Ülkemiz insanının hırsı, bütün ilahi nimetler ve varlıklar üzerinde, hudutsuz bir kudrete sahip, istilacı anlayışı ve bir tahrip mekanizması gibi ortaya koyduğu aymazlığı, doğa ile hiçbir münasebete yer vermez bir varlık sıfat ile bütün dengeleri, alt üst etmesi neticesinde, meydana gelen doğal afetler tüm bu negatif faaliyetlerin insana geriye yansıması olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bu anlayış insanın tabiatı da kendisinin her türlü tahribine, istismarına, istilasına açık bir bir meta gibi görmesine sebep olmuştur. Bu yetmezmiş gibi günümüz de bilime, mühendisliğe ve akla aykırı uygulamalarla birlikte, rant politikaları nedeniyle ülkemiz bir deprem ve afet üreten coğrafya durumuna gelmiştir. Bilinçsiz yer seçimleri, mühendislik verilerinden yoksun imar planları, düşük düzeyli veya mühendislik hizmeti görmemiş yapı yönetimi, tasarımsız, plansız kentleşme. Altyapı ve üst yapı yetersizlikleri, hızlı nüfus artışı, köyden kente göç. Bütün bunların neticesi olarak diyebileceğimiz depremler ülkemizde hem insani, hem sosyal, hem de ekonomik yıkımlara dönüşmüş ve yaşadığımız depremlerde oluşan büyük kayıplar bizi, hepimizi derinden etkilemiştir ve etkilemeye devam etmektedir. Etrafımıza şöyle dikkatle bakacak olursak gelişmiş ülkeler, bu tür felaketlerden sonra yaşananlardan ders alarak, toplumlarında birçok şeyin esastan değişimini sağlamışlardır. Ancak ülkemiz ölçeği, ülkemiz gerçeği biraz farklı. Yaşanan Marmara depreminden sonra ülkemizde bir çok şeyin köklü değişeceği umut edilirken bilimin önderliğini çok fazla benimsemeyen toplumumuzda, afet bilincini yükseltmede ve afete duyarlı bir toplum oluşturmada çok yeterli olamadığımız bu yaşananların ayrı bir realitesidir. Yaşadığımız bu en son depremlere rağmen, daha önce olduğu gibi yine yaşananlara kader anlayışıyla bakmayı toplum olarak tercih etmeye devam ediyoruz.

Sıkça yazılarımda ifade etmeye çalıştığım gibi 1999 deprem öncesi yapılan yapılar ülkemizin her neresinde olursa olsun, deprem bölgelerinde henüz deprem olmadığı için ayakta kalmaya devam etmektedirler. Yoksa bunlarda depremler de göçen, ağır hasar alan veya orta hasarlı olan yapılara benzer karakteristik özelliklere sahiptir. Bu yapılar sadece deprem olmadığı için şu an ayakta duruyorlar. Ülkemiz olan bu coğrafya bir deprem coğrafyası olmasına rağmen, bizler bu coğrafyada yaşamaya devam edeceğiz. Başka gidecek ülkemiz yok. Hem de her an yeni bir deprem olasılığını bilerek. Oysa yapılması gereken Marmara depremi sonrasındaki süreçte deprem zararlarını azaltma konusunda ülkemiz genelinde bir değişim ve dönüşümün başlatılmış olması idi. Ülkemizi ve mevcut yapı stoklarımızı depreme dirençli hale getirme ülkemize ve insanımıza büyük faydalar sağlayacaktı. Peki o günden bu güne neler yapıldı? Yapılanlar yeterli mi? Yetersizse, daha neler yapılmalıydı? Neden yapılamıyor? Deprem sorunu ülkemiz de nasıl aşılabilir? Bu konuda duyarlı bir toplum oluşturmada zorluk nerede? Bu konuda sayısız soruyu sorma imkanımız olsa da, tüm bu soruların soranı da muhatabı da bizleriz. Peki çare nedir? Çare güvenli kent ve bölge planlaması yapılması, güvenli yapı tasarımı ve yapı denetimi. Bu işler gerçekçi bir eylem planı ile siyaset dışı bir anlayışla uzun vadede sabır ve sebatla devlet-millet işbirliği ile yapılabilir ve yapılmalıdır. Öyleyse çare yine biziz...