Tolstoy: “Bana hastanede ‘Karın öldü’ dedikle­rinde ne yapacağımı, nasıl tepki vereceğimi bilemedim. İçimden eve gidip karıma olanı anlatmak ve bana ne yapmam gerektiğini söylemesini isterdim,” diyor, ka­rısından bahsederken. Aşkın en etkileyici izahı bu olsa gerek.

Gece yarısında, defalarca dinlediği Selami Şa­hin’in “Özledim Her Şeyini” şarkısını kapattı. Derin de­rin bir iç çekti.

“Sen gittin ya, yaşantımın bir anlamı kalmadı

Sen gittin ya, pencereme bir kez güneş doğmadı

Sen gittin ya, senden sonra mutluluğum olmadı

Senle geçen günlerinin değerini bilemedim

Özledim teninin kokusunu, özledim

Özledim sımsıcak nefesini, özledim

Özledim sohbetini, o sesini, özledim

Gelmedin göz bebeğim, can yoldaşım, gelme­din...”

Eşi öleli bir seneyi geçmişti. Şen şakrak, neşeli, sağlıklı ve bakımlı bir kadındı Yeşim Hanım. Elli yaşın­da olmasına rağmen yaşını hiç göstermiyordu. Bir gün aniden rahatsızlanmış, ayaklarıyla gittiği hastaneden yir­mi gün sonra ölüsü çıkmıştı. Ritim bozukluğu teşhisiyle başlayan süreçte iki kere kalp krizi geçirmiş, yoğun ba­kım sürecinden kurtulamayarak rahmetli olmuştu. Otuz sene aynı yastığa baş koymuşlardı. Kadir askerden gel­miş, babasının yanında beraber aynı işi yapmaya başla­mıştı. Artık ailesi onu baş göz etmek istiyor, hayırlı bir kız arıyordu. Okul yıllarında gençliğinde bir iki gönül ilişkisi olmuştu ama kısa sürmüştü. İş güç, askerlik der­ken anca evlenmeye fırsat bulmuştu. Arkadaş ortamında tanışmışlardı Yeşim’le. Arkadaşlarının bir kısmı evliy­di. Onların da ön ayak olması ile bir süre görüşmüşler, anlaşmışlar, ailesinin rızasını alarak söz, nişan yapılmış, sonunda da evlenmişlerdi. Her ailede olabilecek ufak tefek tatsızlıklar yaşanmış ama hiç birbirlerine küsme­mişlerdi. Çocuklarını yetiştirmişler, torun torba sahibi olmuşlar, tam keyfini çıkaracakları zaman kader ayır­mıştı onları.

Yan yana büyüyen iki ağacın kökleri gibi kay­naşıp kenetlenmişlerdi. Bu bağ kopması imkânsız gibi gelirdi onlara. Oysa normalde bozulması imkânsız olan bu bağ bozulmuş; yalnızlık, kader, öfke ve suçluluk duy­gularıyla boğuşur olmuştu. Otuz yıllık evliliği boyun­ca çevresindeki birçok kişinin eşini kaybettiğine tanık olmuştu zaman içinde. Bunun nasıl bir duygu olduğu­nu anlamak için ‘yaşamak gerekiyormuş’ dedi içinden. Kendisini yarım kalmış hissediyordu. Genelde gecele­rin sessizliğinde yaşıyordu bu duyguları. Gündüzleri iş güç, koşturmaca... Bir şekilde hayat devam ediyordu. O gün işyerine hem eski dostu hem de müşterisi Fahri gelmişti. Kahvelerini içerken söz dolaştı geldi Kadir’in yalnızlığına. Fahri, “Bak adaş, kızıyorsun ama yalnızlık Allah’a mahsus. Yasını tuttun. Erkeğin geride kalması zor. Bundan sonraki hayatımız daha sıkıntılı. Bulalım helal süt emmiş bir eş.” Kadir’in konuşmasına fırsat ver­meden “Oğlum hep diyorum, zamanında hiçbiriniz beni dinlemediniz. Beni çekiştirdiniz durdunuz. Yedekleyin hanımlarınızı deyince hop oturup hop kalktınız.” Kadir, “Puştluk yapma.” dedi gülümseyerek. Fahri’nin iki eşi vardı, ona göre hava hoştu. Ama gel gör ki eşleri kedi köpek gibiydiler, hiç geçinemiyorlardı. Fahri üsteledi, “Utanıyorsan biz bakalım.” Kadir, “Ben iyiyim böyle.” dedi.

Yaz bitmiş, sonbahar geçmiş, günler kısalmış, kış gelmişti. Yaz ve bahar aylarında vakit bir şekilde geçi­yordu. Hafta sonlarını bazen çocukları ve torunlarıyla geçiriyor, bazen de arkadaşlarıyla kıra, bayıra denize gidiyorlardı. Ama kış için aynısı söylenemezdi. Evde çamaşırını, bulaşığını yıkayan; yemeklerini, temizliğini yapan bir yardımcısı vardı. Dolayısıyla ev işleriyle ken­disi ilgilenmiyordu. Kahvehane alışkanlığı da olmadığı için akşamlar adeta ızdırap veriyor, vakit geçmek bilmi­yordu.

Bir akşam, eski resimleri sandıktan çıkarıp orta­ya döktü. Onlarca resim ortaya saçıldı, baktığı her re­simde geçmişin sıcak anılarına bir yolculuk yapıyordu. Dakikalarca resimlerden gözünü ayıramadı. Gece iler­ledikçe, bir resimde gözüne takılan bir detay dikkatini çekti. Lise mezuniyetlerinde düzenlenen veda gününe ait toplu fotoğrafta, sınıf arkadaşı Zeynep’in yanında duran kıza ilişti gözü: Çiğdem’e. İlk orada görmüştü Çiğdem’i. Ortaokulu henüz bitirmiş, o sene lise macerasına adım atmak üzereydi. Zeynep ablasının komşusu olarak par­tiye katılmıştı. Kumral saçları, yeşil gözleri, beyaz elbi­sesiyle adeta bir kuğu gibiydi. Çiğdem, sadece Kadir’in değil, diğer genç erkeklerin de dikkatini çekmişti.

“Bir kumral güzele gönül kaptırdım gözlerini hu­susimi yaptırdın

İnsanı delecek bakışlar sende.” diyen ozanın söz­leri geldi aklına.

Kadir yaz boyunca Çiğdemle tanışmak için uğ­raştı durdu. Neredeyse her gün Zeynep’in başının etini yedi. Zeynep ise yaz boyunca farklı bahanelerle Kadir’i geçiştirdi. Sonunda eylül geldi, okullar açıldı. Zeynep, Kadir’in baskısından kurtulmak adına Çiğdem’e konuyu açtı. Çiğdem’in zaten görüşme teklifini reddedeceğini düşünüyordu ancak tam aksine, Çiğdem, Kadir’in tek­lifine sıcak bakmıştı. O yıllarda cep telefonları yaygın değildi ve genç bir kızla genç bir erkeğin açıkça buluş­ması toplumda hoş karşılanmıyordu. Bu nedenle buluş­ma yerleri genellikle pastanelerdi. Saray Pastanesinde buluştular.. Çiğdem, Zeynep’le birlikte gelmiş, Kadir ve Çiğdem’i aynı masada bırakıp yan masaya geçmişti. Kadir, o anı tekrar hayalinde canlandırdı. Heyecandan dolayı, ikisi de ilk beş on dakika neredeyse hiç konu­şamamıştı. Göz göze gelip susulan o anlar, iğrenç bir sessizliği beraberinde getiriyordu. Ardından, kurdukları cümleleri defalarca süzgeçten geçirip konuşmaya başla­dılar. Belki de uzun süren sessizliğin sebebi bir nevi her bir sözcüğü süzgeçten geçirmelerin yansımasıydı. Soh­bet, hâl hatır sorma, havadan sudan konuşmalar derken, içlerinde yükselen heyecanı bastırmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Hoşlandığın birisiyle görüştüğün ilk buluşma kadar heyecanlı çok az şey vardır. Kadir, buluş­maya gitmeden önce titizlikle hazırlanmış, tıraş olmuş, en yeni elbiselerini giymiş ve parfüm sürmüştü. Çiğdem ise beyaz montunun içine kırmızı boğazlı bir kazak giy­miş, kısa kesilmiş saçları arasından pırıl pırıl bakan yeşil gözleriyle etkileyici bir görünüme sahipti. Şairin dediği gibi, “gözlerin yağmurdan sonra yaprakların yeşili”

Sonra haftada bir iki kez buluşmaya başladılar. Hayallerini, nelerden hoşlandıklarını, sevdikleri şarkı­ları, birbirlerine olan duygularını anlatıyorlar; beraber oldukları zaman onlara yetmiyor, beraber olmadıkların­da da adeta zaman geçmiyordu. Kadir sık sık Çiğdem’e “Dünyada en güzel şeyi sana vermek isterdim, ama seni sana veremem ki” derdi. Çiğdem bunu duydukça içi bir hoş olurdu. Kadir kavaklaraltı parkından Çiğdem’in eli­ni ilk kez tuttuğu o anı hatırladı. Sanki sevgilisinin eli­ne dokunuyor gibi, ama aslında bir şeye değmiyor gibi hissetti. Böyle el ele yürümek harika bir şeydi. Tabii bu uzun sürmedi, yaşadıkları çevrede bu çok normal sayıl­mıyordu. Elini Çiğdem’in elinden çekti.

Birbirlerini görmeden yapamıyorlardı. Çiğ­dem’in babası bir devlet bankasında müdür, annesi ise ilkokul öğretmeniydi. Çiğdem evin tek çocuğuydu. Aile­si egeliydi. Bu çevreye göre daha modern, serbest, aydın görüşlü insanlardı. Hiç unutmuyordu. O sene, Çiğdem’e 11 Ocak’ta yani Çiğdem’in doğum gününde, üzerine Ç.K. yazan altın bir kolye hediye etmişti. Çiğdem’in so­yadı Koç’tu. Çiğdem Koç. Ama bu kolye aynı zamanda Çiğdem ve Kadir’in baş harflerini temsil ediyordu. Çiğ­dem bu anlamlı hediyeye çok sevinmiş, kolyeyi bir an olsun boynundan çıkarmıyordu.

Baharın gelişiyle ikisinde de endişe ve tedirgin­likler başlamıştı. Okulların tatili yaklaşmıştı, okullar tatil olunca Çiğdem geçmiş yıl olduğu gibi annesiyle yazlığa gidecekti. Şimdiden bu ayrılığın tasası içlerine oturmuştu. Planlar yapıyorlar, “Ayrı kalamayız” diyor­lardı. Fakat kaderin kendileri için bambaşka bir sürprizi vardı. Sandıklarından daha uzun bir ayrılık kendilerini bekliyordu.

Bir gün yine Çiğdem’le buluştukları pastane­de otururken Çiğdem hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Babasının tayini çıkmıştı, Manisa Alaşehir’e. Bir haf­ta içinde babası yeni görevine başlayacaktı. Annesi ve Çiğdem okullar tatil oluncaya kadar burada kalıp tatille beraber Alaşehir’e taşınacaklardı. Babasının aslında tayin beklemediğini, çok ani olduğunu, babasına haksızlık yapıldığını ve sürüldüğünü anlatmaya başladı. Kadir do­nakalmıştı. İçinde kocaman bir boşluk hissetti, kalbini derin bir sızı kapladı, tüm vücudu gerginlikten kaskatı kesildi, adeta canı yanıyordu. Biricik sevgilisi gidiyor­du, sevgilisinden ayrılmaktan daha acı ne olabilirdi.

“Çiğdem’in babasının tayini çıktığı ilçede du­yulmuştu. Babası, esnaf arasında sevilen bir kişiydi. Siyasetin her yere burnunu soktuğu dönemlerde ilçede iktidar partisinden bir milletvekili bulunmaktaydı. Bu milletvekili, ilçedeki sorunlarla uğraşmak yerine, parti­lilere devlet bankalarından kredi temin etmek, düğün ve cenazelerle ilgilenmek gibi işlerle meşguldü.

Bir gün bankaya kredi başvurusu yapan bir par­tiliye, banka yetkilileri gerekli evrakları verip bunları doldurmasını, bilanço, işyeri açma belgesi vb. getirme­sini söylerler. Ancak bu sırada ortaya çıkan bir dizi olay, olayların seyrini değiştirecektir. Partili milletvekiline şikayet eder, “Bana zorluk çıkarıyorlar, kredi vermiyor­lar” der. Milletvekili banka müdürünü arar, partili şahsın kredi başvurusunu, işinin görülmesini söyler. Müdür de ‘Hay hay efendim, gelsin beni bulsun’ der.

Partili esnaf, müdürün yanına gelir. Müdür şahsı odasında ağırlar, çay söyler. Partili, “Arkadaşlar, krediyi vermiyorlar, zorluk çıkarıyorlar. Müdürüm, ben sıradan biri değilim. Vekilim sizi aramış” der. Müdür, “Sakin olun, şimdi o bölümün şefini çağırıyorum, durumunu bir öğrenelim” diye karşılık verir. Az sonra partili esnafla ilgilenen memur, yanında şefi ile müdürün odasına gelirler. Müdür, “Ali bey, müş­terimiz sayın vekilimizin yakını, kredi başvurusu olmuş, ne aşamada?” diye sorar. Ali bey, “Efendim, evrakları vermişiz. Abi doldurup muhasebecisinden de diğer ev­rakları alıp bize getirecekti. Henüz bir şey gelmedi” di­yerek yanıtlar.

Şefin açıklamalarının henüz bitmediği bir anda, sinirli bir şekilde konuşan partili, “Kardeşim, vekil sizi aramadı mı? Ne evrakları? Doldurun, benim işimi halle­din!” diyerek müdürü sert bir tonla azarlar. Müdür bey aşağıdan alır, “Beyefendi, canım abicim, biz de emir kuluyuz. Sonuçta, kendi paramızı vermiyoruz, devletin parası. Siz evraklarınızı tamamlayacaksınız, bize getire­ceksiniz, biz inceleyeceğiz, sonra işleme başlayacağız, gerekiyorsa bölgeden onay alacağız.” der.

Partili çayı yarım bırakıp sinirli bir şekilde aya­ğa kalkar, biraz da hakaretvari bir tavırla kapıyı çarpar gider. Müdür, “La havle” der. Ali beyin yanında mü­dür, yapılan bu hakarete içerlemiştir, ama yapacak bir şey yoktur. Aradan birkaç saat geçer, müdürün telefonu çalar. Arayan vekildir, ağza alınmayacak galiz küfürler­le müdüre bağırır, çağırır. Müdür sessizce dinler, veki­lin öfkesi bitince, “Efendim, arkadaş geldi, kötü bir şey söylemedik. Evraklarını tamamlayın, getirin, işlemleri­nize başlayalım.” dedik. Kızdı gitti, partili tabii vekile ne söylediyse! Müdürü, şefi, memuru iyi şikâyet etmiş.

Vekil biraz nefeslendikten sonra yine öfkeyle ba­ğırarak, “Bana bak müdür! Adamın evrağını mı doldura­can, işlemini mi yapacan ne b..k yiyecesen yap. Bugün adamın işini hallet” der, telefonu yüzüne kapatır. Müdür mosmor olmuştur, şefi Ali’yi çağırır. Olanları anlatır, “Ben bunaldım, çıkıyorum. Şahıs gelirse evraklarını be­raber doldurun, bir sıkıntı yoksa işlemlerine başlıyalım. Kefilini bulsun, verelim krediyi, başımıza bir iş gelecek bu işten” çantasını toplar, çıkar.

“Bütün bu karmaşık olaylar, müdürün ve banka çalışanlarının üzerinde ağır bir yük oluşturmuştu. Arka sokakta küçük bir meyhane vardır: Rüstem ağa’nın meyhanesi. Selam verir, tezgahın yanındaki taş masaya oturur. Rüstem ağa, manavdan yeni gelmiş, akşam için hazırlık yapıyor. İçeride kimse yok. “Hayrola müdür, ne ararsın bu saatte be yav!” Müdür, bazı akşamlar eve gitmeden buraya uğrar, bir iki tek atar, Rüstem ağa’yla şakalaşırdı.

Rüstem ağa, bir şeyler olduğunu müdürün yü­zünden anlamıştır. Elindeki işleri bırakır, iki duble rakı hazırlar. Biraz beyaz peynir, bir iki mezeyi de tepsiye koyup müdürün karşısına oturur. Kendi kadehi sektir, müdürün rakısına suyunu koyar. Soranlara “Delikanlı adam rakıyı susuz, kahveyi şekersiz içermiş.” der. Ka­dehleri tokuşturup birer fırt çekerler. “E müdür, anlat ba­kalım bu saatte canını sıkan nedir?”

Müdürün yok bir şey demesine rağmen Rüstem ağa beyaz pala bıyıklarını elinin tersi ile silerek, “Mü­dürüm!” diye sesini yükseltir. Müdür sesi titreye titreye olanları anlatır. Rüstem ağa, bir iç çeker. “Gidinin karadonlu Mehmet’in kısa donlu, sümüklü, deyyus kızanına bak sen! Siktir et, takma kafana, bunlar sonradan görme. Sen güngörmüş beyefendi bir adamsın. İdare et, bunlar gelip geçici.” der. Yeleğinden Maltepe cigarasını çıka­rır, birini müdüre uzatır, bir tane de kendi alır. Yeleğinin öbür cebinden benzinli muhtar çakmağını çıkarak önce müdürün sonra kendi sigarasını yakar.

Konuyu değiştirip müdürün ilgisini başka bir yere çekmek için “Bak müdür, bu çakmağa muhtar çak­mağı derler. Rahmetli dedemden kalma. Dedem köyde muhtarmış. Zamanında Zippo çakmaklara rakip olarak bu çakmaklar üretilmiş. İsmet İnönü, Atatürk’e “Efen­dim, huzurunuza çağıracağımız muhtarlara hediye ola­rak ne verilmesini uygun görürsünüz” der. Atatürk de yeni çıkan bu çakmakları uygun görür ve bu çakmakları muhtarlara hediye ederler. Köylerine dönen muhtarlara köylüler sorar. Muhtarlar da hediye olarak bu çakmakla­rı aldık deyince çakmakların adı muhtar çakmağı kalır. Bu modellerin benzersiz kapağı, tek çakışta yanarak kı­vılcım atar. Hala eskisi gibi kusursuz.”

Oradan buradan derken vakit ilerler. Müdür, “Ağam senin de işin çok, ben artık gideyim.” der. Rüs­tem ağa, “Tamam gün ola harman ola, takma kafana.” der.

Ertesi sabah bankaya gidince odasına müdür yardımcısı, şef ve krediye bakan memur gelirler. Şef, “Müdürüm sen akşamüstü çıktıktan sonra partili müş­teri damladı, dediğiniz gibi işlemlerini muhasebecisiyle de görüşerek kendimiz doldurduk. İşlemi başlattık. Sizin imzanız ve kefil kaldı. Bir kefil getirmesini ken­disine söyledik. Birazdan gelir.” Müdür bir iç çekerek “Tamam”. der. Yarım saat dolmadan müşteri gelir. Sırı­tarak müdürün odasına dalar. Müdür konuşmasına fırsat vermeden “Ben imzalıyorum. İşlemlere başladık, yalnız arkadaşlar söylemiş bir kefil lazım, rica etsek o da gelse. İmza işlemini bitirip kredinizi versek. Hayırlısıyla işini­zi halletsek.” der. Müşteri her zaman olduğu gibi huysuz ve kabaca “Ne kefili ben nereden bulacam kefili?” diye bağırmaya başlar. Müdürün tepesi iyice atmıştır. “Ulan i..ne!” der. “Kefili de ben mi bulucam. Babamın parasını mı veriyom. Siktir git!” Diyerek kapıyı gösterir. Partiliyi diğer memurlar apar topar bankadan dışarı çıkarırlar.

Müdür koltuğuna çöker, ellerini kafasının arasına alır. Yine bir of çeker. Bela üstüne yapışmıştır bir kere. Olacakları düşünür. Çok geçmeden yine telefon acı acı çalar. Biliyordur, telefonun ucunda yine vekil. Bu sefer hırsla telefonu açar. “Alo” der. Vekil, “Lan sen ne odun kafaymışsın!” diyerek hakarete başlar başlamaz müdür sesini yükseltir. “Kes lan! Bana bak, saygımızdan ter­biyemizden bugüne kadar sesimizi çıkarmadık, vekil mekil dinlemem vermiyom krediyi, kefil getirse de ver­miyom öyle telefondan atar yapıp durma, yiyorsa ben burdayım gel!” der.

Vekil: “Kefili de sen bulacaksın, krediyi de eşek gibi vereceksin. Devlete karşı mı geliyorsun?” Hakaret­ler, küfürler havada uçuşur. Sonunda müdür, telefonu vekilin suratına kapatır. Bir süre sonra bölge müdürünü arar, durumu anlatır. Bölge müdürünün arkasında dur­mayacağını zaten biliyordur. Bölge müdürü, “Müdürüm, çok başarılısın, keşke olmasaydı. Bu adamlar benimle de uğraşır, biliyorsun. Emekliliğime az kaldı. Sen acil tayinini iste, ben de onaylayayım. Memleketine yakın Alaşehir’de boşluk var. Hemen orayı kapatalım.” İşte Çiğdem’in babasının tayin hikayesi budur.

Bir süredir’’sevgilim’’dediği kişinin hayatından çıkması ve yaşamının değişeceği gerçeği kadirin iç dün­yasında derin yaralar açmıştı. Şimdi, önlerinde kısa bir zaman dilimi vardı; peki, sonra ne olacaktı? Bu düşünce, Kadir’in kafasını o kadar meşgul ediyordu ki, birileriyle konuşurken bile karşısındaki kişinin söylediklerini ya­rım yamalak duyuyor, gözleri uzaklara dalıyor ve ses­sizleşiyordu.

Zaman, sanki su gibi akıp gitmiş, ayrılık vak­ti gelmişti. Kadir ve Çiğdem, birbirlerini arayacakları­na dair söz verdiler. Çiğdem, gittikleri yerden adresini bildireceğini söyledi; Kadir ise dükkanının adresini ve telefonunu verdi. Son gün buluştuklarında, Çiğdem Ka­dir’in hediye ettiği kolyeyi elinde tutarak, “Bunu hiç çıkarmayacağım, buna her baktığımda seni hatırlayaca­ğım” diye söz verdi. Kadir’le sımsıkı sarıldılar, adeta tek bir bedende iki ruhtular. Çiğdem,kadirin göğsüne başını yasladı.kadirin gözyaşları çiğdemin saçlarından usulca süzüldü.çiğdemin gözyaşları ise kadirin tişörtünü ıslat­mıştı. Uzun süre öylece kaldılar. Aradan günler ve haftalar geçti, Çiğdem’den ne telefon ne de mektup geldi. Kadir, günlerce haber bek­ledi, ilk zamanlar çok zorlayıcıydı. Yemiyor, içmiyor, sürekli Çiğdem’i düşünüyordu. Zamanın her şeyin ilacı olduğunu söylerlerdi, ama Kadir için alışmak zor ola­caktı. Zamanla, yokluğuna alışacak mıydı? Çünkü hayat devam ediyordu, ancak içindeki boşluk bir türlü dolmu­yordu.

Bir gün, bir hafta, bir ay derken zaman akıp geç­ti. Onun kokusu duruyordur diye annesine yıkatmadığı tişörtü aldı. Kokusunu doya doya içine çekti. Tam o es­nada annesi odaya girdi. “Ne yapıyorsun?” dedi. “Kirli mi diye tişörtü kokluyorum” dedi. Annesi “Ne kirlisi? Yıkadım ben onu.” dedi. “Ne zaman yıkadın ya! Sana yıkama demedim mi?” diye çaresizce haykırdı.

O an Çiğdem’in kokusunu içine çekiyorum diye deterjan kokusunu içine çektiğini fark etti. “Demek ki kokusunu unutmuşum” diye geçirdi içinden kalbinde derin bir sızıyla. O gün, gün boyu evde oturup onun ko­kusunu hatırlamaya çalıştı. Bazı geceler ıssız park yo­lunda ya da lise caddesinde yol boyunca sallana sallana yürüyor, cebindeki ufak kanyak şişesinden çaktırmadan içiyordu. Yudumladığı kanyak yemek borusunu yakarak midesine inerken, Çiğdem’i düşünür ve bir iç geçirirdi. Ardından yine cebindeki ufak çikolatalardan bir parça ağzına atardı. Daha ıssız bir yere çekilmek, bağırabildi­ğince bağırmak isterdi.

Uzun kış geceleri kısalmaya başlamıştı. İlk yazın kokusu geliyor. İlkbahar bütün coşkusuyla kendini hissettiriyordu. Kadir artık işine gücüne bakıyordu. Babası da bu çalışmalarını ödüllendirmiş, ona çok istediği ara­bayı almıştı. Artık her şeyi bu arabaydı. Her gün yıkıyor, temizliyordu. Arabası o yılların efsane arabası Peugeot 2005 GTI idi. Aynı dönemlerde Ajda Pekkan’ın albümü piyasadaydı. Albümün en iddialı şarkısı olan “Uykusuz Her Gece”, Peugeot’nun rakiplerinin en çok dinlediği şarkı olmalıydı. Diğer arabalara göre aksesuarları çoktu. Özel tamponları, aynaları, kanatları, cantları, ses kolon­ları... Kadir, arabanın içini de pek havalı yapmıştı.

Arabasına arkadaşlarını alır, park yolu, çarşı içi, lise, kız sanat okulu önünü turlarlar, kızlara hava atarlar­dı. Arkadaşlarının zorlamasıyla bir iki gönül ilişkisi, kız arkadaşları olmuştu, ama kısa sürmüştü. Artık Çiğdem’i unutmuştu.

Gece geç vakit olmuştu. Resimleri tek tek yerine koydu. Mevsim itibarıyla soğuk algınlığı ve grip artmış­tı. İlçenin çanak şeklindeki yerleşimi, artan sanayi ve nüfusla hava kirliliğini ciddi etkilemişti. Ortalık kırılı­yordu. Kadir de birkaç gündür kendini iyi hissetmiyor­du. Ateş, titreme, kuru öksürük, burun akıntısı... Sanki bir kamyon çarpmış gibiydi. İdare etmeye çalışıyordu. Eskiler grip yatarak bir hafta, ayakta yedi günde geçer derlerdi. Birkaç gün daha sabretti, ama geçmiyordu. Üs­telik ishal ve kusma da başlamıştı.

Aile hekimi arkadaşı Muhammed’i aradı. “Gel bakalım” dedi arkadaşı. Ara sıra gider, biraz sohbet ederlerdi. Yıllardır kullandığı birkaç ilacını da yazdırırdı. Muhammet, Kadir’i muayene etti. “Ortalıkta var. Herkes salya sümük. ilaç yazayım. Haa! gelmişken kan ver de bir tahlil yapalım.” Senede bir iki sefer tahlil yap­tırırdı. Doktor, hemşireyi çağırdı. “Kızım Kadir abinden kan alın, tahlile gönderelim” dedi. İlaçları kullandıktan sonra rahatlamıştı ama ishali kesilmemişti. Herhalde ilaçlardandır diye içinden geçirdi.

Üç gün sonra doktor Muhammet aradı. “Adaş, bir görüşmemiz lazım, ben mi geleyim yoksa sen mi ge­lirsin?” dedi. “Hayrola hocam,” “Yok bir şey telaşlan­ma, tahlil sonuçların çıkmış görüşmemiz lazım.” Kadir, “Ben gelirim” dedi. Akşamüstü sağlık ocağında buluş­tular. Doktor Muhammet, havadan sudan bahsediyor, bir türlü konuya girmiyordu. Kadir bu durumdan şüphe­lenmişti. “Hayrola hoca, muhabbete mi çağırdın? Çıkar bakalım ağzından baklayı.” Deyince “Kadircim, kan de­ğerlerinde bir anormallik var. Bence iyi bir genel cerraha muayene ol derim” dedi.

Kadir için zorlu bir süreç böyle başlamıştı. En­doskopi, kolonoskopi, bir dizi tahlil ve testin ardından doktoru acı gerçeği ortaya koymuştu: Kolon kanseri. Birkaç ay sürecek ilaç tedavisi, ışın ve sonunda riskli bir ameliyat süreci bekliyordu. Doktor, ameliyatın başarılı olmazsa ciğerlere sıçrayabileceğini ve zorlu bir dönemin kendisini beklediğini açıkça ifade etmişti. Bu noktada Kadir’in psikolojisi ciddi şekilde bozulmuştu. Ölüm riskinden çok başkalarına, yakınlarına bakıma muhtaç olmak, görünüşünün bozulacak olması, acı çekme korkusu… Gergin, öfkeli ve kaygılı birine dönüşmüştü. Tü­kenmiş, hayattan zevk almayan, sürekli “Neden ben?” diyen biri olmuştu. Çevresindeki insanlara kızgın ve öfkeli davranmaya, sağlıklı insanları kıskanmaya başla­mıştı. İleride ameliyat, tedavi süreçlerinde günlük hayat düzeninin değişeceğini, çaresiz kalacağını düşünüyordu. Artık günlerinin sayılı olduğunu biliyor ve gelecekle ilgili kaygıları bir kenara bırakarak, hayatında yapa­madığı, ıskaladığı şeyleri gerçekleştirmek; göremediği, kırdığı ve üzdüğü insanlar varsa onlarla görüşmek ve helalleşmek istiyordu.

Uzun süredir zihnini kurcalayan, son birkaç ge­cedir rüyalarına giren olayın etkisi altındaydı. Çiğdem aklına düşmüştü, bir an bile aklından çıkmıyordu. Onu hala özlediğini, ona karşı duygularının hâlâ canlı oldu­ğunu fark etti. Rüyalarında, Çiğdem’in de Kadir’i öz­lemle beklediğini, “Beni de gör, vedalaşalım” dediğini görüyordu. Ancak kimseye bu durumu anlatamıyordu. Hoş, anlatsa bile Çiğdem’i kim tanırdı ki? Ama içten içe birinin ona “Arasana eşek herif” demesi için yanıp tutu­şuyordu.

İçinden onu aramak için bahane mi yaratıyorum diye geçirdi. Zihnini kemiren onlarca soru vardı. Neden bu güne kadar hiç aklına gelmemişti, neden aramamış­tı, ne olmuştu? Hem ona hem kendine kızıyordu. “Hadi o aramadı, sen niye aramadın? Yaşıyor mudur, ölmüş müdür, evlenmiş midir? Öyle güzel bir kız mutlaka ev­lenmiştir. Kocası kimdi? Nasıl biriydi? Çocukları, torun­ları var mıydı?” Ardı arkası kesilmeyen bu soruların ce­vaplarını bulmalıydı. Sonunda Çiğdem’i aramaya karar verdi. Ayıp değildi ya! Koca koca insanlar olmuşlardı. Kararını verdi.

İlk olarak, babasının çalıştığı bankaya gitti. Çiğ­dem’in okuduğu okulu ziyaret etti. sonuçta ilçede saygı gören ve sevilen biriydi. Eski bir dostunu aradığını söy­lüyordu. İçişleri Bakanlığı’nda çalışan yeğenini devreye soktu. Nüfus müdürlüğü, seçim kurulları derken on beş günde Çiğdem’in yaşadığı yeri öğrendi: İzmir Dikili’ye bağlı Bademli Köyü. Tedavileri başlamış, doktorlar bir ay içinde ameliyat olması gerektiğini söylemişti. Çok daraldığını hissediyor, birkaç gün kafa dinlemek istiyor­du. Hazırlıklarını tamamladı ve bir sabah erkenden yola çıktı.

İki buçuk saat sonra Edremit çatrağına ulaştı. Edremit’ten Ayvalık yönüne saptı, mevsim itibarıyla yollar boş.tatil yerleşim yerlerinde in cin top oynuyor. Ayvalık’a vardığında öğle saatleri yaklaşıyordu. Ardın­dan Dikili’ye doğru yola koyuldu. Yeni yol üzerinden kısa sürede varmıştı. Meydanın hemen karşısında, iş bankasının bulunduğu sokakta arabasını park etti. Karnı acıkmıştı ve tam karşısında salaş bir yer gözüne ilişti. Köfteci Gürsel... Bu tür mekanları çok severdi. Zaten köfte, bildiği ve sevdiği bir lezzetti. Mekanın dışında üç masa, içeride ise iki masa bulunuyordu. Selam verdi ve içerideki boş masaya oturdu. Garson hemen yanına geldi. “Hoş geldiniz, köfte mi ciğer mi?” dedi. “Önden az ciğer, bir porsiyon da köfte alayım.” “Piyaz, yoğurt ister misiniz?” diye sordu garson. “tabi” dedi. Ciğer ser­vis edildi. Ancak Edirne tarzı ya da doğu’daki gibi küp küp doğranmış ızgara değildi; tamamen farklıydı. Yu­muşacık tava ciğeri sunuldu ve ekmekler sıcacık, çıtır çıtırdı. Ardından köfteler geldi ve bir porsiyonda on adet köfte oldukça başarılıydı. Yemekten sonra garsona açık bir çay söyledi. Restoranda kimse kalmamıştı ve garson çayı getirdiğinde sordu, “Sadıç Bademli Köyü nerede? Nasıl gidebilirim?” Garson tarif etti. “Ne kadar sürer?” diye sordu, “On beş dakika” dedi garson.

Sahil yoluna indi ve oradan Bademli yoluna saptı. Yol, bir süre sahile paralel devam etti, ardından zeytin ağaçları arasından içeri doğru yönelerek ilerledi. Bademli, geçmişte Dikili’ye bağlı bir köyken günümüz­de mahalle statüsündeydi. Zeytin ağaçlarının yeşiliyle turkuaz deniz renginin buluştuğu, eski adıyla Angales olarak bilinen Bademli köyü, mübadele dönemine kadar eski bir Rum köyü olarak varlığını sürdürdü. İsmi, eski­den bol miktarda bulunan badem ağaçlarından gelirken, daha sonra bu ağaçlar sökülüp yerlerine zeytin ağaçları dikilmiştir. Bölgede yaygın bir söz vardır: “Zeytin nere­de bitmez? Ekmediğin yerde derler.” Bademli, yaz turiz­miyle birlikte termal turizmiyle de öne çıkan, muhteşem denizi ve bakir koylarıyla bilinen küçük bir yerdir.

Köye giderken virajlı ve dar köy yolu Kadir’e başta ürkütücü görünse de, köy girişinden itibaren be­yaz badanalı güzel taş evler içini rahatlattı. Hava açıktı, Midilli Adası yanında duran Kalem Adası tabloyu an­dırıyordu. Köyün meydanına geldiğinde İkindi ezanla­rı okunmaya başlamıştı Kadir, arabasını uygun bir yere park ettikten sonra caminin şadırvanında abdest aldı, ardından camiye girdi.Camide sadece bir saf vardı ya da yoktu; cemaatin çoğu yaşlı insanlardan oluşuyordu. Camiden çıkanların bir kısmı az ilerdeki kahveye yönel­di. Kadir, onların arkasından kahveye girdi. Camiden çı­kanlar, kapıya yakın boş bir masaya oturdular. Kadir de selam verip yanlarına yaklaştı. Bu mevsimde yabancıya alışık olmayan köylüler, camiden beraber çıktıkları bu kişiyi masaya buyur ettiler. Kadir, Dikili’ye neden geldi­ğini, nereli olduğunu ve otuz beş kırk senedir görmedi­ği komşularının burada yaşadığını anlattı. İsim soyisim söyleyerek tanıyıp tanımadıklarını sordu: Çiğdem-Davut Bozoğlu… Elli beş, atmış yaş civarında. Kahveci çayla­rı getirdi, konuşulanlara kulak misafiri olmuştu, konuya dahil oldu. “Ooo beyim, köyün üçte biri Bozoğlu soya­dını taşıyor.” İhtiyarlardan biri ekledi: “Muhtar da o sü­laleden, elli metre ilerde beyaz eşya dükkanı var. Bozoğ­lu Ticaret.” Kahveciye seslendi: “Recep, şu muhtarı bi çağırsana.” İhtiyar, köyün ileri gelenlerinden olmalıydı. Kahveci “Tamam ağam” dedi. Kahveci yan masada otu­ran gençlerden birini masadan kaldırdı. Muhtara yolladı. Çaylar tazelendi. Yarım saat ya geçti ya geçmedi; kırklı yaşlarda, eli ayağı düzgün biri masaya yaklaştı, selam verdi “Buyur emmi.” dedi. İhtiyar, “Gel hele muhtar otur bakalım, bu beyefendi sizin sülaleden birini soruyor.” Kadir, “Davut Bozoğlu’nu tanır mısın? Eşi Çiğdem. Biz yaşlarda.” Muhtar biraz düşündü, başını kaşıdı. “Emmi bu davut… Kıl Davut , Ziraatçı Davut… Karısı da Çiğ­dem abla, Öğretmen Çiğdem.” dedi. İhtiyar, Kadir’e döndü. “Köyün çıkışında beş-altı dönümlük bahçesi ve içinde de evi var. Pek buralara gelmez. Bildiğim kada­rıyla karısı hasta. Bahçesi ve karısıyla ilgileniyor, arazi­nin yarısı babadan kalmaydı yarısını da satın aldı. Berga­ma ziraat müdürüydü. On sene olmuştur emekli olalı. Ne kadar değişik cins meyve, bitki varsa onları yetiştirmeye çalışır. Onun için köylü kıl lakabını takmıştır, buralarda ismiyle değil lakabıyla tanınır.” dedi. Muhtar yine bir gence seslendi Adem oğlum, amcayı Kıl Davut’un evine götürüver,” dedi muhtar. Kadir, masadakilere teşekkür edip vedalaştılar. Arabanın sağına Adem oturdu. Kadir arabayı çalıştırdı ve Adem’in tarifiyle köyün çıkışına doğru yola çıktılar. Kadir, “Tanır mısın Davut Bey’i?” diye sordu. Adem, “Şahsen tanımam, görmüşlüğüm, is­mini duymuşluğum vardır”. Kadir, merakla Çiğdem’in hastalığını sordu: “Neyi var ki?” Adem, “Valla bilmiyo­rum amca. Galiba inme inmiş, yatalakmış. Yaşlılık işte amca, benim ninem de hasta, annem kaç senedir bakıyor çok zor.” dedi. Oradan buradan konuştular. Hava artık kararmaya başlamıştı. Mevsim kış olmasına rağmen de­nizden ılık ılık rüzgar esiyordu. Köyün evleri çoktan ge­ride kalmıştı.

Hafif bir yokuş çıktıktan sonra karşılarına uzak­tan da olsa deniz gözükmüştü. Güzel bir taş evin önünde durdular. Adem arabadan indi ve “Amca, ben bir sesle­neyim,” dedi. Bahçe kapısını açıp parke döşeli yolda eve yürüdü. Kadir de arabayı istop ettirip arabanın önü­ne çıktı. Adem seslendi: “Davut Amca! Davut Amca!” Kimse ses vermedi. Bir kez daha seslendi. Evin arkasın­dan bir ses geldi: “Kim o?” Adem’le Kadir sesin geldiği tarafa baktılar. Evin bitişiğindeki ardiye gibi bir depo­dan geliyordu ses. Kapı gıcırdayarak açıldı, orta boylu, saçları beyazlamış, yakın gözlükleri burnunun ucunda, ayaklarında çizme, mavi bahçıvan tulumu ile duran bu adam Davut Bey’den başkası değildi. Bahçe kapısına yöneldi ve “Buyrun,” dedi. Adem, “Davut Amca, bu abi sizle görüşmek istiyor.” dedi. Kadir selam verdi: “efen­dim,Benim adım Kadir. İnegöllüyüm. Eşiniz Çiğdem Hanım’ın yıllar öncesinden İnegöl’den komşusuyum. Dikili’de işlerim vardı. Ortak dostlarımızdan burada ya­şadığınızı ve Çiğdem Hanım’ın hasta olduğunu öğren­dim. Bir ziyaret edeyim demiştim.” Davut, “Hımm” di­yerek dudak büktü, sustu. Bir süre geçtikten sonra Adem atıldı: “Davut Amca, abi uzaktan gelmiş içeri buyur et­miyor musun?” Davut yüzünü ekşiterek istemeye iste­meye, “Buyrun, önce ben içeriye gireyim. Eşim uygun mu bakayım, yardımcısı hazırlasın.” diyerek içeri girdi. Beş on dakika sonra tekrar bahçe kapısı yeniden açıl­dı. Aksiliği üzerinden gitmişti, hafif bir gülümsemeyle ‘Geçin geçin’ dedi. Adem, “Abi benden bu kadar, ben gidiyorum,” diyerek gidecek oldu ki. Davut; “Oğlum, nasıl gideceksin o kadar yolu? Kal sen de misafirimiz ol,” dedi. Aslında ortak tanıdık birinin olması da içini rahatlatacaktı. Davut, Kadir’e kimlerden olduğunu, so­yunu sopunu sordu. Holden içeriye geçtiler ve perdeleri 30

açtılar. Deniz manzarası ortaya çıktı. Pencerenin önüne yardımcısı dediği kadın, tekerlekli sandalyeyle Çiğdem Hanım’ı getirdi. Kadir’in kalbi hızlıca atmaya başlamış­tı. Davut, tekerlekli sandalyede oturan Çiğdem’in tam karşısındaki üçlü koltuğu gösterdi, “Buyrun, böyle otu­run,” dedi. Zaman durmuştu sanki. Kadir ayrıldıkları son günü anımsadı, birbirlerine nasıl sarıldıklarını, nasıl ağ­ladıklarını. Boğazı düğümlendi. Biricik sevgilisi şimdi karşısındaydı işte. Hayat ikisini de yıpratmıştı, çok şey götürmüştü ikisinden de. Ama hala ilk günkü gibi aşıktı Kadir. Yarım kalmış bir hikayenin ağırlığıyla oturdu o koltuğa. Tüm vücudu kaskatı kesilmişti. Çiğdem’e baktı Kadir mahzun gözlerle. O güzel yeşil gözleri hala tüm güzelliğiyle parlıyordu, fakat boş boş bakıyordu.

Davut “Hatice Hanım, misafirlerimize sor baka­lım ne içerler,” dedi ve kahveleri söylediler. Sonra Da­vut Bey devam etti “Efendim, Çiğdem Hanım Alzheimer hastası, şu anki durumu son aşamada, belki bizi duyuyor ama konuşamıyor. Sevindiğini, üzüldüğünü veya kız­dığını yüz ifadelerinden anlıyoruz. Hastadan çok hasta yakınını etkileyen lanet bir hastalık maalesef. Ve işin kö­tüsü geri dönüşü yok. Tek elimizden gelen mevcut teda­vilerle hastalığı yavaşlatmak o kadar. Çoğu zaman ilaç­larını alması için kırk takla attığımız oluyor. Beş sene önce ilk belirtiler başladı. İlk önce unutkanlıkla gösterdi hastalık kendini. Çok sakin bir yapıya sahip olan Çiğdem Hanım, zaman içinde hırçınlaşıyor; ne zaman neye sinir­leneceği belli olmuyordu. Elinizden geleni yapsanız da size düşman olması, en çok koyanı. Zaman içinde saat, tarih, kısacası zaman kavramı da bütünüyle gitti. Her sabah, ‘Bugün çok hoşgörülü olacağım; onun hasta ol­duğunu, bunları hastalık sebebiyle yaptığını unutmaya­cağım’ diyorum. Ama zaman zaman gün ortasına doğru, ‘Allah’ım bunu hak edecek ne yaptım’ diye ağladığım da çok oldu. Zaman zaman daha kötüye gitti. Artık bizi hatırlamıyor. Çok eskilere gidiyor; çocukluğunu, gençli­ğini anlatıyordu ama akşam yediğini unutuyordu,” dedi.

Kadir içten içe, acaba yaşadıklarını da anlatmış mıdır diye düşündü. Davut devam etti, “İnsana en çok koyan da yıllarca aynı yastığa baş koyduğumuz, birlik­te üzüldüğümüz, sevindiğimiz eşinizin elinizden sabun kalıbı gibi kayıp gitmesi. Allah’ım düşmanımın başına vermesin. Hasta yakınlarına Allah sabır versin. Son altı aydır ondan gelecek ufak bir tepki bile bizi mutlu ediyor. Zaman içinde tamamen yabancı bir ortam, tamamen ya­bancı olduğu insanlar korkunç bir şey olsa gerek. Ama yapacak bir şey yok, hayatın gerçekleri.”

Kadir, ilk gördüğünde pek hoşlanmadığı bu ada­ma acıdı, gerçekten çok zordu. Kahveler bitmiş, Kadir ne söyleyeceğini şaşırmıştı. Keşke gelmese miydi? Ken­di hastalığını unuttu. Göğsüne kocaman bir taş oturdu. Nefes alamaz olmuştu. Davut Bey, “Azizim, başınızı ağarttık. E siz anlatın bakalım. Çiğdem Hanım ara sıra ilçenizi anlatır. Köftenizden, şeftalinizden, mobilyaları­nızdan bahsederdi. Babasının memuriyeti dolasıyla bir dönem yaşadıklarını, bir daha hiç gitmediğini merak et­tiğini söylerdi, kısmet olmadı. Ben de hiç oralara gitmedim. İsterseniz Çiğdem Hanım’ı yanımıza alalım, öyle anlatın, belki bir tepki gösterir,” dedi. Tekerlekli sandal­yenin yanında ayakta bekleyen kadına seslendi, “Hatice Hanım, Çiğdem Hanım’ı yaklaştırır mısın?” Bazen Ha­tice Hanım’dan istediği bir şeyi mesela elbise, ayakkabı vb. canı çok isterse bir şekilde zor da olsa istemeyi ba­şarıyor. Hatice Hanım, Çiğdem Hanım’ı üçlü koltuğun önüne getirdi.

Kadir, boş boş bakan yeşil gözlere odaklandı ve Çiğdem’in ellerini tuttu. Başladı anlatmaya, sallıyordu. Komşuluklarını, Çiğdem’in annesine komşu anne dedi­ğini, abi kardeş gibi olduklarını, beraber gittikleri yerle­ri, ailece hep beraber gitmiş gibi anlatıyordu. Çiğdem’in annesinin komşu çocukların ödevlerine nasıl yardım ettiğini; bayramları, düğünleri anlattı durdu. Çiğdem’in yüzü bazen hüzünleniyor, bazen gülümsüyor, bazen de utangaç bir hal alıyordu.

Vakit epey ilerlemişti ve Adem de oflayıp pufla­maya başlamıştı. Kadir, Davut Bey’e döndü, “İnşallah Allah’ım şifa verir. Vakit geç oldu. Biz müsade isteye­lim,” dedi. Davut Bey, “Müsade sizin. Çok memnun ol­dum. Ne zamana kadar burdasınız?” Kadir, “Birkaç gün Dikili’de, İzmir’de işlerim var. Sonra döneceğim.” Da­vut Bey, “Dönerken de bekleriz, vakitlice gelin. Misafi­rimiz olun, bakın Çiğdem Hanım da çok sevindi, uzun zamandır böyle görmemiştik. Nasıl tepkiler veriyor, bir­kaç güne kızım torunumla gelecek tanışırsınız.” Kadir, “Kısmet,” dedi. Çiğdem Hanım’a döndü, “Allahaısmarladık,” dedi. Az öncesine kadar boş boş bakan kadının gözleri içi gülüyordu. Kadir’in tüm anlattıklarını sanki anlamış, mutlaka yine gel diyordu adeta. Vedalaştılar.

Dışarı çıktıklarında hava kararmış, gündüzki güneş yerini ayaza bırakmıştı. Arabaya bindiler, Kadir arabayı çalıştırıp kaloriferi ve radyoyu açtı. Köye doğru yola çıktılar. Radyonun, kaloriferin sesini gayri ihtiyarı açmıştı. Kendini zor tutuyordu. Adem arabada olmasa hıçkıra hıçkıra ağlayacak, içini boşaltacaktı. Adem anla­mıştı, kaloriferi ve radyoyu kıstı.

Adem, “Kadir abi, yanlış anlama ama bu Çiğdem abla komşun momşun ama sanki senin gençlik, çocukluk aşkın gibi,” dedi. Kadir, “Nerden çıkardın oğlum, yok öyle bir şey,” dedi. Adem, “Abi biz de delikanlıyız, ço­cuk değiliz az çok biliriz böyle şeyleri, normal bakmı­yordun Çiğdem ablaya. Zaten Davut abi de anlamıştır,” diye ekledi. Kadir telaşla “neyi” dedi. Adem, “Boş ver abi,” derken köy meydanına gelmişlerdi. Kadir, “Çok teşekkür ederim, sağ ol, yolun bizim oralara düşerse mutlaka beklerim,” diyerek adresini ve telefonunu verdi. Adem, “Abi, sen de buralara bir daha gelirsen, buralarda bir işin olursa Adem diye bir kardeşin var unutma,” dedi.

Dikili’ye vardığında gece iyice ilerlemiş, cadde­ler bomboş, dükkanlar kapanmıştı. Burada durmanın bir anlamı yok, dedi içinden, İzmir’e doğru yola çıktı. İz­mir’de yeğeni vardı. Arayıp aramamak da tereddüt etti. Bu saatte rahatsız etmeyeyim, yarın ararım dedi. Daha önce İzmir’e geldiğinde kaldığı oteli aradı, yer ayırttı. Ertesi gün yeğeniyle buluştular. Üç dört gün beraber va­kit geçirdiler. Artık geri dönme vakti gelmişti. Çocukları da merak etmişler, arayıp duruyorlar. Gelip bir an önce tedavilerine başlamasını istiyorlardı.

Kafası arı kovanı gibiydi. Bir türlü karar vere­miyordu. Çiğdem’e uğrayacak mıydı? Davut bey’e söz vermişti. Son bir kez vedalaşmalıydı. Ayrıyeten kızını da merak ediyordu. Yeğeniyle vedalaştı. Foça-Aliağa yo­lundan dönüşe geçti. Dikili kavşağına geldiğinde soğuk soğuk terlemeye başladı. İçini büyük bir sıkıntı basmıştı. Bir benzinliğe girdi, elini yüzünü yıkadı. Çantasından çamaşır çıkardı. Sırılsıklam olan fanilasını, gömleğini değiştirdi. İçinden üç kulhüvallah bir elham okudu. De­rin bir oh çekip arabayı çalıştırdı.

Döndü, Dikili yoluna. Bademli köyüne kadar ka­fasından binlerce şey geçti. İnsanın düşünme hızı konuş­ma hızından on kat daha fazlaymış, dedi içinden. Araba sanki yolu biliyor, kendi gidiyordu. Evin önüne gelmişti. Üstünü başını düzeltti. Kornaya kısa kısa iki kez bastı. Üç beş dakika sonra kapıya çiğdem hanım’ın yardımcı­sı Hatice hanım çıktı. Kadir’i tanımıştı. Bahçe kapısına kadar geldi. Selamlaştılar. “Davut bey evde mi?” Hatice hanım, “Davut bey bugün yoklar, İzmir’e gitti. Çiğdem hanım’ın kızı burada, haber vereyim buyrun.” dedi. İçe­riye girdi. Aradan on on beş dakika geçti ya geçmedi. Kapıya otuzlu yaşlarda genç bir bayan yanında dört beş yaşlarında erkek çocuk çıktı. Kadir’e seslendiler, “buy­run amca buyrun.” Kadir afallamıştı. Sanki karşısında Çiğdem’in gençliği duruyordu. İçinden merhaba Çiğ­dem, nasılsın demek geldi. İçeri girdiler. Kadir salonda yine aynı koltuğa oturdu. Çiğdem yoktu. Kızı “Amca benim ismim Yasemin, Çiğdem hanım ve Davut bey’in kızıyım, bu da oğlum. Babam, Hatice hanım sizden bah­setti. Annem içerde.” dedi. Hatice hanım’a seslendi. “Hatice hanım, annemi getirir misin.” Hal hatır sordular. Havadan sudan sohbet derken Hatice hanım, tekerlekli sandalyede oturan Çiğdem hanım’ı içeriye getirdi. Kızı tekerlekli sandalyeyi Hatice hanım’dan aldı. Tam Ka­dir’in önüne getirdi. Kadir, Çiğdem hanım’ı giyinmiş, süslenmiş bir vaziyette görünce şaşırdı.

O da ne! Beyninde şimşekler çakmaya, kalbi ye­rinden çıkacakmış gibi küt küt atmaya başladı. Doğru mu görüyordu? Çiğdem’in göğsünde yıllar yıllar önce doğum gününde aldığı “Ç.K” yazan altın kolye vardı. Avuçlarının içi yanmaya başladı. Avazı çıktığı kadar ba­ğırmak istedi. Çiğdem hanım’ın gözlerinin içi gülüyor, sanki ona bir şey anlatmak istiyordu. Belli belirsiz ağ­zından bir şeyler çıktı.

Kızı, “Anne bak, misafirimiz tekrar ziyaretine gelmiş tanıdın mı Kadir bey?“ ellerini oynatmaya çalıştı, Kadir ellerini tuttu. Gözlerinden yaş gelmişti. Kızı anla­mıştı, Hatice hanım’a göz kırptı. Çocuğunu da alıp içeri girdiler. Kadir çiğdem’in ellerini sıkı sıkıya tutup öpme­ye başladı. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Çiğdemin de gülümseyen yüzüne hüzün çökmüş, iki damla gözyaşı yanaklarından süzülmüştü. Epey öyle kaldılar.

Kadir, ayrıldıkları günden itibaren aklına gelen­leri anlatmaya başladı. Anlatırken bazen gülümsüyor, bazen hüzünleniyor, anlattıklarını Çiğdem’e tastik ettir­mek için ‘öyle değil miydi gülüm’ diyordu. Zaman su gibi akıp gitmişti. Çiğdem’in kızı Yasemin öksürerek içeri girdi. Kadir toparlandı. Annesi ile Kadir’in yanına çömeldi. Bir eliyle annesinin, diğer eliyle de Kadir’in elini tuttu. “Kadir amca her şeyi duydum. Şimdi anlıyo­rum, siz geçen geldikten sonra anneme bir haller oldu. Annem saatlerce Hatice hanım’a bir şekilde bu kolye­yi anlatmaya çalışmış. Sonunda buldurup taktırmış. O günden beri gözü kapıda, üstüne başına dikkat ediyor. Elbiseler giyiyor, pijama eşortman giydirttirmiyor. Sa­çını başını toplatıp makyaj yaptırmaya çalışıyor. Güzel kokular sürdürtüyor.“ Annesine baktı. Annesi mahzun, utangaç bir şekilde gözlerini kaçırdı.

Kadir, “Kızım durumu anladın. Gitme vakti gel­di. Yolcu yoluna” içinden ‘aslında sonsuza kadar burada kalabilirim’ dedi. Çiğdem’le göz göze geldiler. Gözle­rindeki heyacan, birlikte olmaktan duyulan mutluluk yerini ayrıldıktan sonra bir daha birbirlerini görememe endişesine bırakmıştı. Vedalaşmak çok zordu. Kadir içinden daha gitmedim ama şimdiden çok özledim. Dedi. Çiğdem’e sarıldı, yanağına bir öpücük kondurarak. Ku­lağına fısıldadı “Dünyada en güzel şeyi, sana vermek isterdim ama seni sana veremem. Seni her şeyden çok sevdim. Hakkını helal et.” İkisinin de gözlerinden iki damla yaş geldi.

 Yasemin hanım “Ben sizi geçireyim.” dedi. Aya­ğa kalktı. Kadir’in göğsüne bir şey batmış, hava ateş ol­muş, gözlerini yakmıştı. Ruhunu orada bıraktı, bedeni Yasemin hanım’ın arkasından yürüdü. Kapının önüne çıkmışlardı.

Kadir, “Kızım, artık her şeyi biliyorsun. Niye bu zamana kadar aramadın? Sormadın? Şimdi geldin?” diye içinden geçiriyorsundur. “Eşimi yakın zamanda kaybet­tim. Birkaç ay önce kolon kanseri olduğumu öğrendim. Tedavi oluyorum. Önümüzdeki günlerde çok riskli bir ameliyat olacağım. Belki bir daha görüşemeyiz. Sizden iki üç şey rica edeceğim. Lütfen babanıza bu durumlar­dan bahsetmeyin. Üzülmesini istemem, aramızda sır ola­rak kalsın. Şayet bir daha görüşemezsek bilin ki ölmü­şümdür. Çiğdem’le belki ahirette buluşuruz. Ben de bu yaşadıklarımızı çocuklarıma anlatmayacağım. On dört onbeş yaşında bir torunum var, ilk torunum, adı Hakan. Sırdaşım, ona anlatırım. Sizlerin adresini, isimlerinizi veririm. Ona da vasiyetim bana bir şey olursa en az bir sene anlatmaması. Ha bir de kolyeye gözünüz gibi ba­kın. Çocuklarınıza, torunlarınıza saklamalarını söyleyin. Bu kolyeye baktıkça bizleri hatırlayın. Bizler beyaz atla­ra binip gidiyoruz, geriye kalan yaşanmışlıklar, anılar ve o anıları hatırlatan küçük şeyler olacak. Yaşanmışlıkları­mız, anılarımız ancak öyle canlı kalır.”

Kadir, zor bir görevi başarmanın iç huzuruyla İnegöl’e döndü. Kendini kuş gibi hafif hissediyordu. Torunu hamburgeri çok seviyordu. Beraber ilçedeki AVM’ye gittiler. Yemeklerini yedikten sonra yan taraftaki kafeye geçtiler. Kadir kendine kahve, torunu da buzlu caffe mocha söyledi. Cebinden çıkardığı küçük bir teybi masanın üstüne koydu.

“Sırdaşım, canım, biricik torunum, bu anlata­caklarımı iyi dinle. Bu teybi ve kasedi canın gibi sakla. Biliyorsun ciddi bir ameliyat geçireceğim. Bana bir şey olursa…” Torunu içtiği kahveden başını kaldırdı. Titre­yen sesiyle “Ama dede sana bir şey olmayacak ki” dedi. Kadir “Tamam canımın içi, olmayacak, ben olursa de­dim. Seneyi devriyemde yani bir sene sonra bu anlattık­larımı ailemize dinletirsin, tamam mı?” Hakan tamam dedi. “Sana vereceğim telefon ve adresteki Yasemin ab­laya vefatımı bildir. İrtibatı kesme, ilerde müsait olunca mutlaka ziyaret et, Çiğdem teyzenin halini hatırını sor.” Torunu biraz da korkarak ağlamaya başladı. Dede torun sarıldılar.

Kadir, maalesef eşi gibi ayakları ile gittiği has­taneden tabut içinde çıktı. Torunu bu acı haberi Yase­min ablasına verdi. Yasemin babasının, annesinin yanın­da bundan hiç bahsetmedi. Çiğdem hanım’ın hastalığı günler aylar içinde iyice ağırlaştı. Kadir’in arkasından yaklaşık iki sene sonra o da vefat etti. Hakan dedesinin vefatının seneyi devriyesinden sonra aile bireylerine teybi dinletti. Babası yaz tatilinde Hakan’ı İzmir’e ak­rabalarının yanına gönderdi. Orada Yasemin ablasıyla buluştu. Abla kardeş gibi birbirlerine sarıldılar. Yasemin boynundaki kolyeyi çıkardı. “Hakancım, meşhur kolye bu. Kolyeyi dedene söz verdiğim gibi ölünceye kadar takacağım.”

Hatırlanan, unutulan nice sevgileri içinde barın­dırır.

Kavuşan, kavuşamayan nice aşkların izlerini ta­şır.

Hatıra olsun, unutulmasın,

Hep hatırlansın diye sevdalar yaşanan ilk günle­rin hediyesidir kolye.

O yüce aşkların yaşandığı anlarda,

Ne çok şey anlatır, seven sevilen kalpler için.

Saf, berrak duyguların ifadesi,

Masum ve temiz aşkların simgesi, bazen gizli bir servet gibi saklanan,

Bazen de yüce bir sevginin nişanesi gibi göğsünü gere gere sergilenen en kutsal hediyedir kolye.

Ne hatıralar ne anılar saklar,

Ne heyecanlar yaşatır geçmişten delikanlı yürek­lere, sevdalara uykusuz geçen gecelerin sarılışlarını.

Lal olmuş, konuşamayan dillerin sevgiliye ka­vuşmak için yaratılan duaların simgesidir kolye.

Sonunda olsun ya da olmasın, bazen mutluluklar,

Bazen pişmanlıklar, ayrılıklar, yanıp kavrulan unutulmayan aşklara en güzel hediyedir kolye.