İkindi namazından çıkışta terzilikten çıraklık arkadaşı olan Ahmet Usta ve dünürüyle Çınarlaraltı’nda oturmuşlar laflıyorlardı. Ahmet Usta önce bardağındaki suyu yarıya kadar içti. Sonra elindeki bardağı masaya bıraktı. Uzandı bu defa kahve fincanını aldı eline. Höpürdeterek kahvesinden bir yudum içti, içtiği gibi de yüzünü buruşturuverdi. Kahvenin tadı hoşuna gitmemişti.

 Eskiden her şey daha kaliteliydi. Günümüzde insanların bile kalitesi düştü, ayarı bozuldu, dedi.

Artık insanlar da kabalaşmıştı. Eskiden herkes birbirine selam verir. Hal hatır sorardı. Vakit sabah ise "Hayırlı işler". “Günaydın, Hayırlı sabahlar” diler, akşamsa "Hayırlı akşamlar" derdi. Hal hatır soracak vakti olmasa bile nezaketen başını şöyle bir eğip selam verir geçerlerdi.

Çınarlaraltı, İshakpaşa’nın hemen yan tarafında, Uzun Sokak da hemen onun devamındadır. Eskiden bu bölgede birçok terzi ile kumaş satan sıra sıra dükkânlar varmış. Şimdi o kumaşçıların hepsi birer konfeksiyon dükkânına dönüştü. Terzihaneler de seri üretim hazır giyimin artmasıyla ters orantıda zaman içinde hızla azalmaya başlamış artık neredeyse yok denilecek bir sayıya düşmüşlerdi. Son kalan birkaç terzihanede ise artık bir ayağı çukurda ustalar mevcuttur fakat onlara omuz verip destek olacak, terzilik mesleğini devam ettirecek çıraklara rast gelebilmek ne mümkün. İşte bu kalan terzi ustaları da artık gömlekler, takım elbiseler, pantolonlar, mantolar dikmek yerine çoğunlukla pantolon paçası daraltmak, kol kısaltmak, yaka düzeltmek, delinen pantolonlara gırgır yapmak gibi işlerle uğraşıyorlar, geçimlerini ancak böyle sağlayabiliyorlardı.

Eskiden günümüzdeki gibi büyük mağazalar, hazır giyim dükkânları filan yoktu. Palto, manto ya da takım elbiselerin genellikle ense kısmının iç tarafında alameti farikasını belirten bir etiket bulunurdu. İşte bu etiketlerde şehir halkının yıllardan beri bilip tanıdığı terzilerin isimleri, Terzi İbrahim, Terzi Aliş, Terzi Hüseyin ya da Gömlekçi Şaban olarak sıralanır giderdi. En büyük terzihane yirmi, bilemedin yirmi beş metrekareden ibaretti. İki koltuk bir sehpa, biçki dikiş, ütü masası, dikiş makinesi ile bir de boy aynası. Terziliğin gözde mesleklerden olduğu o yıllarda işinin ehli usta terziler vardı. Terziler, kumaşları seçer, ölçüleri alır, sonra ara provalar başlar, en az iki prova yaparlardı. Çoğu zaman başlarını kaşıyacak vakit bulamaz, gece gündüz el emeği, göz nuru işçilikler, bir iğne bir iplik arada bir ütü, hele bir de bayramlar yaklaştı mı, bazen dükkânda sabahlarlar ya da işlerini evlerine taşırlardı ki hanımları da fahri terzidir onların işlerini yetiştirmeye yardım etsinler. Adeta iğne ipliğe döndürürdü terzilik, mesleğin ustalarını.

Konfeksiyon fabrikalarında seri üretimlerin başlamasından bu yana insanlar sezonluk kıyafetleri tercih eder oldular. Ucuz olması yanında pahalısını tercih edenler sırf marka merakından birçok markanın yeşermesine, büyüyüp zaman içinde tanınmasına ve mağazalar zincirini oluşturmasına zemin hazırladılar. Hele bir de bu satışların sanal mağazalar açılıp internet ortamına da taşınması artık terziliğin köküne iyice kibrit suyu dökmüş, terzilerin sahip olduğu itibarla birlikte sanatlarını da bitirmişti.

Bizim gençliğimizde biz çırak olarak her sabah ustamızdan önce gelirdik dükkâna, dedi Hacı Mehmet.

Ahmet Usta’nın gülümseyen yüzüne bakıp devam etti sözüne:

Etrafı siler süpürür, çayı demler, eğer kış ise sobayı yakardık. Hatırlar mısın, sen benden kıdemlisin diye kömür ütüsünün külünü bile hep ben boşaltırdım. Ütüye konulacak közleri hazırlar, makasları, mezuraları, cetvelleri iğneleri yerli yerine koyar temizlerdim.

Büyük bir keyifle kahkahayı patlattı Ahmet Usta:

Ne güzel günlerdi o günler hacım, ne güzel günlerdi, dedi. Sonra hayıflanarak: “Şimdiki gençler yaşamıyorlar.” dedi. Zaman değiştiii… Nesiller değişti... Her şey bir başka âleme dönüştü artık. Şimdiki çocuklar ne çocukluklarını yaşayabiliyorlar bu zamanda ne de gençliklerini.

Hacı Mehmet:

Bir çırağın önce kalfa sonra da usta olması en az on yılı bulurdu, dedi. Bu terfiler için de son karar her zaman ustanındı. Çıraklık döneminde ustalar çıraklarına pek fazla para vermezlerdi. Zaman zaman müşterilerin verdiği bahşişler çırak için ekstralardı tabii.

Hacı Mehmet ve ailesi çocukluk yıllarında İnegöl’e göç etmişler. Babası Uzun Sokak’ta terzi çıraklığına vermiş onu, iki üç yıla yakın terzi çıraklığı yapmıştı. Henüz on altı on yedi yaşında iken babasını kaybetmişti. Bu kaybın ardından abilerine destek, ailesine katkı sağlayabilmek için para kazanması gerektiği düşüncesiyle terzi çıraklığından ayrılmış, bir süthanede çalışmaya başlamıştı. Yaz aylarında mandıralara gidiyor ve oralarda yatıp kalkıyor, sezon bitince tekrar süthaneye dönüyor ve işine orada devam ediyordu. Bu süreçte bir defasında çok rahatsızlanmış, zatürreye yakalanmıştı. Bu rahatsızlık onu bir hayli yıpratmış, ciğerleri harap olmuştu. Yine de askere gidene kadar çalışmaya devam etti. Eee... Kimse yatana getirip ekmek vermiyordu.

Askerliğini Göle’de yaptı. Askerde de hastalığı nüksetti. Bu yoklayışlar ömrünün sonuna kadar aralıklı olarak devam edip gidecekti artık. Hastalık hastalığı tetiklermiş, çok geçmemiş üzerinden, rahatsızlığı ailede irsî olan şeker hastalığını da tetiklemiş, bu hastalık onda da çıkmıştı.

Askerden döndükten sonra keresteciliğe başladı Hacı Mehmet.

Çalışkandı, hem de öylesine çalışkandı ki, iş yerinde kendisine çırak dayanmaz, karşısındaki insanın da kendisi gibi çalışkan olmasını isterdi hep. Sabahları erken kalkar, erkenden dükkânına gider, çırakların gelmesini bile beklemeden dükkânın içini dışını, kapının önlerini nerdeyse sokak boyuna varana kadar bir güzel süpürür, temizlerdi. Çok çalışması bir bakıma ona yaramıştır aslında. Çalıştıkça daha dirençli hale gelen vücudu şekerini dengelerdi. Fakat yıllar yılları kovalayıp yaşı ilerledikçe şekeri problem olmaya, rahatsızlığın belirgin özelliklerinden olan yorgunluk, halsizlik, ayaklarının uyuşması, vücudunda oluşan yaraların iyileşme sürecinin uzaması onda da kendisini göstermeye başlamıştı. Üstelik yaşadığı olumsuzluklar karşısında daha çabuk öfkelenmeye başlamıştı artık. Emekli olduktan sonra hantallaşan vücudunda şekerin etkisiyle başka hastalıklar da tetiklenmişti. Yine sabahları erken kalkıyor, dükkâna gidiyor, temizlik yapıyor, dükkânın içi dışı, kapı önlerinde süpürmedik yer bırakmıyordu. Öğlen namazı, ikindi namazı, bisikletine atlar, İnegöl’ün camilerini dolaşır dururdu. Vakit buldukça eski arkadaşları ile Çınarlaraltı’nda bir araya gelir, çaylarını yudumlarken sohbet ederler, çoğunlukla da işte bugünkü gibi eski günleri yâd eder dururlardı.

Nasıl gidiyor şekerin, dedi dünürü.

Bu aralar gözlerimde bir problem var, ara ara bulanık görmeye başladım. Önümüzdeki bir iki gün içinde Bursa’ya kontrole gideceğim, dedi

Vakit ilerlemiş, gün akşama doğru meyletmeye başlamıştı. Dünürü ve Ahmet Usta’yla vedalaşıp doğruldu yerinden.

Şehir içinde araba kullanmayı pek sevmezdi. Hele bir de hava güzelse bisikletin yerini ne tutardı ki. İlerleyen yaşına rağmen bisikletinden kopamıyordu bir türlü. Aslında bundan yana bir şikâyeti de yoktu, neticede bu şekilde bacak kaslarını da çalıştırmış, kısmi de olsa spor yapmış oluyordu.

Bisikletine atladığı gibi bastı pedala. Önce Yoğurt Pazarı’na uğrayıp tereyağ, peynir aldı. Kasımefendi Caddesinden Ali Hatipoğlu Sokak’a döndü. Yenice’de mandıracılık yaptığı dönemden tanıdığı Agacım Mehmed’in Kaymaklı Fırınına uğradı.

Mehmet, mahalleli kadınların hazırlayıp gönderdiği tepsi tepsi lokumları, baklavaları pişirir, fırınında ay çekirdeği kavurur, kaymaklı, kurabiye türünden ürünler yapardı. İşte, kurabiyeleri fırından yeni çıkartmış, içeriyi mis gibi tereyağlı kokusu doldurmuştu. Açılan kapıyla birlikte kapının üstünde sallanan küçük çıngırağın sesine dönüp baktı Agacım Mehmet.

Agacım hoş geldin, dedi adaşına.

Hoş bulduk, hoş bulduk, dedi Hacı Mehmet, ardından tezgâhtaki pastaların, kurabiyelerin üzerinde göz gezdirip tereyağlıları ararken:

Tereyağlı yok mu, dedi.

Agacım, bir yandan ellerini omuzundaki peşkire silerken bir parça da serzenişte bulunur bir ses tonuyla:

Agacım, otur iki dakka laflayalım. Tereyağlılar on, on beş dakkaya kalmaz çıkar. Bu arada biz de hem çayımızı içer hem de iki laf ederiz seninle.

Sonra çırağına doğru döndü:

Koş, iki çay söyle oradan, dedi.

Çırak kapıyı açıp hızla fırından çıkarken kapının üstündeki çıngırağın sesi doldurdu yine içeriyi.

Çok geçmeden geldi çaylar. Çaylarını yudumlarken muhabbetlerine başladılar. Havadan, sudan, oradan buradan derken zaman geçti. Yerinden doğrulup fırının kapağını aralayan Agacım, fırının içine salladığı kürekle çıkartıp tezgâhın üzerine aktardı tereyağlı tepsilerini.

Hacı Mehmet, tereyağlıların yanında çerez de alıp fırından çıkarken saatine şöyle bir göz attı, “Akşam ezanı iyice yaklaştı.” dedi kendi kendine. Çerez ve tereyağlı torbalarını bisikletin önündeki sepete yerleştirip bindi bisikletine ve hafiften hızlanarak sürmeye başladı. Eee… Akşam ezanı okunmadan mahalle camisine yetişmesi lazımdı ne de olsa. İnegöl’de eskiler bisiklete velespit, köylüler ise züppe atı derlerdi. Bisikletini Ulutaş’tan yeni almıştı. Bisikleti seçerken inip binmesi rahat olsun diye kadrosu olmayanından tercih etmişti. Bu sayede ayağını daha rahat kullanabiliyordu.

Mahalle kahvesi cami cemaatinin çıktığı kahveydi aynı zamanda. Kahvedekiler yaklaşan ezanı karşılamak üzere kalkmışlar, kapı önünde son lakırdılarını yapmakla meşguldüler. Ayaküstü hararetli bir şekilde memleket meselelerini konuşuyorlardı. Siyasete daldılar mı ikiye ayrılırlardı. Bir kısmı hükümetin icraatlarını övüp savunurken diğer grupsa muhalefet partisi üyeleri gibi yüklenip duruyorlardı iktidar yanlılarına. Siyaset işte. Hacı Mehmet sevmiyordu siyaseti. Hep uzak dururdu bu tür konuşmalardan. Bu yaşa gelmiş, bu tür siyasi konuşmalarda sırf siyaset uğruna insanların birbirini kırıp sonra dargın durmalarını hayret ve şaşkınlıkla karşılardı. Kıran da kırılan da arkadaş olunca üzülürdü. Zaten şekeri vardı, bu tür kırıcı tartışmaların başlayacağını hissettiği anda yerinden doğrulur, terk ederdi kahveyi. Böyle durumlarda, başından geçen bir anısını anlatırdı.

Dönemin iktidar partisinde bakanlık, hatta meclis başkanlığı yapan bir yeğeni vardı. Bir gün meclise ziyarete gider. Hoş sohbetten sonra yeğeni meclis lokantasında yemeğe götürür. Yan masada iktidar partisini televizyonda, basında en hararetli şekilde savunan bir vekil. Aynı masada partisini en sert şekilde eleştiren, en ağır sözleri söyleyen vekille kırk yıllık dost gibi şen şakrak yemek yiyiyorlar. Hacı Mehmet bu hâli görünce çok şaşırır, onun şaşkınlığını gören yeğeni: "Dayı niye şaşırdın? Bakma sen bizim mecliste kavga edip durduğumuza, siyaset böyle bir şey işte." der.

İşte şimdi de böyle bir kargaşanın ortasına dalmadan, kalabalığa selam verip geçip gitti kıyısından. Bisikletini merdiven altına çekip bıraktı. Seledeki alışveriş torbalarını alıp evine çıktı. Sonra da abdestini alıp caminin yolunu tuttu.

Akşam namazının ardından evine döndüğünde sofrayı kurulu, hane halkını kendisini bekler vaziyette buldu. Ceketini çıkartıp portmantoya astı, lavaboya geçip ellerini yıkadı. Elini yüzünü kurularken mutfakta son hazırlıkları yapan hanımıyla gelinine seslendi:

Haydi, artık oturabiliriz sofraya.

Sofraya otururken şöyle bir göz attı. “Hafif yemekler yapmışlar. Üstelik sofraya ekmek namına bir şey de konulmamış." dedi. Besmele çekti, çorbadan bir iki kaşık aldı, gözleri tekrar önünde olması gereken ekmek dilimlerini aradı durdu. Dayanamadı, o akşam ekmeğin neden sofraya konulmadığını bile bile:

Ekmek koymayı unutmuşsunuz sofraya." dedi hanımına.

Hanımı:

Ekmek yasak, unutmadın ya hacı, yarın aç karnına kan vereceksin. Kan şekerini ölçtüreceğiz yarın.

Böyle yavan gitmiyor ki, ekmeksiz çorba mı içilirmiş?

Bu akşamlık ekmeksiz ye yemeğini, ekmek yasak sana, dedi hanımı.

Böyle ekmeksiz yemek yemeye alışık değildi Hacı Bey, Başını iki yana huzursuzca sallarken içinden bir "La havle" çekti. “Böyle ekmeksiz ekmeksiz olur mu hiç, ben pilavı bile ekmekle yerken ekmeksiz çorba içmemi bekliyorlar benden” diye söylendi içinden. Bir iki defa daha isteksizce daldırdı kaşığını çorba kâsesine. Hanımı, eşinin ekşiyen suratını fark etmişti. "Şimdi bir bahane bulur, bir şeye takar tatsızlık çıkarır bu adam." diye doğruldu yerinden.

Anne, ne alınacaksa söyle ben alıp getireyim, dedi gelini.

Bir zahmet ekmek sepetini alıp geliver kızım, dedi gelinine.

Gelen ekmek sepetinden seçtiği iki dilimi uzattı eşine. Bir daha da yemek boyunca hiç konuşmadılar.

Yemeğin ardından salondaki koltuğuna geçip oturdu Hacı Mehmet. Televizyonda TRT kanalında haberler vardı. Ardından sehpanın üzerinde duran kumandayı alıp kanalı değiştirdi. Şimdi ise Kanal D’yi izlemeye başlamıştı. Henüz reklamlar devam ediyordu, birazdan ilgiyle izlediği dizisi başlayacaktı. Gelininin getirdiği kahveyi yudumlamaya başladığında dizi de başlamıştı artık.

"Kınalı Kar"

İzlediği dizinin adıydı Kınalı Kar ve büyük bir beğeniyle izlerdi bu diziyi. Hiç kaçırmazdı. Bir de dizi Bursa’nın tarihi köylerinden Cumalıkızık’ta çekiliyordu ya, onun için farklı bir gözle, hiçbir bölümünü kaçırmadan izler, izlemekten öte adeta sahiplenirdi diziyi. Cumalıkızık köyü bu diziyle birlikte artık meşhur olmuştu. Köy de güzeldi, dizi de. Şarkıcı Küçük Emrah’ın "Amca size baba diyebilir miyim?" diyen çocukluk günleri artık geride kalmış, delikanlılık çağına adım atmıştı. Küçük Emrah’ın canlandırdığı Öğretmen Ali, okulu ve öğretmeni olmayan Kınalı Kar köyüne tayin olmuştu. O, aslında babası İstanbul’da yaşayan zengin bir iş adamının oğludur. Bir de Nazar isminde bir kız vardır köyde. Aşksız, sevdasız dizi mi olurmuş. İşte, ileriki bölümlerinde Öğretmen Ali’nin gönlüne girecek olan bu güzel kız Kınalı Kar köyünün ağasının asi kızıdır. Ağa, bir kaza sonucu felç olmuş, köye Nazar’ın annesi Süreyya Hanım hükmetmeye başlamıştır. Nazar, dört kız kardeşin en büyüğüdür. Annesi Süreyya Hanım, onu istemediği biri ile evlendirmeye kalkacaktır. Nazar’ı yakın köylerden birinin ağası Cabbar ile evlendirmek istemektedir.

Köyün bir de delisi vardır; Kamber. O da bir başka kızı sevmektedir fakat kızın ailesi başlık parası yüzünden kızı Kamber’e değil de bir başkasına verip gurbete gelin ederler. Kamber, bu olay sonrasında aklını kaçırır. Bir de, Cabbar Ağa’nın: "Seyit, Nazar’ı bul getirrr, Nazaaarrr…" diye bağırması, Ali öğretmene "Örtmenn!" diye alaycı bir dille hitap etmesi de hâlâ hafızasındadır. Dizi böyle sürer gider ve Hacı Mehmet bütün bu olaylar zincirinin bir anını bile kaçırmadan izler.

Ertesi günün sabahı tahliller için aç karnına kan verdi Hacı Mehmet, bir gün sonra da tahlil sonuçları çıktı. Doktoru, Bursa’da ismiyle ün yapmış bir profesördü ve doktoruyla kendisi hemen hemen aynı yaştaydılar.

Sıcak bir yaz günü hanımı, gelini ve oğluyla birlikte kontrole gittiler. Doktorun muayenehanesi Tuz Pazarı’ndaydı. Arabalarını katlı otoparka bıraktılar. Gidecekleri yer yürüme mesafesindeydi. Hacı Mehmet’i yaz kış çıkartmadığı yeleği ve altı köşe takkesi iyice sıkmış, terlemeye başlamıştı. Doktorun bulunduğu binanın önüne geldiler. Muayenehane binanın dördüncü katındaydı. Asansöre yöneldiler. Aksilik bu ya, asansörün kapısına yapıştırılmış olan "Arızalıdır." yazısı karşılamıştı onları. Kan beynine sıçramıştı fakat çaresiz dördüncü kata kadar merdivenleri tırmanacaklardı. Söylene söylene kan ter içinde dördüncü kata kadar çıktılar. Bekleme odasında bir müddet bekledikten sonra davet edilince doktorun odasına geçtiler.

Önce hoş geldin merasimi, sonrasında hâl hatır sorma faslı, ardından doktor uzanıp masasının üzerinde duran tahlil kâğıtlarını aldı eline. Gözlüğünü alnının üzerinden gözlerinin önüne indirip dikkatli bir eda ile inceledi durdu kâğıtları. Ara sıra gözlüğünün üzerinden hastasına bakıyor sonra bakışlarını tekrar elinde tuttuğu tahlil sonuçlarına çeviriyordu. Tahlilleri incelediği esnada daha ziyade kaşları çatık bir yüz ifadesine bürünüyordu. Sonra elindeki kâğıtları tekrar masasının üzerine bırakıp doğruldu yerinden.

Adaş, beni dinlemiyorsun galiba, dedi. Perhizine pek dikkat etmemişsin. Bak, ortalama şekerin yükselmiş. Böyle olmaz, dedi, sitem dolu bir ses tonuyla.

Doktor daha bir şeyler söyleyecekti ama Hacı Mehmet konuşmasını adeta yarıda kesecekti onun. Zaten canı sıkkındı. Sıcak bir yandan, oflayıp puflayıp söylene söylene çıktığı merdivenlerin yorgunluğu bir yandan. Bir anda yerinden fırlayıp ayağa kalktı, sonra yine oturdu yerine. Ardından daha fazla dayanamayıp sehpaya sinirli bir şekilde yumruğunu vurdu, sesini yükselterek konuşmaya başladı:

Sen ne diyorsun hoca! Ben çocukluğumda yemedim, dedi. Oğlunu ve eşini gösterdi. Gençliğimde yemedim, içmedim, onlara yedirdim, tam rahata erdim derken şimdi sen geçtin karşıma "Onu yeme, bunu yeme." diyorsun bana. Şimdi hele söyle bana, ben ne zaman yiyeceğim?

Hacı Mehmet’in bu yüksek perdeden fakat kendince haklı çıkışı oğluyla hanımını şaşırtmış, eline, koluna dokunup onu sakinleştirmeye çalışıyorlardı. Doktor ise bu tür durumlarda gayet tecrübeli olduğunu gösterircesine oldukça sakin bir şekilde gülümseyerek, yumuşak bir ses tonuyla:

Mehmet Bey, Mehmet Bey!.. Ben sana yeme demiyorum ki. Ye ama az ve sık ye. Bol bol yürüyüş yap. Kafana hiçbir şeyi takma.

Doktorun bu sözleriyle birlikte ortam biraz yumuşayıp sakinleşmişti. Hanımı:

Özür dileriz hocam, dedi. Benim de Hacı’dan şikâyetim var. Bizim yanımızda perhizine dikkat ediyor ama bazı geceler biz uyurken gizli gizli mutfağa dalıyor. Buzdolabını açıp ne bulursa yiyor. Ne yapacağız bu adamla bilmem, dedi.

Doktor, yine gülerek:

Mehmet Bey, bak, şeker tek başına hastalık değildir. Yediğine içtiğine dikkat etmezsen başka organlara da vurur. Kalp, ciğer, böbrekler, gözler, ayaklarda yaralar oluşmaya başlar.

Hacı Mehmet yutkundu, gözleri geldi aklına, bütün sebep bu muydu acaba?

Ama hocam, verdiğin listedekileri yiyince karnım doymuyor ki. Hep açım, hep açım. Hiç olmazsa ekmek bari yesem, dedi.

Tamam, dedi doktor, yerinden doğrularak. Bir dilim daha kepekli ekmek yiyebilirsin ama o kadar, dedi. İki hafta sonra kontrole geldiğinde inşallah durumun daha iyi olacak fakat bu arada perhizine de çok dikkat etmelisin.

Doktorun bu son cümlesiyle birlikte artık muayenehaneden ayrılma vakitleri gelmişti. Hacı Mehmet Bey, hanımı ve gelini ile odadan çıkarken oğluna "Sen kal." dedi doktor.

Asansör tamir edilmişti. Karı koca ve gelini asansörün kapısına doğru yönelirken oğlu doktorun odasında “Acaba doktor ne söyleyecek ki, benimle yalnız konuşacak?” deyip telaşlanmıştı.

Onun bu telaşlı halini gören doktor:

Yok bir şey oğlum, ben babanı anlıyorum, hem de çok iyi anlıyorum. Ben de yoksul bir ailenin çocuğuydum. Ben de çok zorluklar yaşadım. Gün olurdu, evimizde kuru ekmek, çorbayla yapardık akşamı. Yine de hâlimize şükrederdik. Şimdi sen babanı üst caddedeki Kebapçı İskender’e götürüyorsun, “Bugüne mahsus adaşından izinlisin” diyorsun. Babanın karnını güzelce doyuruyorsun. Haaa... ama şıra içmek yok!..”