vb. avantajlar, çok az da olsa, bazı gençlerimizi cezp etmiş ve polislik mesleğine yöneltmiş olabilir… Ama bundan öte: Polislerimizin geldiği kaynağı bir bakacak olursak: Görebileceğimiz; Rahmetli Özal’ın “Orta direk” diye tanımladığı, dar gelirli aileler olduğu meydana çıkar. Kesin bilemem ama bu meslek ocağında varlıklı sayabileceğimiz aileden gelen polislerimiz yoktur, varsa bile oranda çok cılız kalır… Nedeni açıktır:

Hayatta getirisi olacak bir üniversitenin iyi bir fakültesinin sınavlarını kazanmak bir dert, kazansan okuyabilecek ekonomik olanakların darlığı, ikinci bir dert, her şeye rağmen bitirme başarısını göstersen bile, hayatta iş bulup ekonomik özgürlüğe kavuşmak başka bir dert… Hal böyle olunca: Orta direk için polislik cankurtaran simidi; okulunu bitirir bitirmez, iş ve maaş hazır…

Verilen para az da gelse; dar gelirli bir aile için bulunmaz nimet ve geçim garantisi… Hele, hele asgari ücretin, halen Bin Liranın altında seyrettiği ülkemizde; polisimize verilen, ballı kaymak… Bunlara rağmen: Polislerimiz hayatından memnun mu? Doğru cevabı kendileri bilirler; uzaktan davulun sesi kulağa hoş gelir. Her mesleğin kendine özel zorlukları vardır…

Ama: Polislik denilince oturup düşünmek gerek. Bir kere görev saati ve mekan, olayların şekline göre değişiklik arz eder… Can güvenliği tüm meslek dallarına göre, daha riskli olduğundan her sabah evden çıkarken eşin ve çoluk çocuğunla helalleşmek gereğini gösterir… Değişik karakterlerin yarattığı değişik olayların karşısında psikolojik yapısı bozulmayan polise az rastlanır…

Tüm bunlara karşın: Polisimiz bir günah keçisidir; Bir tarafta kendisini yasal olarak bağlayan, “Polis Yetki Ve Sorumluk Kanunu” ve O’na bağlı çıkartılan yönetmelikler… Öbür tarafta, rüzgarın yönüne göre karar ve fikir değiştiren, idari ve siyasi otorite… Bir bakarsınız; kitlelerin üzerine biber gazıyla yürüyen, göz yaşartıcı bombalarla topluluğu çil yavrusu gibi dağıtan, bu arada birkaç yurttaşımızın kalıcı sakatlanmasına ya da terki hayat etmesine neden olan polisimizi “Destanlar yazan kahramanlar” olarak ilan eden ve ödüllendiren otorite…

Öte yanda: Gizemi merak uyandıran ve şüpheli görülen bir motorlu taşıdı durdurup aradığı için, ya da; ucu siyasilere uzanan bir yolsuzluğu ortaya çıkardığından ötürü, “Bunlar vatan haini, bunlar paralel devlet unsuru.” diyerek, tutuklatan ya da oradan oraya atama yaparak süründüren yine aynı otorite… Dikkat isterim: Polisimiz, gösterilen her iki örnekte kendisine verilen görevi yapıyor; birisinde, “Destan yazan kahraman, ötekisinde de vatan haini paralel unsur…” Oluyor…

Peki: Siz polis olsaydınız ne yapardınız? Biz insanların, can güvenliğini, malını, onur ve namusunu emanet ettiğimiz polislerimizin, her şeyden önce, hiç değilse onurlarını korumak bizlere düşmez mi? Düşer, hem de nasıl…

Polis bizden biri, polis biziz; O kardeşimiz, oğlumuz, kızımız, babamız, anamız, komşumuz, hısım ve akrabamız…

Onları, kişisel çıkarlarımız için kullanmak yerine, toplumsal yaşamın her yerinde huzur ve güvenin sağlanmasında önde gelen bir meslek erbabı olarak değerlendirmemiz gerekir…

Her dara düşüşte sığındığımız öncelikli liman olan polislerimize selam olsun, haftalarını içten dileklerimle kutluyorum…