Toplumlarının en önemli meselelerinden birisi de İsraf konusudur. İsraf; harcamada haddi aşarak, ne zaruret, ne ihtiyaç, ne de güzel bir maksat için, faydasız ve gayri meşru şekilde yapılan her türlü harcamadır. Masraf ise; Bir ihtiyaç veya güzel bir maksat için yapılan harcamadır. Zaruri olan masraf yapılmazsa, huzur-suzluk olur. Ne yazık ki, birçok insan ihtiyacı olmayan şeyleri de satın alıp savurganlık yapıyor. “Komşusu aç iken, tok yatan bizden değildir” diyen sevgili Peygamberimiz, ihtiyaç sahiplerinin gözetilmesini, özellikle komşuların himaye edilmesini tavsiye etmektedir.  Du-rum böyle iken, bir ülkede lüksün, eğlencenin, israfın akıllara durgunluk verecek şekilde yaygınlaşması iç açıcı değildir. % 99’u Müslüman deyip de övündüğümüz memleketimizde, çöpe giden ekmek miktarı 400 bin kişilik bir şehir nüfusunun, tam bir yıllık ekmek ihtiyacını karşılamaktadır. Ekmeğin en aziz bir nimet olarak bilindiği bir memlekette böyle bir durum tüyler ürperticidir. Bugün sadece üç büyük metropol şehrimizdeki ekmek israfı önlenebilse, dışarıdan buğday ithal etmek mecburiyetinde kalmayız. Oysa bizim toplu-mumuz için ekmek, Kur’an-ı Kerim derecesinde itibar ve saygı görmeliydi. Bir ekmek kırıntısı yere düştüğün-de, büyük bir itina ile besmele çekilerek alınır, alına, yü-ze sürülür, temiz ise yenir, değilse; yüksekçe bir yere konarak, kuşların veya bir kısım hayvanların yemesi sağlanırdı. Hatta ekmek kırıntılarının yerlere dökülmesi çarpılmaya sebep kabul edilirken, bu duruma rıza göstermek fakirliğe alâmet sayılırdı. Bu gün, bu anlayış, bazı yerlerde, özellikle inançlı kesimde varlığını gösterirken, yeni nesilde bu hassasiyeti görmek mümkün olamamaktadır. Öyle ki; bazıları, ekmekle ağzını ve tabağını sildikten sonra, onu yemeden sofrada bırakmayı adet edinmiştir.

Ekmek ve yemek konusunda hassas davranan sevgili Peygamberimiz; “Sizden birinizin lokması ye-re düşse, onu alıp, üzerindeki toz ve toprağı giderdikten sonra yesin. Onu şeytana bırakmasın.” “yemek tabağını sıyırmamızı emreder. Siz yemeğin hangi kısmında bereket olduğunu bilemezsiniz” derdi. Çünkü “Allah verdiği nimetleri kulunun üzerinde görmeyi sever” buyurarak, nimetlerin yerli yerinde sarf edilmesini tavsiye ederdi.

Bugün, bu bereket anlayışının gönüllerden silindiğini hissetmekteyiz. Yüce Allah; “Ey Ademoğulları! Her mescit huzurunda, güzel elbiselerinizi giyin; yiyin, için, fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez” (Araf;31) buyurur. Her namaz kılı-şımızda, Rabbimizin huzuruna en güzel ve en temiz kıyafetle çıkmamız istenirken, diğer taraftan da israf etmememiz isteniyor. İnsan güzel ve temiz giyinmelidir. “Güzel bir kıyafet, en iyi tavsiye mektubudur.” (C.Şahabettin)

İnsan hayatını sıkıntıya sokan israfın her çeşidinden korunmak lâzımdır. Kumar alemine dalmak, vaktin büyük kısmını yeşil çuha örtülü kumar masaları veya makineleri önünde geçirmek, zamanın, paranın, gençliğin, aklın ve ömrün israfıdır. Mevlâna Celaleddin-i Rumi; “Asıl büyük israf insan ömrünün boş ye-re geçirilmesidir. Çünkü bir saatlik ömrünüzü yüz bin altınla geri getiremezsiniz” der. “İktisad eden fakir olmaz” buyuran Hz. Peygamberimiz; “beş şey gelmeden önce, şu beş şeyin kıymetini iyi biliniz” buyurarak bizleri ikaz etmiştir.

1) Ölüm gelmeden önce hayatın,

2) Hastalık gelmeden önce sıhhatin,

3) İhtiyarlık gelmeden önce gençliğin,

4) Meşguliyet ve sıkıntıdan önce boş vaktin,

5) Fakirlikten önce zenginliğin kıymetini iyi biliniz. 

Bu ibret verici nasihat karşısında, boşa harcanacak ne bir kuruşun, ne de boş vaktimizin olmadığını bildiriyor. Hz. Ömer (ra) halifeliği zamanında, Yemen’i ziyare-te gider. Yemen Valisi, ziyaret ve teftişe gelen Hz. Ömer’i ihtişamlı bir şekilde karşılar. Bir ziyafet tertip eder. Ziyafette; beyaz buğday ekmeği ile bal şerbeti mevcuttur. O zaman lüks sayılabilecek bir gıda madde-si olarak Ömer’e takdim edilmiştir. Ömer, sofrayı göste-rerek, Vali’ye şöyle der; “Bu memlekette herkes bu ekmek ile bal şerbetini bulup yiyebiliyor mu?” Vali; “Hayır ya Emira’l Mü’minin, biz bu sofrayı sizler için hazırlattık. Herkes bunu yiyemez. Halkın arasında fakirlerde var.” Bunun üzerine; Ömer, sofrayı kaldırtır, şu sözleri söyler; “İnsanların sorumluluğunu üzeri-ne almış bir idareci, halkının en fakirinin yediğini yemezse, giydiğini giymezse, o idareci adil değil, zalimdir, zalimdir.” Onlar bu derece hassas ve dürüst oldukları için isimleri asırlar sonrasına taştı. Lüks ve israfa gitmeden tatbik edilen adalet bu sebepledir ki, Hz. Ömer zamanında fetihler, doğuda Maveraunnehir’e batıda Büyük Sahra’ya, kuzeyde Irak, İran dahil Anadolu’ya, güneyde ise Umman denizine kadar genişlemişti.

Zaman ve ömür, en kıymetli varlığımızdan olduğu halde, kıymetini en az bildiğimiz ve boşa harcadığımız hazinemizdir. Ömür, dünyada kalabildiğimiz ve hayatı yaşayabildiğimiz müddettir. Engin bir zamandan kendi hissemize ayrılan hayat müddetine “ömür” diyoruz. Ömür alıp verdiğimiz nefeslerden ibarettir. Hiç şüphesiz ki en önemlisi de son nefestir. 

            “Ne büyük bir gaflet içinde beşer,

            Bilmez ki; bir nefes sonrası mahşer...”

Sayılı günlerden ömrümüzün her saniyesine değer vermek, hiçbir nefesi boşa harcamamak için çalışmalıyız. Zira insanoğlu ömrünü nerede harcadığından, bedenini nerelerde yıprattığından hesaba çekilecektir. Ömrünü gaflet içersinde geçiren insanın hali, bütün gün uçurtma uçuran çocuğun hali gibidir. Böyle bir çocuk, uçurduğu uçurtmasına bakmaktan, vaktin geçtiğini anlamayacaktır. Yaşanmaya değer hayatı bulan şair şöyle diyor;

   Otuz üç yıl saatim işlemiş ben durmuşum,

  Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum.

İnsanın yaşadığı zamanın değerli olduğunu geçmişe ve geleceğe takılmamak gerektiğini şu veciz ifa-de açıklar;

Geçmiş zaman gitmiştir ele geçmez.

Gelecek ne haldir bilinmez.

Dem bu dem, saat bu saat.

Bu gün dursun yarın yaparım diyenler, hiçbir şey yapamazlar. Çünkü her bu gün dünün yarınıdır. Bu-gün ne yapmışlar ki, yarın ne yapacaklar. Nefsine müh let verenler, hep yarın veya gelecekte yaparım diyenler, doğmayacak bir günün sabahını beklemektedirler. Buda zamana mağlup olmaktır. Televizyon günlük hayatımızın vazgeçilmezleri arasına girmiştir. İşimizden arta kalan zamanımızın büyük çoğunluğunu onun karşısında, onun esiri gibi geçiriyoruz. Televizyon karşısında çok zaman geçirmek insanın sosyalleşmesini ve dostlukların gelişmesini engeller. Ayrıca insanın zihinsel gelişimini de engellemektedir. Televizyon başın-da geçirilen uzun saatler, insan hayatını esir alan ve zamanın en çok israf edildiği yerlerdir.

Shakespeare bir eserinde; “Ben zamanı israf et-tim, şimdi de zaman beni israf ediyor.” der. En bü-yük tasarruf, zamandan yapılandır. Zamanı gereği gibi kullanabilse insan, neleri başarmaz. Günde iki sayfa yazabilse, bir ömürde ciltler dolusu eserler meydana gelmez mi? Her gün beş kelime yabancı dil öğrense insan, kısa sürede kaç lisan konuşmaz mı? Hayatımız kaybedilen fırsatlarla doludur. Aslında iyi kullanabilsek, ömür kısa değil, bizde henüz geç kalmış sayılmayız. Zamanın ne işe yaradığını, zaman kalmadığı zaman daha iyi anlarız. Laver Hulm adlı İngiliz 73 milyon sterlin biriktirerek, 73 yaşında vefat etmişti. Ölmek üzereyken sordular. “Zamanımı tercih edersin, servetimi?” O, hiç tereddüt etmeden “ömrüm biraz daha uzasa, servetim hiç olmasa da razıyım” demişti.

Çoğumuz hayatın kıymetini ölüm döşeğinde kabul-leniriz. Şair diyor ya;

“Yayılın çimenlerin üzerine, acele edin.

Er veya geç çimenler yayılacak üzerinize.”

İsraf, kalpteki yardım duygusunu da öldürür. İsraf, değer bilmemekten doğar. Bir bardak suyun değeri hissedilse, bütün damlayan musluklar durur. İnsan bir şe-yin gerçek değerinin farkına varmadı mı, o şeyi önem- semez. Susuzluğun ne demek olduğu bilinmezse “Su-yu israf etmeyin” ikazı bir şeye yaramaz. Alışkanlıkların terk edilmesi bir eğitim işidir. Bu idrak edilerek ve severek yapılır. Birkaç sözle ikaz etmemiz, anonsla duyurmamız başarılı olmaz. Etkinin sürekli olması için, bu duygu maya tutmalı, kalp benimsemelidir.

Can sıkıntısı ve dedikodu, genellikle boş zamandan doğar. Zamanını değerlendiren insan için can sıkıntısı olmaz. Boş zaman insan ruhunda isimsiz bir hastalık yapar. Mühim olan, dünya misafirhanesinde, ebedi hayata hazırlanmaktır. Şunu iyi bilelim ki; ekono-mik yönden kalkınmış olan ülkeler, zamanı en iyi değerlendiren ülkelerdir. Günümüz insanı daha varlıklı bir hayat yaşıyor ama eskiye göre daha mutlu bir hayat yaşamıyor. Bir vücut için kanser mikrobu ne derece tehlikeli ve zararlı ise, bir millet için de, israf mikrobu o derece tehlikeli ve zararlıdır. Öyleyse; bize düşen gö-rev, israftan kaçınıp, cimrilik de yapmadan, orta yolu takip etmektir. “Hurmaların hepsini bugün yiyenler, yarın sadece çekirdeklerini bulurlar” denildiği gibi, yarını da düşünmek gerekiyor.

Balzac der ki; “Ayakkabılarım olmadığı için üzülürdüm. Ne zamanki sokakta ayakları olamayan birini gördüm, halime şükrettim...” 

Küçük şeyler küçümsenmeye gelmez. Bir sivrisinek bir insanın bütün gecesini zehir eder. Bir küçük bu-lut, güneşin önüne geçer, gölge olur. Küçük bir ateş, etrafını kül eder. Büyük servetler dahi, küçük israflarla yok olur gider.

Ömür dediğimiz şey üç gündür.

Dün geçti, yarın da belli değildir.

O halde ömür bir gündür.

O da bu gündür.