Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav), Tevhid inancından uzaklaşmış cahil bir kavme doğruları anlatmak ve onları güzel ahlaka davet etmek için gönderilmiştir. Hz. Muhammed (sav)`in tebliği ve güzel ahlakı tüm Arap Yarımadasında çok büyük bir etki uyandırmış ve onun döneminde insanlar akın akın İslamı kabul etmişlerdir. Peygamberimiz (s.a.v) dini tebliğ ederken insanlara zorlama, baskı ve şiddet metodu uygulamamıştır. Çünkü İslâmiyet`te din ve inanç konusunda zorlama yoktur. Birisinin inancını değiştirmek zorla değil, ancak onu ikna yoluyla ve kişinin kendi rızasıyla mümkündür. İnanç hürriyeti, insanın en başta gelen haklarından birisidir. Din insanlara korku ve zulümle iletilseydi, inancın hiçbir anlamı kalmazdı. İnsanların hayatlarını yönlendirmeleri hür iradeleriyle kendilerine bırakılmıştır. Yaptıkları işlerden Allah`a hesap verecekleri için insanlara seçme hürriyeti verilmiştir. Aksi takdirde bu hususta insanlara zorlama yapılsaydı adaletsizlik yapılmış olurdu. Dinde zorlama olmadığıyla ilgili olarak Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk, sapıklık ve eğrilikten ayırt edilmiştir. O halde kim tâğutu inkar edip Allah`a inanırsa, sağlam kulpa yapışmıştır ki hiçbir zaman kopmaz. Allah işitir ve bilir.(2 Bakara 256) Konuyla ilgili bir diğer âyet ise şu şekildedir: Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, inanmaları için insanları zorluyor musun?(10 Yunus 99) "Artık sen, öğüt verip hatırlat. Sen, yalnızca bir öğüt verici-bir hatırlatıcısın. Onlara `zor ve baskı` kullanacak değilsin." (Gaşiye Suresi, 21)
Kutlu Nebi (s.a.v), hak hakikat, ahlak anlayışı ile insana insanlığını bir kez daha hatırlattı. Merhamet ve adalet yüklü mesajlarıyla, bütün insanların Allahın kulu olarak değerli olduğunu bir kez daha haykırdı. Allah Resûlü, insanlar arasında gerçek eşitliği öğretti. Beşer tarihi canın, malın, inancın, haysiyetin, haysiyetin kutsallığına dair en nadide örnekleri onun uygulamalarında gördü. Onun dillendirdiği Bir insanı öldüren bütün insanları öldürmüş, bir canı kurtaran da bütün insanları kurtarmış gibi olur. (Maide, 5/32) ilahi ilkesi bu anlayışın temelini teşkil etti. Kuran`da bildirilen adil hükümler, güzel ahlak, hoşgörü ve barış, sosyal hayata bir düzen ve huzur getirmiştir. Bunun en önemli sebeplerinden biri de Hz. Muhammed (sav)`in, Yüce Allahın "...insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emrediyor..." (Nisa Suresi, 58) ayeti gereği, insanlar arasında hiçbir ayrım yapmaksızın adaleti korumasıdır. Çünkü Efendimiz (s.a.v), ötekileştirme, dışlama, hor görüp ayıplama, toplumun değerlerinden başka değer benimseyene hayat hakkı tanımama gibi insanca yaşamın önündeki engelleri kaldırmak için müstesna bir çaba gösterdi. O, Hepiniz Ademdensiniz. Adem ise topraktan yaratılmıştır. (Ebû Dâvud, Edeb, 110, 111) sözüyle cahiliyenin makam, mevki, şan, şöhret, servet, asabiyet üzerine kurulu sahte değer yargılarını yok etti. Peygamberimiz, yaşamak için kardeşini öldürmekten çekinmeyenlerden oluşan toplumu kardeşini yaşatmak için çırpınanlardan oluşan bir topluma dönüştürdü.
Allah Resûlünün temellerini attığı İslâm medeniyetinde birlikte yaşamanın en güzel örnekleri sergilendi. Ancak burada üzülerek belirtmek gerekir ki; birlikte yaşama konusu, günümüz toplumlarının en başta gelen problemlerinden biri haline geldi. Bugün bazı batı toplumlarında Müslümanlara karşı nefret söylemleri, ayrımcılık politikaları gibi birlikte yaşamayı zedeleyen olumsuzluklar görülmektedir. Maalesef kimi İslâm toplumlarında da mezhepçilik, meşrepçilik, ırkçılık, ideolojik ayrımcılık sebebiyle iç çatışmalar yaşanmaktadır. Masum canlar hunharca katledilmekte, şehirlerin tarihi dokuları tahrip edilmektedir. Halbuki asırlar boyu, başta Anadolu olmak üzere, İslâm coğrafyasında farklı din, dil, ırk, mezhep ve meşrep mensupları temel hak ve hürriyetlere saygı temelinde, güven içerisinde yaşadı. Engin hoşgörü, sevgi, saygı, paylaşma, yardımlaşma, güvenme ve güven verme gibi insani meziyetlerin pek çoğu bu medeniyette görüldü.
Müslüman olarak bizler, her şartta Kuranın hayat veren ilkelerine uymakla yükümlüyüz. Son Peygamber Muhammed Mustafa (s.a.v)nın çağlar üstü örnekliğini esas almakla mükellefiz. Şimdi Peygamberimizin ve ecdadımızın diğer din mensuplarına karşı olan tavırlarını ve birlikte yaşama durumlarını hep birlikte görelim.
Hz. Peygamberin Yahudilere Karşı Tavrı:
Hz. Peygamber Medine`ye hicret ettiğinde orada çok sayıda Yahudi vardı ve toplam nüfusun takriben yarısını teşkil etmekteydi. İlk resmî işi onlarla bir antlaşma imzalamak oldu. Devlet, onların inançlarına saygı gösterecek ve kendilerini haksızlıktan koruyacaktı. Yahudiler de herhangi bir dış saldırı durumunda Müslümanlarla birlikte Medine`yi savunacaklardı. Böylece Hz. Peygamber dinî hoşgörünün ilk tohumlarını bizzat atmış oldu.
Antlaşmanın bazı maddeleri: "Yahudilerden bize tabi olanlara yardım edilip iyi davranılacaktır. Onlar hiçbir haksızlığa uğramayacak, düşmanlarına yardım edilmeyecektir" (17. md.). "Yahudiler müminlerle birlikte tek bir toplulukturlar. Onlar kendi dinlerine, Müslümanlar da kendi dinlerine göre yaşayacaklardır" (25. md). "Müslümanlarla Yahudiler arasında yardımlaşma, karşılıklı hayırhahlık ve iyilik bulunacaktır" (36. md) (Hamidullah, el-Vesaik, s. 61).
Yahudiler bu anayasa ile Hz. Peygamber`i devlet başkanı olarak kabul etmişlerdi. Ayrıca Medine`ye karşı oluşacak bir dış tehdit ve saldırı karşısında Müslümanlarla birlikte şehri ortaklaşa savunacaklardı.
Medine anayasası tarafların din ve inanç hürriyetini, can ve mal emniyetini sağlıyordu.
Nitekim onları, aralarında ortak olan bir kelimeye davet etmiş, namazlarında onların kıblesi olan Beytü`l-Makdis`e yönelmiş; Müslümanların, Yahudiler tarafından kesilen hayvanları yemelerine ve iffetli kadınlarıyla evlenmelerine izin vermiştir.
Hz. Peygamber Medinede Yahudilerin eğitim-öğretim yeri olan Beytul-Midrasa dokunmamış, zaman zaman onları İslama davet etmiş, bazen de ölçüsüz davranışları nedeniyle onları uyarmıştır.
Yine Hz. Peygamber, müşriklerin girmesini yasakladığı mescide, Ehl-i kitab olan Yahudilerin girmesine izin vermiştir.(Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 339.) Hz.
Peygamber`in Yahudilere karşı izlediği olumlu tavırlar sonucu az sayıda da olsa bazı Yahudilerin Müslüman olduğunu bilmekteyiz. Abdullah b. Selâm, Sa`lebe b. Sa`ye, Esîd b. Sa`ye, Esed b. Ubeyd, Muhayrık, Meymûn b. Yâmin gibi Yahudiler İslâm`ı kabul etmişlerdir. (İbn Sa`d, et-Tabakâtü`l-Kübrâ, I, 164, III, 353
Hz. Peygamber, İslâm devletiyle anlaşmalı tebaanın (zimmî) hakları konusunda son derece titiz davranmıştır.
Bu hususta Hz. Peygamber: Kim bir zimmîyi incitirse, beni incitmiş olur. Beni inciten kimse de Allah`ı öfkelendirir. buyurmuştur.
Yine Ebû Davud`dan nakledilen bir hadiste Hz. Peygamber`in şöyle dediği nakledilmektedir: Kıyamet günü, ben anlaşma yaptığımız zimmîlerden birine zulmeden, haklarına tecavüz eden, ona gücünden fazla sorumluluk yükleyen veya istemediği halde ona zorla bir iş yaptıran kimseyi kabul etmeyeceğim. "Bir gayr-i Müslim vatandaşı haksız yere öldüren, kokusu kırk yıllık mesafeden duyulduğu halde cennetin kokusunu duyamayacaktır" (Buhari, Cizye, 5),
Hz. Peygamber Müslüman olsun olmasın insanlar arasında bir ayrım da yapmamıştır. Örneğin bir defasında Medinede Müslümanlarla birlikte otururken önlerinden geçen bir cenaze önünde ayağa kalkmıştır. Onun bu tutumu karşısında Ey Allahın Rasulü! o ölen bir Müslüman değildi,denilmesi üzere o da bir can taşımıyor muydu? diyerek insanlar arasındaki en temel asgari müşterek olan insan olma niteliğinin önemini vurgulamıştır. Kaynaklar sözü edilen bu cenazenin Yahudi olduğunu, saygı için ayağa kalktığını ve bunu da ashabına tavsiyet ettiğini belirtmektedir. (Buhârî, Cenâiz, 50; Ebû Dâvud, Cenâiz, 47)
Hayber Yahudileri Hz. Peygamber`e gelip ürünlerinin bazı Müslümanlar tarafından izinsiz şekilde alındığını şikayet etmişler. Hz. Peygamber, derhal Müslümanları mescitte toplamış ve onlara kendileriyle antlaşma yapılanların mallarının haram olduğunu ve bu yaptıklarının doğru olmadığını ilan etmiştir (Ebu Davud, Harac 33).
Ebu Hureyre naklediyor: Medinede malını satan bir yahudiye, hoşuna gitmeyen bir fiyat önerilince, Musayı insanlık üzerine seçene yemin olsun ki, olmaz dedi. Ensardan bir adam bunu duyunca, Nebi aramızda iken sen nasıl Musayı insanlık üzerine seçene yemin olsun, dersin diyerek Yahudiye bir tokat attı. Yahudi Hz. Peygambere giderek Ey Ebul-Kasım! Benim zimmetim ve ahdim (korunma garantim ve anlaşmam) varken falancaya ne oluyor da bana tokat atıyor dedi. Allah Rasulü adama, niçin vurduğunu sordu. O da olayı anlattı. Nebi (sav) kızgınlığı yüzünde belli olacak şekilde öfkelendi ve şöyle buyurdu: Allahın Peygamberleri arasında üstünlük yarışı yapmayınız. (Buhari, Enbiya 36.)
Ancak Yahudiler tüm bu olumlu ve ılımlı yaklaşımlara rağmen antlaşmalara sadık kalmayarak müşriklerle işbirliği yapmışlar ve Müslümanları arkadan vurmaya çalışmışlardır.
Örneğin, Kaynuka ve Nadir oğulları anlaşmayı ihlal edip kışkırtıcı ve saldırgan bir yol izledikleri için Medineden sürülmüşlerdir. Kurayza oğulları ise Hendek savaşının en kritik anında anlaşmaya aykırı olarak düşmanla işbirliği yaptıkları ve Müslümanları çok büyük bir tehlike ile karşı karşıya bıraktıkları için cezalandırılmışlardır.
Hz. Peygamberin Hıristiyanlara Karşı Tavrı:
Hz. Peygamber`in ehl-i kitaptan komşuları vardı. Onlara iyi davranır, hediyeler verir ve hediyelerini kabul ederdi. Habeşistan`dan gelen Hıristiyan elçileri mescidinde ağırlamış ve onlara bizzat hizmet etmiştir.
Peygamberimiz, İslam davetini engellemeyen ve genel kurallara uyan herkesle iyi ilişkiler içinde olmuş ve hiçbir zaman diğer din mensuplarının dinlerine müdahale etmemiştir. Ehl-i Kitabı (Yahudi ve Hıristiyanları) toplumun birer ferdi olarak kabul etmiştir. Onların düğün yemeklerine katıldığına, hastalarını ziyaret ettiğine ve onlara ikramda bulunduğuna ilişkin rivayetler bulunmaktadır. Bir Müslüman Ehl-i Kitap bir kadınla evlendikten sonra kadının kendi dinini serbestçe yaşayabileceği ve ona herhangi bir baskı yapılamayacağı ifade edilmiştir.
Necran Hıristiyanları heyeti Medine`ye geldiğinde, ibadet vakitleri geldiği için, onlar da mescide girip doğu istikametine yöneldiler ve dinlerince ibadet etmeye hazırlandılar. Sahabiler onlara mani olmak istedi. Ancak Peygamberimiz rahat bırakılmalarını emretti. Onlar da ibadetlerini yaptılar (İbn Hişam, I, 574). Daha sonra Allah`ın Elçisi, onları dinleyip fikrî tartışmada bulundu. Bütün bunlar, edep içerisinde ve hoşgörü çerçevesinde yapılıyordu.
2
Dört Halife Döneminde Gayri Müslimlere Karşı Hoşgörü:
Hz. Peygamber ve Râşid halifeler gayri-müslim vatandaşların haklarının ve imtiyazlarının koruyucusu olmuşlardır.(Ebu Davud, Harac, 31-33; Afzalurrahman, Sîret Ansikloıpedisi, III, 404.) Hz. Ömer zamanında fethedilen ülkelerin hiçbirinde, tek bir ibadet yerine bile, hiçbir zaman saygısızlık ve tecavüz edilmemiştir.
İmam Ebu Yusuf kitabında şöyle yazıyor: "Bütün ibadet yerleri olduğu gibi bırakıldı. Ne onlar yerle bir edildi, ne de mağluplar eşya ve mallarından yoksun bırakıldı." (Ebu Yusuf, Kitab-ül Haraç; İslamda Devlet Nizamı, Ebu-l A`la-El Mevdudi, Hilal Yayınları, 1967, s. 74)
Örneğin halkı Hıristiyan olan Suriye topraklarında şöyle bir olay cereyan etmiştir: Müslüman ordusunun komutanı Hz. Ömerin komutanlarından Ebu Ubeyde b. Cerrah Fihl kasabasında karargah kurduğu sırada Suriye Hıristiyanlarından bir mektup alır. Bu mektupta aynen şu ifadeler yer almaktadır: Ey Müslümanlar! Bizanslılar bizim dindaşlarımız olmakla beraber, idareci olarak sizi onlara tercih ediyoruz. Zira siz bize verdiğiniz sözde durdunuz. Bize dindaşlarımızdan daha merhametli ve daha adaletli davrandınız. Onun için sizin idareniz onların (Bizanslıların) idaresinden elbette daha iyidir. Onlar bizim evlerimizi, mal ve mülklerimizi zor kullanarak bizden aldılar. (Thomas Arnold, İntişar-ı İslam Tarihi, s. 58.).
Hz. Ali: "Her kim ki bizim zımmimizdir, onun kanı bizimki kadar kutsaldır, malları bizim mallarımız kadar tecavüzden masundur" dedi.
Başka bir kaynakta, Hz. Ali`nin şöyle dediği naklediliyor: "Zımmi durumunu açıkça kabul edenlerin malları ve hayatları bizimki (yani Müslümanlarınki) gibi kutsaldır." (İslamda Devlet Nizamı, Ebu-l A`la-El Mevdudi, Hilal Yayınları, 1967, s. 76)
Osmanlılarda Hoşgörü ve Diyalog Örnekleri:
600 yıl dünya siyasetine yön vermiş olan Osmanlı Devleti, bugün hemen her ülkenin yakından ilgisini çekmekte ve özellikle çokuluslu devletlerin bir tecrübe kaynağı olarak gördükleri ibret alıcı bir hüviyet taşımaktadır.
Onun bu kadar ilgi çekmesi, sadece Avrupa, Asya ve Afrika`da sahip olduğu geniş stratejik topraklar değil, yönetiminde çok farklı milletleri ve dinleri bir araya getirmesidir.
Zira Osmanlı Avrupa`sında ve Anadolu`da o günün Batılı devletlerini gerek etnik, gerekse dinî açıdan yakından ilgilendiren önemli bir nüfus bulunmaktaydı. Aslında Osmanlı Devleti`nin 624 yıllık bir ömre sahip olmasında Türk ve Müslüman olmayan bu nüfusun önemli bir yeri vardır.
Gerçekten de Osmanlıların kendi dinlerinden olmayan pek de azımsanamayacak bu topluluklara uyguladıkları hukuk ve hoşgörülü yönetim, Rumeli topraklarında Osmanlıların beklendiğinden daha fazla yayılmalarına ve kalmalarına zemin hazırlamıştır.
Nitekim İspanya`da baskı altında kalan Yahudilerin Osmanlı topraklarına getirilerek koruma altına alınması ve yerleştirilmesi, ülkedeki gayrimüslimlere hoşgörünün ve güçlü bir devlete tâbi olmanın avantajını göstermiş ve devlete bağlılıklarını artırmıştır.
Osmanlıların dinî müsamahası o kadar geniştir ki, başka ülkelerden kendi memleketlerine gelen gayrimüslim din adamlarına bile her türlü kolaylığı göstermekten çekinmiyorlardı.
Osmanlı Padişahları, Kudüs patriklerine ve Tûr-i Sînâ piskoposlarına verdikleri fermanlarla Hz. Ömer ve Salâhaddin Eyyûbî zamanlarında tâyin edilen durumu aynen kabul ettiklerini açıkça belirtmişlerdir.
Osmanlı Devleti, tebaasını, Müslüman olmaları hususunda zorlamadı. Eğer zorlamış olsaydı, Balkan`ları bütünüyle İslâmlaştırmak mümkündü. Tam aksine, Hıristiyan tebaayı sadece dinde değil, dil vb. diğer kültür unsurlarında da serbest bırakmış ve onlar, yüzyıllar süren Osmanlı hâkimiyetine rağmen bu sayede birer millet olarak devam etmişlerdir.
Fâtih Sultan Mehmed, 29 Mayıs 1453`de İstanbula girip, Ayasofya`ya kadar geldi. Âyin yapmakta olan halk, korkudan dehşete kapılarak birbirlerine sarıldılar.
Onlar, her şeylerini yitirecek ve yok edileceklerini sanıyorlardı. Fâtih, rahipe, evlerine dönmelerini; herkesin can, mal ve namusunun emniyet altına alındığını; iş ve sanatlarına devam etmelerini söylemesini emretti. Şehrin düzenini temin etti ve halkın, Türklerle beraber kendi âdet, anane ve dinlerine göre serbestçe yaşayabileceklerini ilân etti.
Osmanlı Devletinin din hürriyeti konusunda gösterdiği önemli bir müsamaha misali: Sırp kralı Brankoviç`in Macar İmparatoruna yazdığı Osmanlı bizi güneyden, siz de kuzeyden sıkıştırıyorsunuz. Biz Hıristiyan olan sizlere itaat etmek istiyoruz. Acaba Ortodoks kiliseler konusunda nasıl bir muamelede bulunacaksınız? sorusuna verilen cevap çok enteresandır: Bütün Ortodoks Kiliseleri yıkılacak, yerine yeni kiliseler inşa edilecektir. Bunun üzerine aynı heyet Fatih Sultan Mehmed`e gönderilmiştir. Fatih`in cevabı ise şudur: Herkes kendi Hâlikına, kendi mabedinde ibadet etmeye devam edecektir. Günümüzde başta İstanbul olmak üzere İzmir, Mardin ve Hatay gibi illerimizde halen yaşayan Kilise, Havra ve Sinagogların varlığı bu ruhun bu medeniyetin bir tezahürü ve bir örneğidir.
Daha da enteresanını, yine Halil İnalcıkın neşrettiği Arnavutluk Defteri gösteriyor. Osmanlı Devleti yeni fethettiği Rumeli`de Hıristiyan veya Yahudi vasıflı insanları en yüksek makamlara getirmekte hiçbir beis görmüyor. Gayrimüslimlere, Osmanlı Devleti`nde sadrazamlık, valilik, sancakbeylik, belli yerlerde kadılık ve devlet başkanlığı dışında bütün görevler verilmiştir. Örneğin, Stockholm diplomatı bir ermenidir. Böyle önemli bir görevin bir Ermeniye verilmesi basit yaklaşımlarla izah edilemeyecek kadar derin bir anlamı vardır.(Daha geniş değerlendirmeler için bkz: Davud Aydüz, Asr-ı Saadetten Günümüze Diyalog)
Tarihimizde ve kültürümüzde yaşanan ve hala yaşattığımız kültürü Avrupa daha yeni yaşamak durumundadır. Çünkü Avrupanın tarihi geleneğinde şu vardır: Kral hangi dinden ise halk o dine inanmak zorundadır. Bunu da Fransız yazar Jean-Paul Roux söyler. Yani Kral Protestan ise halk da Protestan olma zorundadır. Avrupada 30-40 yıl hatta daha uzun bir süre din uğrunda zulümler yaşandı. 16. v e17. Yüzyılda Almanyada din savaşları yaşanmıştır. Bu savaş Protestan ve Katolik savaşıydı. Lutercilerle Lutere karşı gelenlerin savaşıydı. Bizim tarihimizde din savaşı diye bir savaş yoktur.
Görüldüğü gibi Osmanlı İmparatorluğu tarihte mükemmel bir birlikte yaşama sistemi kurmuştur. Osmanlı dönemi; yönetimi altında yaşamış her inançtan, her fikirden insan için bir mutluluk devridir. Altı yüzyılı aşkın bir süre Osmanlı Devletinin sınırları içinde yaşamış olan her kültürden, dinden ve ırktan insan barış ve huzur içinde yaşamış, hiç kimse inancından ya da kimliğinden dolayı haksızlığa uğratılmamıştır. Çünkü Osmanlı için sadece Müslüman ve Türk olan halkın rahatı ve mutluluğu değil, kendisine tabi olan her dilden ve her dinden insanın rahatı ve mutluluğu aynı şekilde önemli olmuştur. İslam ahlakının bir gereği olarak Osmanlı padişahları, kendilerinden yardım isteyenlere, hangi fikirden ya da inançtan olduklarına bakmadan, iyi amaçlar için yardım etmiş ve bunun Allah`a karşı olan sorumluluklarından biri olduğunun bilincinde davranmışlardır.
Avrupalı tarihçi Richard Peters İslam ahlakını büyük bir ihlasla yaşayan Osmanlıların yüzyıllar boyunca ele geçirdikleri tüm ülkelerde nasıl bir adalet örneği temsil ettiklerini de şu sözleriyle dile getirmiştir:
"Osmanlılar asırlar boyunca birçok millete hakim oldular, fakat onları asimile etmeye asla gayret etmediler. Onlara hürriyet verdiler ve din ve kültürlerinin yaşanmasına müsaade ettiler." Arnold, T. W, İntişar-ı İslam Tarihi (The Preaching of Islam), Çev. Halil Hamit, Ankara, 1971, s. 68-69
Müslümanların gayr-i müslimlere hoşgörülü davranışları konusunda batılı bir düşünür Chatfeld şunları söylemiştir: Araplar, Türkler ve başka müslümanlar, Hıristiyanlara karşı batılı milletlerin, yani Hıristiyanların uyguladıkları muamele ve gaddarlığın aynını yapmış olsalardı, bugün Doğu`da tek bir Hıristiyan kalmazdı.
Bu konuda Rahip Michod`un şu sözü de ilginçtir: İnsanlar arasında büyük merhamet kanunu demek olan dinî müsamahayı Hıristiyanlar`a ne yazık ki, Müslümanlar öğretmiştir.
İçinde yaşadığımız yüzyılda insanlık tecrübesinin hoşgörü, diyalog ve kültürel farklılıklara saygı anlayışı, birlikte yaşama kültürü için çok önemlidir. Barışın evrenselliği ve kalıcılığı açısından birlikte yaşama kültürü önemli imkânlar sunmaktadır. Türkiyede gelişen dindarlık anlayışı ve hoşgörü kültürü bunun önemli bir göstergesidir. Bunda Osmanlıdan gelen tarihî tecrübenin de önemli katkıları vardır. Nitekim Anadolu ve Balkanlarda yüzyıllarca farklı din ve kültürler barış ve hoşgörü içinde bir arada yaşayabilmişlerdir. Dinleri şiddetin, gerilimin, aramızdaki kavganın kaynağı ve sebebi olmaktan çıkarıp ortak bir barış zemini tesis etmek istiyorsak buna, ülkemizde yaşadığımız tecrübenin büyük katkısının olacağını düşünüyorum.
Unutulmamalıdır ki: İnsanlığın ve İslâm ümmetininşiddet sarmalından kurtulmasının yolu, Yüce Kuranın ve Peygamberimizin rahmet ve hikmet yüklü mesajlarında mevcuttur. Coğrafyamızın yeniden selam ve eman yurdu olması, İslâmın medeniyetler inşa eden eşsiz ilkelerine sımsıkı sarılmaktan geçer. Farklılıkları yıkım sebebebi değil, ilahi kudretin delili olarak görebilmekten geçer. Ülkemize, gönül coğrafyamıza ve insanlığa barış, huzur, esenlik, merhamet, şefkat, adalet ve fazilet aşılamanın yolu, birlikte yaşama ahlakını yeniden inşa etmekten geçer.
Şevket BOYRAT
Çeltikçi Mah. Camii İmam Hatibi