“Aslında yaprak sıkılmıştı ağaçtan. Bahaneydi sonbahar.” Necip Fazıl Kısakürek

Sonbahar, doğanın hüzün mevsimidir. Yazın sıcak güneş ışıklarının yerini; kışın soğuk kostümüne bırakma zamanı gelmiştir. Doğa, içinde kalan son enerji kırıntılarını alevden bir katmanla üstüne çekip nazikçe eğilmeye başlar. Göçmen kuşlar, birbirlerinin kanat seslerinin rüzgarında güneye doğru uçuşlarına devam ederken, evlere giren kestane, mandalina kokusudur. Hüznün sadık yoldaşı, uzun gecelerin ve iç içe geçmiş aylaklığın ilk şartıdır. Televizyon karşısında, kanepede içsel bir yolculuğa çıkma vaktidir.

Sonbahar, renkli yaz düşlerinin, açık pencereden içeri sızan seslerin, tatlı müziklerin, bahçede oynayan çocuk seslerinin yavaş yavaş tükenmesi ve yerini huzurlu bir sessizliğe bıraktığı mevsimdir. Okulların açıldığı, yağmurların kaldırımları ıslattığı, doğanın en güzel renklerinin bir araya geldiği; aşıkların ve şairlerin ilham aldığı, velhasıl yaz ile kışın birleşip kahverengiye bürünmüş bir hayatı ortaya çıkardığı bir dönemdir.

Bu sene, küresel ısınmadan mı, yoksa ozon tabakasının delinmesinden mi bilinmez; eski sonbaharlar ortada yok. Zaman zaman güneş hala yaz mevsimi gibi ben buradayım diyor. Benim için bu sonbaharın önemi çok başka; “Sarı Pisi” adlı kitabım yayınlandı, kısa bir süre içinde ikinci baskısı çıktı, eşe dosta dağıtıyorum. Aldığım tepkiler olumlu. Bu değişik duygu, yanında ciddi bir sorumluluk getiriyor. Okuyucu dostlarım ikinci kitabımı ne zaman çıkaracağımı, yazıp yazmayacağımı merak ediyorlar.

Kafamda oluşturduğum hikayelerim vardı. Bugün yarın diye tembellik yapıyordum. Okullar açılmıştı, yine yazdan kalma bir günde, telefonum çaldı. Arayan yeğenim Osman’dı. Osman edebiyat öğretmeni, ilk kitabımda düzenlemeye yardımcı olmuştu. Hâl hatır sorduk, “Abi, müsaitsen bir öğrencimle yanına geleceğiz. Okula bıraktığım ‘Sarı Pisi’ kitabını okumuş. Hem tanışmak hem de kitabını imzalatmak istiyor.” dedi. “Tabii beklerim, memnuniyetle.” dedim.

Okul çıkışı buluştuk. Hakan’ı ilk defa orada gördüm. Bıyıkları yeni terlemeye başlamış, yakışıklı bir delikanlıydı. Kitabımı imzaladım. Çay söylemiş, çayımızı yudumlarken Osman, “Abi, Hakan’ın özellikle seninle tanışmak isteme sebebi şu, dedesinin hikayesini sana anlatmak ve senin bunu kaleme almanı istiyor.” dedi. Hakan söze girip “Abi, kitabındaki gerçek hikayelerden çok etkilendim.” dedi. “İlginç” dedim. “Nerelisin, kimlerdensin?” diye sordum. “Abi, bizlere Beyler sülalesi derler. İnegöl’ün yerlisiyiz. Dedemler, babamlar çarşıda gıda ve temizlik malzemeleri üzerine toptan, perakende ticareti yapıyorlar. Biri merkezde olmak üzere iki şubemiz var.” Biraz düşünerek, “Evet, dedim. Babanı, amcanı tanırım. Dedenin ismini de duymuşluğum vardır."

Başladı anlatmaya. Çaylar tazelendi. Bir ara dedesinin küçük bir teybi olduğunu, görüşmelerini kayda aldıklarını, bu kayıtları da telefonuna aktardığını istersek kendi sesinden dinletebileceğini söyledi. Tespit ettiği can alıcı bölümleri dinlemeye başladık. Sonunda, “Çok güzel, etkileyici... Tamam, çalışalım.” dedim. İşte bu yaşanmış gerçek hikâye, ‘Kolye’. Hakan’ın çok sevdiği dedesinin hikayesi...