Politika yani siyasetin ilk çıkışı M.Ö 300’lü yıllara dayanır. Yunanlı düşünür Aristoteles ve Platon politikanın babası sayılırlar.
Aristoteles’e göre politika, insan mutluluğunu gerçekleştirme sanatı olup bununla beraber insanın toplumsal bir varlık olduğunu ifade eder. Platon’a göre ise politika; insanları, rızaları ile yönetme sanatıdır. Yüzyıllardır yöneticiler toplumları bir şekilde yönetirler. Liberalizm, devletçilik, diktatörlük, faşizm monarşi, oligarşi, federalizm gibi yönetim biçimleri aracılığıyla süren politika ve siyaset de hiç bitmez. Eskiler siyaseti “güzel yalan söyleme sanatı” diye tarif ederler.
Kağanın merkezi otorite olduğu eski Türk yönetim şeklinde Kağan, başarılı olduğu sürece egemenliği tartışılmaz. Oğuz Bey birliğinin başı olan Kağan, Yabgu Bey, boyların katılımıyla toyda seçilirdi. Kağanlık verasetle geçmez, bir boyun tekelinde olmazdı. O dönemin beyleri, diğer ülkelerin padişahları, derebeyleri ve kralların tersine, halktan almaktan çok onlara vermeyi vazife bilmişlerdir. Avrupa’da olduğu şekilde toprak sahipleri, din adamları, şövalyelik gibi sınıflandırmalar yoktu. Selçuklu toplumu, özellikle ilk döneminde, Türk yönetim kültürünün tam anlamıyla bir devamı ve temsilcisi olarak ortaya çıkmıştı. Eski Türklerden farklı olarak devletin genişlemesi ve büyümesi sonucunda daha farklı örgütlenmeler ve yeni yapılanmalar ortaya çıkmıştır. Dahası Türklerin, onuncu yüzyılla birlikte yaygın bir şekilde kabul ettiği İslamiyet etkisiyle, devlet yapısında bazı farklılaşmalar başlamıştır. Buna karşın eski Türklerdeki birçok özellik uzun yıllar Selçuklu Devleti’nde etkisini sürdürmüş, zamanla devlet yönetimi tamamen merkezî olmuştur. Nüfusun artışı, ülkenin sınırlarının genişlemesi, yönetenleri güçlü bir merkeziyetçi anlayışa yöneltmiştir. Bu büyüme aynı zamanda yönetimin siyasallaşmasını da getirmiştir. Hükümranlık, Sultan ve çocukları arasında devam etmiş, mutlak hâkimiyet kavramı yerleşmiştir.
Osmanlının ilk dönemlerinde Beyler, seçimle toylarda seçilmiştir. Seçimin geçerli olabilmesi için halkın da katıldığı büyük bir merasimde Beylerden meydana gelen toyun tasdiki ve kabulü geçer şart sayılmıştır. Bu sistemde Hakan, Kağan ya da Bey mevkiinde başarılı olamaz, halkın refahını temin edemez, töreye aykırı hareket eder ve savaşın kaybına sebep olursa, azledilmekte veya öldürülmekteydi. Zamanla Osmanlı’nın büyümesi de Selçuklu’ya benzer şekilde, Bizans ve Avrupa yönetimlerinin de etkisinde kalarak bu hükümranlık sistemi yerine padişahlığa geçmiştir. Padişahlık döneminin en belirgin özelliği ise halkın, padişahın kulu olmasıdır.
Halkın yönetime katılması on sekizinci yüzyıla dayanır. Bu dönem Avrupa tarihi, devletlerarası politika ve çıkar çatışmalarının, diplomasi ve ittifakların ön plana çıktığı bir dönemdir. Bu ittifakların oluşumunda dini birliktelikler ve devletlerin milli çıkarları belirleyici olmuştur. Avrupa Devletleri, amaçlarına ulaşmak için her türlü araca başvurmanın mübah olduğu anlayışıyla hareket etmişlerdir. Avrupalılar bu yüzyılda sürekli değişen ittifaklarla diplomasiyi, siyaseti ve politikayı bir silah olarak kullanmıştır. Bu yeni dünya düzeninde yaptıkları sömürü de cabası olmuştur. Osmanlı da bundan etkilenmiştir. Padişah yetkilerinin sınırlanmasını içeren Tanzimat Fermanı 1839’da yayınlandı. Arkasından meşrutiyet dönemleri ile padişahlıktan monarşi sistemine geçiş oldu. İlk anayasamız olarak tarihteki yerini alan Kanuni Esasi’yle birlikte ilk parlamento kurulmuş; yürütme padişahta kalmış, yasama Meclisi Umumiye’ye geçmiştir. 1876 Meşrutiyetin İlanı ile birlikte seçim, Osmanlı Devleti’nin hayatına girdi. Bir sene sonra ilk meclis, Osmanlı Meclisi Mebusanı, toplandı. Bu meclis, imparatorluğun her tarafından mebusların katıldığı renkli bir meclisti. Partilerle ise ilk defa 1908’de İkinci Meşrutiyet Dönemi’nde tanıştık. İttihat Terakki ve Ahrar Fırkası’nın girdiği 1908 seçimleri, ilk defa iki partinin yarıştığı bir seçimdi. Meşrutiyetin meydana getirdiği özgürlükle meydana çıkan halk, seçimleri büyük bir coşkuyla yaptı. Seçim günü davul ve zurnayla oy kullanılmış ve gelin alayı gibi sandık alayları düzenlenmişti. Arkasından Kurtuluş Savaşı ve yeni bir yönetim şekli: Cumhuriyet.
Halkın, egemenliğini kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığı ile kullandığı yönetim biçimi. Zaman zaman ihtilallerle kesintiye uğrasa bile milletin yüz yıldır ülke yönetimine kör topal da olsa doğrudan müdahalesi. Bu müdahaleler için geliştirilmesi gereken yol. Siyasi partiler aracılığı ile yapılan politika ve siyaset... Neyse...
2018 yılı, Mayıs’ın ilk haftaları, 24 Haziran Genel Seçim ve Cumhurbaşkanlığı seçim takvimi açıklanmış, parti teşkilatlarında hareketlenmeler, aday adaylıkları için başvurular başlamıştı. Kadim dostum, arkadaşım, kısa da olsa bir dönem Anavatan Partisi’nde birlikte siyaset yaptığımız Bülent, AK Parti’den milletvekilliği için başvuru yapmıştı. Geçmişte İnegöl İlçe Başkanlığı, Belediye Başkanı adaylığı, sivil toplum örgütlerinde yöneticilik ve başkanlık, son olarak da il yönetiminde başkan yardımcılığı yapmıştı. Siyasi hayatında tertemiz, işini iyi yapan ve günümüz siyasetçileri için bir gömlek büyük örnek bir insan. Ankara’ya mülakata gidecekmiş, arkadaş arıyor. Benim de Ankara’da ikamet eden, uzun süredir ziyaret etmek istediğim ancak fırsat bulamadığım, akrabamız olan eski bir siyasetçi var.
Bu dönemde yeni bir uygulamaya geçilmiş, hayatta olan eski meclis başkanlarına mecliste birer oda, şoför ve sekreter vermişler. Günün belli saatlerinde burada bulunup odayı ofis olarak kullanıyorlar. Şoförü de akrabam. Gitmişken ziyaret edelim, milletvekili olacak arkadaşımla da tanıştırıp meclisin havasını koklayalım diye düşündüm. Sabah buluştuk ve yola çıktık. Ben de Bülent gibi uzun zamandır giymediğim takım elbisemi giymiştim. Arabayı Bülent kullanıyor. TRT Türkü radyosunda çalan sabah türküleri eşliğinde, havadan sudan sohbetler ederek Mezitler’i geçtik. Gözlerimi kapadım. Bir anda eskilere gittim. Seksenli yılların sonu, 1989 yerel seçimleri, benim siyasetle ilk tanışmam. Daha öncesinde Ankara’da askerlik yapıyorum. Genel seçimde milletvekili seçilen Tavşanlı’dan babamın yeğeni doktor bir akrabamız var. Bir anda çalışma bakanı olmuştu. Yanına ziyarete gittim. Birkaç yıl öncesine kadar Tavşanlı’da sıradan sigorta doktoru iken devletin önemli bir makamında olması beni çok şaşırtmıştı. 12 Eylül’den sonra yapılan ilk seçim, Kenan Evren Cumhurbaşkanı. Kenan Evren’in de işaret ettiği, seçimin en büyük favorisi Sunalp Paşa’nın partisi Milliyetçi Demokrasi Partisi: MDP... Tavşanlı’da arkadaşları ile bu partiye girmek istiyorlar. Ancak o ilçede MDP’yi kuranlar bunları istemiyorlar ve bu sebeple dışlanıyorlar. O da kızıyor ve arkadaşları ile birlikte, ilçede o günkü konjonktüre göre pek şansı olmayan Özal’ın partisi Anavatan’ı, ANAP’ı, kuruyorlar. Seçim zamanı Kütahya’dan milletvekili adayı oluyor. ANAP’ın son sıralarından listeye giriyor. O seçimde Özal Türkiye’yi silip süpürüyor. ANAP, Kütahya’dan tulum çıkarıyor. İhtilalden önce çalışma bakanı Tavşanlı’dan. Özal, bakanlık için birkaç isim teklif ediyor. Cumhurbaşkanı Kenan Evren veto ediyor. Son çare bizim doktoru yazıyorlar. Kenan Evren, geçmiş dönemlerde Antalya’da görev yaptığı bir zamanda, bizim doktorla bir vesile ile tanışmış, eşiyle ilgili tedavi süreci olmuş. “Bu bizim doktor mu?” diyor. Araştırıyorlar, doğru. Böylece bakanlık yolu açılıyor. Bizim doktor da çok zeki, bilgili, karizmatik… Süreçte iyi bir siyasetçi olup parti ve devlette önemli görevlerde bulunuyor.
Askerden dönünce ben de yerel seçimlerde ANAP’tan belediye meclis üyesi adayı olup siyaset sahnesine adımımı attım. Belediye başkan adayımız Muhittin Tanoğlu... Dürüst, erdemli siyaset ve siyasetçiliğin moda olduğu yıllar! Beş sene İnegöl’e hizmet etmiş, ciddi göç alan ilçede ilk mobilya fuarının düzenlenmesine vesile olmuş, küçük sanayi ve organize sanayisini kurmuş, alt yapıyı geliştirmiş, çevre düzenlemesi ve yollar yapmış birisi. ANAP’ın da ülkede başarılı olduğu ve ekonomik odaklı kararların alındığı yıllar… Siyasette yumuşama, hoşgörü ve uzlaşma dönemi… Çağ atlamış, serbest piyasa ekonomisi, hizmetkâr devlet, orta direk söylemleri ile Özal’ın, sempatik tavırları ile ellerini birleştirip verdiği ANAP selamı, dört eğilimi birleştirmesi... 24 Ocak kararlarının mimarı ve ekonomiyi bilen Özal, ilk ve ikinci döneminin ilk yıllarında, enflasyonu ve cari işlemler açığını düşürüp ekonomide yapısal değişikler gerçekleştirmiş. Türkiye, küresel ekonomiye uyum sağlamış ve piyasa ekonomisi işler hale gelmişti. İhracat desteklenmiş, esnek ve gerçekçi kur uygulamasına geçilmiş, İMKB kurulmuş, ithal yasaklar ve kotalar kalkmış, özelleştirme başlamış, yabancı yatırım gelmeye başlamıştı. Hülasa, Türkiye kanatlanmıştı.
1987 yılında yasaklı siyasetçilerin affedilip tekrar siyaset sahnesine dönmesiyle, Özal’ın karşısındaki cılız muhalefetin yerine eleştiren, sert muhalefet gelmişti. Cicim ayları bitmiş, 1987 seçimleri bir önceki seçime göre hayli renkli, daha çoğulcu ve demokratik bir ortamda geçmişti. Çünkü bu seçimlere daha önce siyasi yasaklı olan 12 Eylül öncesi liderleri ve onların devamı olarak nitelendirilen partiler de katılmıştı. ANAP yeni getirdiği seçim sistemi ile %36 oy alıp %65 gibi bir oranla mecliste çoğunluğu sağlayarak iktidara gelmişti. Ancak toplumda, eskisi gibi tüm kesimlerde teveccüh görmüyordu. Özal kendi zenginlerini yaratmış, “Benim memurum işini bilir!” zihniyeti ile rüşvet, kayırmacılık, yolsuzluk, partizanlık, arpalıklar, bütçe dışı fonlar, yatırım ve ihracatla teşvik kollama, hayali yatırım, hayali ihracat… (Bu bağlamda IMF ve OECD örgütünün ülkelerine göre yaptırdığı araştırmada 1987 yılında Türkiye’nin ihracatının %26’sının hayali olduğu anlaşılmıştır.) Bu politik tercihler sonucunda geniş kitlelerin mutluluğu yerine mutlu bir azınlık oluşturulmuş, adeta her mahallede bir milyoner yaratılmıştı. Tüketim toplumu oluşturulmuş ve halk, tekrar enflasyonla yüzleşmişti.
1989 yerel seçimlerine girerken durum buydu. Ama biz İnegöl’de Muhittin Tanoğlu’na güveniyoruz, “Yaptığı hizmetler ortada, kesin seçimi alırız.” diyoruz. En büyük rakibimiz Doğruyol Partisi. Eski tüfekler sahneye çıkmışlar. Yerel siyaset konuşulmuyor. Genel siyaset Demirel, Ecevit, Erbakan çevresinde dönüyor. O dönemde seçime girilen son hafta hareketlenme başlar, sokaklar caddeler süslenir, akşamları konvoylar yapılırdı. Mahalle ve köy kahvelerine ziyaretler düzenlenir, en önemlisi de seçimden önce son gün bütün partiler konvoylar oluşturur, bu oluşan araç konvoyları seçim yasaklarının başladığı akşam beşe kadar İnegöl içinde korna çalıp tur atarlardı. Şehrin önemli caddelerinden defalarca geçilirdi. Caddelere doluşan halk, oy vereceği partiye tezahüratlar yapar, konvoydakiler de onlara karşılık verip selamlarlardı. Seçimin kaderini bu konvoylar belirlerdi. Bir nevi bu kalabalıklar seçimin güvenoyuydu. Kimin konvoyu daha kalabalık, heyecanlı, ihtişamlı ise seçimi o partinin kazanacağı öngörülürdü. Biz Meclis üyeleri, İl Genel Meclisi üyeleri, Parti yönetimi ve Başkan adayımız seçim arifesinde oluşturulan konvoyda, açık bir kamyonete bindik. Parti önünden konvoyla şehir turuna başladık. Caddelerden alkışlar, bayrak sallamalar, apartman cam ve balkonlarından selamlamalar… Kamyonette en genç aday benim. Benden dört beş yaş büyük Sebattin abiyle kamyonetin yan kasasına tutunmuş, selamlama yapıyoruz. Sebattin abi adaylar arasında benden sonra en genç aday. O coşkuyla bana döndü, “Görüyorsun değil mi kardeşim? Kesin seçimi aldık.” dedi. Kamyonetin üzerindeki adaylar ve yöneticilerin çoğu daha önce bu sahneleri defalarca yaşamışlar, herkes kendinden emin. “Bu iş bitti!” diyorlar. Osmanbey Caddesi’nden ikinci geçişimiz. Birincisinde cadde daha kalabalıktı. Günlerden cumartesi. Sanayinin paydos saati geçmiş, yol boyunda insanlar azalmış, konvoy trafik sıkışıklığından dolayı gıdım gıdım gidiyor. Artezyen SoSarı Otobüs 73
kak’ın köşesinde birkaç kişi el salladı. Az ilerde Samda Mobilya’nın karşısındaki boş meydan, at arabacılarının durağıydı. Durağın önünden bir kişi yola fırladı.
Fırlayan, sanayinin tanınmış at arabacılarından Hüsmen Ağa’ydı. Altıköşe takkesini ters çevirmiş, kızgın bir şekilde sağ elini iki buçuk yaparak bağırdı, “Nah kazanırsınız, baba geliyor baba!” dedi. Demirel’den bahsediyordu. Kamyonettekiler şaşırmıştı. Hüsmen Ağa’yı Süleymaniye Mahallesi’nden tanıyan, Partinin ileri gelenlerinden İl Genel Meclis üyesi Mehmet abi, Mozele Mehmet, kamyonetten neredeyse atlayacaktı, zor tuttular. “Seni tanıdım Hüsmen Ağa! Pazartesi görüşürüz, sana atının bokunu yedirmezsem bana Mehmet İler demesinler!’” Hüsmen Ağa hiç istifini bozmadan yeniden iki buçuk yaptı. O sırada trafik rahatlamış, yol açılmıştı. Konvoy devam etti. Kamyonettekilerin kimi Hüsmen Ağa’ya kızdı, sövdü, saydırdı. Kimi şaka yollu Mehmet abiyle dalga geçip onu gaza getirdiler. Bir süre öyle gittik. Sebattin abiye döndüm. “Abi biz seçimi kaybettik.” dedim. Sebattin abi alaycı bir ifade ile, “Hadi len nerden çıkardın?” dedi. Abi “Sanayide at arabacılığı yapan Hüsmen Ağa bile bize bu hareketi yapıyorsa, biz kaybettik.” dedim.
O günkü ortam ve atmosfer bizi, seçimi kazanacağımıza o kadar inandırmıştı ki benim bu rüyadan uyanmamı bu olay sağlamıştı. Nitekim seçim sonucunda Türkiye genelinde İnönü’nün partisi Sosyal Demokratlar %29, Demirel’in partisi Doğruyol %25, Özal’ın Anavatanı da %20 oy almıştı. Anavatan, Türkiye genelinde üçüncü olmuş, büyük şehirlerin belediyelerini sosyal demokratlara kaptırmıştı. Bizim belediye seçimimizi de Doğruyol Partisi aldı. Oysa İnegöl, başkan adayımızdan çok memnundu. Hatta lafını esirgemeyen, dik konuşan, etrafında bazıları erkek Fatma dese de asıl lakabı, güzel giyinmesinden ve bakımlı olmasından, jilet olan (bu arada laf aramızda kendi de güzel kadındı) Doğruyol partisi başkan adayına seçimden önce, “Sen anca Muhittin’in parklarda ektiği ağaçları, çiçekleri sularsın.” diyerek seçimi Muhittin Tanoğlu’nun kazanacağını alaylı bir ifade ile söylemişti. O günlerde çok konuşulan bir konu da bizim başkan adayımızın, İnegöl’ün Bursa çıkışına doğru yeni oluşan Karadere mevkiindeki yerleşim alanı için söylediği öne sürülen sözlerdi. Yerleşim alanında genellikle Doğu’dan göç eden vatandaşlarımız oturuyordu. Muhittin Başkan sözde, bu vatandaşlarımızın istekleri karşısında, “Sizi kırmızı mumla mı çağırdık?” diye terslemişti. Aslında olayın gerçeği şuydu: Aylar öncesinde Anavatan Partisi’nden Ömer Ak adlı mevcut belediye meclis üyesi ile başkan arasında geçen bir diyalog. Meclis üyesi, Karadere’de oturan vatandaşlarımızın hemşerisi… O mevkiye biraz uzak; şehir dışından hemşerileri tarla almış, ev yapmak istiyorlar tabi ruhsat falan yok. Başkan çarpık yapılaşmaya karşı “olmaz” diyor. Dinlemiyorlar. Kaçak, ruhsatsız evi yapıyorlar. İlçe İmar tarafından inşaat mühürleniyor. Ömer abi aracılık yapıyor. Başkan bu olaya kızıyor ve Ömer abiye, “Ömer bak, o gün de söyledim. Yapmayın, gidin ilçenin imarlı yerlerinden bir yere ev yapın. Şimdi buna göz yumarsak yarın buradaki üç beş ev için elektrik, yol, su isteyecekler.” Bu olaydan sonra Ömer, başkana darılır. Seçim zamanı başkanın dediği gibi üç beş ev için yol, su, elektrik istiyorlar. Başkan, Ömer abiyi çağırır, “Ben demedim mi?” der, tartışırlar. İş büyür. Ömer abiyi partiden tekrar aday göstermezler. O da rakip partiye geçer. Bu olay, muhalefet ve basın tarafından dillendirilir. Bu söylem slogan haline gelir. “Sizi kırmızı mumla mı çağırdık?” Muhalefet, özellikle Karadere gibi göçmen mahallelerinde bunu çokça kullanır. Yıllar sonra bir sohbetimizde Muhittin abiye sordum. “Başkan, bu söylem seçime ne kadar etki yapmıştır? ‘Keşke söylemeseydim.’ diyor musun?” Başkan, “Ya sen de mi inanıyorsun? Yok böyle bir şey, o zaman kim uydurduysa uydurdu, yapıştı üstümüze. Sonra bir anısını anlattı, “Geçenlerde Ticaret Odası, eski belediye başkanlarına hizmetlerinden dolayı plaket verdi. Ticaret Odası Başkanımız, o dönemde rakip parti Doğru Yol Partisi’nde aktif siyaset yapıyordu. Şahsıma plaket verirken ‘Başkanım o seçimde hakkını yedik, aslında öyle bir şey duymadık ama bir şekilde dillendirildi, siyaset işte.’ dedi.” “Başkan, bir de seçime doğru tutturdular, Muhittin siyah Mercedes’e biniyor. Biz gelirsek başkan siyah Mercedes’e binmeyecek.” Sonra sigarasından derin bir nefes çekti. “Binmedi, binmedi ama Mercedes ayarında lüks bir Jeep’e bindi. Hey gidi günler hey!” Belediye başkanlığı seçiminden bir ay geçmişti. Belediye Başkanı, Belediye Meclis üyesi iki arkadaşı ile bir sabah erkenden İzmir’e seyahat etmek için yola çıkıyorlar. Başkan arabanın ön sağında, meclis üyesi arkadaşlarından birisi direksiyonda, diğeri arka solda oturuyor. Erken saat olduğu için caddelerde, sokaklarda kimseler yok. Otogarın önünden ana yola çıkacaklar, otogardan çıktığı belli olan bir vatandaş el eder, yaklaşınca elindeki bavulundan ve kılık kıyafetinden Doğu’dan Karadere’ye geldiğini anlarlar. O dönemde Muş, Siirt, Van vb. şehirlerden gelen yolcular, bu saatlerde İnegöl’e varırlar. Bu yolcuların genellikle yanlarında eşyaları olurdu. Bu el kaldırmaya başkan kayıtsız kalmaz. Arkadaşına döner, “Dur bakalım!” der. Yolcunun yanında dururlar. Camı açıp selamlaşırlar. Sorarlar “Dayı nereye, Karadere’ye mi?” Tahmin ettikleri gibi yolcu, “Hee vallah ağam, o tarafa gidorsan, bırakırsan.” “Gel!” derler, arka kapıyı açarlar. Bavulu kucağında arka koltuğa oflaya puflaya oturur. “Nerelisin?” diye sorarlar “Muş’luyum kurban”, “Seçimde neredeydin?”,“Oyumu Karadere’de kullanmışem”, “Kime oy verdin?” “Vallah Kırat’a, babaya vermişem.” Yanındaki meclis üyesi “Oo! Sen de bizdensin o zaman, biz de Doğru Yol’cuyuz.” der. Öndeki arabayı kullanan, “Nasıl, memnun musunuz belediye başkanından?”, “Allah razı olsun, olmaz mıyık çok severiz.” Bunu duyan Başkan biraz yan dönerek şöyle bir arkaya kendini gösterir. Arkadaki arkadaşı gülerek “Tanır mısın belediye başkanını?” “Hee tanırım babam, çok eyi bir insandır. Zaten hemşerimizdir.” “Nasıl yani görmüşlüğün var mıdır?”“Ooo ne diyon sen, seçim zamanı neredeyse her gece Karadere’deydi, çok çay içtik, sohbet ettik.” Yanındaki dayanamaz “Bak dayı, bu öndeki bize bakan yakışıklı var ya! İşte ilçenin Belediye Başkanı o.” Gözlerini kıstı, uzamış sakallarını kaşıyarak garip garip başkana baktı “Yok!” dedi, “Maytap geçmeyin benle!” Başkan sinirlendi. “Amca esas sen bizle kafa yapıyorsun. Buranın Belediye Başkanı benim.” ‘Adam kaşlarını kaldırdı, “Yok!” diye tekrarladı. Başkanın iyice canı sıkılmıştı. “La havle” dedi. O arada yolu yarılamışlar, Yenice kavşağını geçmek üzereler, yolcunun yanında oturan, “Dayı madem Başkan bu değil, kim buranın Başkanı? Bir tarif et bakalım ismi ne?” Kendinden emin bir şekilde, “Kim olacak, Muşlu Alaattin!” derin bir sessizlik olur. Karadere’ye varırlar. Başkan sinirli bir şekilde arabayı kullanan arkadaşına “Çek, çek sağa yavaşla!” Arabayı durdurur.başkan Amcaya döner, “İner misin dayı?” Adam şaşırır, yanlış bir şey söylediğini ve ne olduğunu anlamamıştır ama önde oturan kişinin çok sinirlendiğini ve kararlı olduğunu görünce söylene söylene arabadan iner. O dönemde Muşlu Alattin, Doğru Yol’dan meclis üyesi adayı, bu bölgenin insanı olduğu, bu bölgenin her türlü işine koştuğu, seçim döneminde seçim çalışmalarını burada yürüttüğü için burada yaşayan insanların başkanı Muşlu Alattin.
11 Ocak 1991… İnegöl ANAP ilçe kongresi daha önce iki kez ertelenmiş. Sadri Demirtaş, Sabri Cengiz’in başkan adaylığı için yarıştığı o dönemin meşhur ilçe kongresi. Özal Cumhurbaşkanı, Yıldırım Akbulut Başbakan. Kongre Divan Başkanı, Devlet Bakanı Hüsamettin Örüç, milletvekilleri… Belediye Düğün Salonu hınca hınç dolu. Ertelenen kongreden bu yana bir seneye yakın bir zaman geçmiş, taraflar köy köy, mahalle mahalle delege ziyareti yapmışlar. Sanki genel ve yerel seçim varmış gibi sınırsız harcama yapılmış. Ben Sabri Cengiz’in listesindeyim. Ekibimiz Şampiyonlar Ligi gibi. Bizim listede en genç aday benim. Karşı listede de benim gibi en genç aday Ayhan Güney. Gençlik Kolları Başkanı Kemal Aydın, Sadri Demirtaş’ın yeğeni. İlhan Soyuak, Bülent Temelli gibi akranlarımız da partinin içinde. Doğal olarak Gençlik Kolları, Sadri Demirtaş’ı destekliyor. Kemal Aydın ve arkadaşları kongre salonunu tezahüratlarıyla inletiyorlar. Listeler üç aşağı beş yukarı biliniyor ama son güne kadar transfer görüşmeleri her iki tarafta da oluyor. Listelerin son şeklinin verildiği akşam, karşı taraftan Tahtaköprü belde başkanı İbrahim Kısacık’ı transfer ettik. Mevcut yönetim bizim tarafta olduğu için parti binasında toplanıyoruz. Yönetim odasında başkan adayımız ve yakın arkadaşları listeye son şeklini veriyorlar. İbrahim abiyi listeye alınca listeden birinin çıkması lazım. Ben ve diğer aday ve partililer salonda tedirgin bir vaziyette oturuyoruz. Yönetim odasından beni çağırdılar. İçimden, “Süslü sözlerle gönlümü alacaklar, sen daha gençsin deyip beni yıkayacaklar.” diyorum. Başkan adayımız Sabri Cengiz “Biliyorsun, İbrahim abini listemize aldık, mevcut listeden birini çıkarmamız lazım.” dedi. İçimden, “Hah dedim, yıkandık.” Bildiğim küfürleri sıralıyorum. “Evet başkan.” dedim. Listemizden, o bölgeden Aşağıballık köyü delegesi (Aslında İnegöl’de kerestecilik yapan, partinin ileri gelenlerinden) Ali Akman’ı çıkarıyoruz. Anlamamıştım. Ali abiyi çıkarıyorlarsa bana niye söylüyorlardı ki… Başkan devam etti, “Bu bir yarış. Hizmet yarışı bugün böyle olur, yarın başka…” Bana söylemesini beklediğim süslü lafları sıraladı, durdu. “Şimdi Ali abin içerde oturuyor. Listemizin en genç adayı sensin, aynı zamanda Ali Akman’la dükkân komşususunuz, bu tebliğ görevini sana veriyoruz. Biz toplantıya İsmail Şeref Sümer’in fabrikasında devam edeceğiz. Biz çıktıktan sonra usulünce söylersin. Sonra oraya gelirsin.” Ali abi bir senedir bizle beraber. Osman Güler, Osman Yapçıker, Nusret abi güzel bir ekipleri var, aynı zamanda delegeler. Ali abi sıfır Şahin marka otomobil almıştı, bu ekiple dağ tepe demeden köy köy seçim döneminde çalışmalara katılmıştı. Başkan ve arkadaşları partiden çıkarken ben salona döndüm. Ekip köşede cam kenarında bir masanın etrafında oturmuş, çay içiyor, sözde televizyon seyrediyor. Aslında salondakiler gibi kulakları yönetim odasında. Masalarına yaklaştım, selam verdim. Osman abi bir şeyler olduğunu anlamıştı. “E anlat bakalım yeğen, ne söyliyecen?” Ben de “Abi bir oturayım.” Ali abi, “Sefer bir çay getir!” Nasıl söyleyeceğimi bilmiyordum. Kızarmış, morarmıştım. Çay işi biraz vakit kazandırmıştı. Çay gelmiş, şekerleri atmışım, şekerler erimiş ama ben hala karıştırıyorum. Nusret abi “Çatlatma oğlum, ne söyliyecen?” Ben kekeleyerek başladım, lafım daha bitmeden Ali abi masaya bir yumruk attı. Çay bardakları masaya devrildi. Lokalde ses kesilmiş, herkes bizim masaya dönmüştü. Ali abi sinirden kıpkırmızı olmuş, sövüp saymaya başlamıştı. “Ulan ben sıfır Şahin’in anasını ağlattım, bir senedir gitmediğimiz köy kalmadı, bana yapılır mı bu?” Arkadaşlarına döndü. “Kalkın gidiyoruz!” Lokalde oturan diğer partililere döndü. “Ulan söyleyin o puştlara, pazar günü seçimde görüşeceğiz. Turp elle mi çıkıyor belle mi!”
Ertesi gün öğlene doğru dükkânımıza Sadri Demirtaş ve ekibinden Kadir abiyle Şerafettin abi geldiler. Kadir abi ve Şerafettin abi ile meslektaştık. İkisi de babamın arkadaşlarıydı. Çay, kahve, sohbet, işler güçler derken Sadri abi baklayı çıkardı ağzından. “Hacı abi biz senin oğlana talibiz. Bizim listeye yazalım” Akşamki transfere misilleme yapacaklar. Babam çayından bir yudum aldı. Başını kaşıdı, yazıhanenin kapısına yakın bir yerde taburede oturan bana döndü, kısık bir sesle “Bak Sadri, sen bunu bana söylememiş ol! Beni bilirsiniz siyaseti sevmem. Geçen sene Sabri geldi izin istedi. Çocuğa sordum verdik. Dere geçerken at değiştirilmez, sana böyle bir teklif gelse herhalde kızarsın. Senin yapmayacağın bir şeyi sen, sen ol, sakın başkasına teklif etme.”
Kongre, Divan Başkanı Bakan Hüsamettin Örüç’ün konuşmasıyla açıldı. İlk sözü, bizim başkan adayımız Sabri Cengiz’e verdi. Bir hafta önce bu salonda aynı kürsüden delegelere konuşma yapmıştım. Tüm delegeleri çağırmış, delegelere tanıtım yapıyoruz. Adaylar tek tek sahneye çıkıyor. Üç konuşmacı var. İlk ben konuşuyorum, ardından Sabri Cengiz. En son Muhittin abi. Ben konuşmamı, “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır. Toprak eğer uğruna ölen varsa vatandır.” Arif Nihat Asya’nın Bayrak şiirini değiştirerek “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır. Anavatanı anavatan yapan delegedir, candır!” diyerek bitiriyorum. Sabri Cengiz ise uzun bir konuşma yaptı. Sık sık Kemal Aydın ve arkadaşlarının tezahüratları konuşmasını sekteye uğrattı. O dönem Körfez krizi var. Dış politika, iç politika derken muhalefete yüklendi. Hüsamettin Örüç bu uzun konuşmadan salondakiler gibi sıkılmıştı. Araya girerek “Sayın Başkan adayı, bırakın bunları biz konuşalım, siz ilçede, partide yapacaklarınızı anlatın.” diye ikaz edince salon adeta buz kesti. Konuşma insicamı iyice bozulan Başkan, morali bozuk bir şekilde kürsüden indi. Sadri Demirtaş coşkulu, kısa bir konuşma yaptı. O ana kadar favori taraf bizdik. Bir anda ibre Sadri Demirtaş’a döndü. Oy kullanacak köy, kasaba delegelerini Sabri Cengiz tarafı olarak aramızda görevlendirdiğimiz ekibimizle köy, kasaba ve uzak mahallerinden arabayla alıp önce Zeynel Köfteye götürüp karınlarını doyuruyoruz. Sonra kongrenin yapıldığı salona götürüyoruz. Kongre bitince de tekrar evlerine ya da işyerlerine bırakacağız. Benim görevim Kurşunlu’dan bir grup delegeyi getirip götürmekti. Hatta bu grubun içinde kasabanın parti lokalini çalıştıran bir delege abimiz de var. Ertelenen kongreden sonra geçen süreçte lokale aday arkadaşlarla beraber televizyon bile almıştık. Oylarını kullanmışlar, Kurşunlu’ya götüreceğim, salonun önünde buluştuk. Grubun en yaşlısı “Yeğen biz gideriz, sen işine bak.” dedi. Ben ısrarla “Olur mu amca söz verdiğimiz gibi Kurşunlu’ya kadar sizi götüreceğim.” dedim. Birbirlerine baktılar. Sanki diğerleri, “Sen söyle” der gibi yaşlı olan delege amcaya bakıyorlardı. Gözlerini benden kaçırdı, başını suçlu gibi öne eğdi. Titrek bir ses tonuyla “Bak delikanlı, Allah hakkı için yedirdin, içirdin. Kasabadan buraya kadar getirdin. Hakkını helal et, Sabri başkan konuşana kadar oyumuz sizindi. Sizin başkan adayınızın ardından Sadri Demirtaş’ın konuşması bizim fikrimizi değiştirdi. Gaza mı geldik ne olduysa salonun coşkusuyla birlikte oyumuzu Sadri Demirtaş’a verdik. Biz seni yormayalım. İnşallah kazanırsınız.” Ne diyeceğimi bilemedim. Kekeleyerek, “Hayırlısı olsun, o da bizim başkanımız sonuçta, kaybeden yok.” dedim ama göğsüme sanki koca bir öküz oturdu. Yarım ağızla “Olsun yine de ben sizi götüreyim.” dedim. İçlerinden biri atıldı “Çınarlaraltı’nda biraz takılacağız. Oradan biz gideriz.” Belli ki kongrenin sonucunu bekleyeceklerdi. Kongreyi az bir farkla kaybettik. O akşam Onbaşı Restoranda son kez buluşup yenilgiyi kutladık. Bu iki siyasi girişimimden sonra kendi kendime söz verdim, üçüncüsünü denemeyecektim. Kendimin bulduğu yöntemle avunmayı, içimi rahatlatmayı tercih ettim. Yaa dedim, Allah beni seviyor, siyasetten koruyor. Belki siyasi bir görev alsaydım, alınacak yanlış bir kararda vebal alacaktım çünkü siyasi kararların çoğu grup kararıyla alınıyor karşı çıkmak çok zor. Tabii bu işin latifesi…
Zaman içinde hiçbir partiye üye, delege olmadım. Siyasetle, politikayla ilgim her vatandaşın, seçmenin olduğu kadar oldu. Çevremdeki arkadaşlarımdan, dostlarımdan siyasette önemli yerlere gelenler oldu. Kimi başarılı oldu, kimi siyasetin pırıltılı, şaşalı hayatının içinde bunun bir süreç olduğunu, biteceğini unutup, işini gücünü parti peşinde koşarken bozdu.
Bülent’in sesi beni anılarımdan sıyırıp tekrar oturduğum koltuğa geri getirdi. “Uyuyon mu” dedi, “Yok biraz içim geçmiş” dedim. Sivrihisar’ı geçmiştik. “Mola verelim, bir şeyler atıştırıp çay içelim.” dedi. Bütün bunlar bu süre içinde gelip geçmişti gözlerimin önünden. İnsanın düşünme hızı konuşma hızından on kat daha fazlaymış diyorlar. Moladan sonra tekrar yola çıktık, önümüzde sıralanmış yirmiye yakın sarı renkli yeni, plakasız belediye otobüsleri ile karşılaştık. Yanlarından geçerken otobüslerin arka ve yanlarında Çubuk Belediyesi yazıyordu.
“Başkan senin sarı otobüsler gidiyor.” dedim. “Nasıl yani?” dedi. “Unuttun mu 2014’te ilçe başkanıyken köy köy, kasaba kasaba sarı otobüsleri anlatıyordun.” “Ha şu mesele! Nereden geldi aklına?” “Oğlum vekil olunca sorarlar nerede bizim sarı otobüsler diye” dedim. 2014 seçimlerinde, yasa ile belde belediyeleri kapatılmış, köyler de mahalleye dönüştürülmüştü. Bunun gerekçesi de hizmette etkinlik ve verimliliği sağlamaktı. İlçemizde de bu kapsamda beşe yakın belde belediyesi kapatılmış, köylerin tamamı da Büyükşehir’e bağlanmıştı. Seçim öncesi ilçe başkanı olan Bülent arkadaşımız, bu uygulamanın nasıl yararlı olacağını, devletin ciddi tasarruf sağlayacağını, hizmetin çok daha fazla ve hızlı geleceğini; imarın, altyapının daha sağlıklı olacağını canhıraş bir biçimde anlatıyordu. Belde sakinleri belediyelerinin kapanmasını, köylüler de yüzyıllardır köy olarak geçen isimlerinin mahalleye dönmesine tepkiliydiler. “Hatırladın mı? Bu uygulamayı savunmak için uydurduğun icadı? “Yalan değil ki. Seçim öncesi beldelerde köylerde Başkan, ‘Arkadaşlar, abilerim, amcalarım, hacı dedeler Büyükşehir’in sarı belediye otobüsleri beldenize, köyünüze gelecek. Yeni lüks otobüslerle İnegöl’e, yine aynı otobüslerle isterseniz Bursa’ya gideceksiniz. İşinizi göreceksiniz.’” Bu arada sesini daha da yükselterek “Hacı dedeler, amcalar Ulucami’de öğleni, ikindiyi, Cuma günüyse Cuma’yı kılıp İnegöl’e; İnegöl’den de aynı gün içinde yine sarı otobüslerle beldenize, köyünüze döneceksiniz.” diye propaganda yapıyordunuz. Güldü. “Eh biraz fazla atmışız ama bak herkes memnun, köylerin çöplerini bile Büyükşehir topluyor.” dedi.
Ankara Çankaya Söğütönü Caddesi’ndeki Ak Parti Genel Merkezi’ne vardığımızda Parti binası ana baba günü gibiydi. Türkiye genelinde aday adayları harf sıralamasına göre mülakata çağırılmışlar. O gün b ve c’ler gelmiş. Büyük bir salona girdik. Boş bir yer bulup sıramızın gelmesini bekliyoruz. Arkamızdan biri seslendi, baktık İnegöl’den koltukçuluk yapan bir arkadaş. Buyur ettik. Yanında genç bir bayan, kızıymış o da aday adayı olmuş mülakata gelmişler. Oturdular, bir yandan sohbet ediyoruz bir yandan da sıramızı bekliyoruz. Aday adayı olan kardeşimizin siyasetle partiyle alakası yok, bizi dinlemiyor bile telefonuyla oynuyor. “Adaş nerden çıktı bu adaylık, maşallah kızın iyi cesaretliymiş.” dedim. Kız İstanbul’da özel bir üniversitenin hazırlık bölümünde okuyormuş. “Yok be adaş, kızın istediği falan yok, ben ısrar ettim. Adaylık parasını yatırdığımdan haberi bile yoktu. İsmi duyulsun. Reklamın iyisi kötüsü olmaz. Sohbet ticari konulara dönüştü. Biraz sesini yükseltmiş ki arkamızdaki kanepede oturanlar rahatsız oldular. “Bilader buraya ticaret konuşmaya mı geldiniz, mülakata mı?” diye serzenişe bulundular. O ara yanımıza iyi giyinmiş genç birisi geldi. “Bülent başkan, sizi parti MYK üyelerinin toplandığı dördüncü kattan çağırıyorlar.” dedi. Bülent bana işaret yaptı. Biz kalkarken hemşerimizin kızının ismi anons edildi. İyi şanslar dileyerek ayrıldık. Ayrı bir asansörden dördüncü kata çıktık. Büyük bir salonu geçerek Başkan Yardımcısı yazan kapıdan içeri girdik. Sekreter Hanım ayağa kalkarak bizi başkan yardımcısının kapısını açarak içeri buyur etti. Geniş bir oda, makamının yanında yuvarlak bir toplantı masası, etrafında beş altı iyi giyimli kişi, belli ki partinin ağır topları... Basından, televizyondan bazılarını tanıyorum. Makam koltuğu boş. İçlerinden biri Başkan yardımcısıymış, o da masanın etrafında… Selam verdik. Bülent çoğunu tanıyor, onlar da Bülent’i. Bülent beni tanıştırdı. Bizler de masaya oturduk. Başkan “İsmini listelerden gördük, zaten geleceğini biliyorduk. Kameralardan da görünce orada bekleme diye çağırdık. Hem biraz laflarız diye düşündük. Hayırlı olsun, nasıl İnegöl, çalışmalar başladı mı?” dedi. Bülent’in partinin bu ağır topları ile muhabbeti beni şaşırttı. Bülent’in gerçekten partinin genel merkezinde bu kadar ağırlığı var mıydı? Bülent’e mülakatın formalite olduğunu, kesin milletvekili aday sıralamasında ilk üçte olduğunu, endişe etmemesini, Bursa’dan on iki milletvekilinin garanti, on üç on dört olabileceğinden bahsediyorlardı. Yarım saat, kırk beş dakika geçmişti. Bizi getiren genç, kapıyı çalarak içeri girdi. “Efendim, Bülent başkanın ismi anons edildi.” dedi. Bülent müsaade istedi. Beni partililerle odada bırakıp çıktı. Mülakat iki kat üstteymiş. On beş dakika ya geçti ya geçmedi. Bülent geldi. “Ne o yanlış anons mu?” dedim, güldü. “Tamam, işimiz bitti.” dedi. Beni böyle şaşırmış gören başkan, “Ne soracaklar ki arkadaşına, onu bilmeyen mi var?” dedi, müsaade istedik. Vedalaştık. Öğlen yaklaşmıştı. “Önce Meclise gidelim. Meşhur Meclis lokantasında yemek yeriz.” dedim. Eski Meclis Başkanı akrabamın şoförünü aradım. Bir gün öncesinden randevulaşmıştık. Bizi kapıdan aldı. Uzun zamandır görmediğim eski meclis başkanı, odasına girince “Aç mısınız?” dedi. “Ne yalan söyleyelim, açız dayı.” dedim. Hep beraber meşhur Meclis Lokantasına gittik. Lokantada; televizyonda, basında birbirlerini yiyen, tartışan muhalefet ve iktidar milletvekillerini aynı masada yemek yediklerini, şakalaştıklarını görünce biraz garipsedik. Bizim bu garipsememizi gören akrabam güldü. Bülent’e döndüm “İnşallah sen de bunlar gibi olmazsın.” dedim.
Yemekten sonra başkanın odasına geçtik. Kahveleri içerken laf dönüp dolaştı, sonunda Bülent’in milletvekili adaylığına geldi. Bülent partideki çalışmalarını, partideki tanıdıklarını, güvencelerini hatırlatarak iyi bir sıralama beklediğini anlattı. Duayen bir siyasetçi olarak akrabama ne tavsiye edebileceğini sorduk. Geçmişteki tecrübelerini, anılarını anlatmaya başladı. Bir ara sustu. Kahvesinden höpürdeterek bir yudum aldı, tam konuşacaktı ki telefonu çaldı, hanımıymış; misafiri olduğunu, benden bahsetti, yarım saate kadar çıkacağını söyledi, iki üç dakika daha görüştü, kapatınca “Yengen selam söylüyor.” dedi. “Aleyküm selam” dedim. “Ha ne diyordum, bak evlat anlattığın gibiyse kesin seçilecek bir sıralamaya koyarlar.” dedi, koltuğunu pencereye doğru döndürdü. Eliyle karşıdaki binayı gösterdi. “Bu yeni bina, onun ön tarafı güneşe bakar. Aynı zamanda genel kurula yakındır. Odanı oradan seçmeye bak. Bir de görev dağılımında komisyonlarda görev almaya bak. Dilekçe komisyonu, dijital mecralar komisyonu gibi daha az talebi olan komisyonlara, başkan yardımcılıklarına talip ol. Şoförlü araba verirler. Hafta sonu memleketine rahat gidersin.” dedi. Biz de çok teşekkür ederek müsaade istedik. “İşte” dedi. “Sağ olsun iktidar bize bu imkânı sağladı. Öğlene doğru geliyoruz, bu saatlerde çıkıyoruz. Ben, yan komşum olan benim gibi eski meclis başkanlarından Mehmet Ali’yi arıyorum. O da partinizde etkili. Onu da bir ziyaret edin. Onun yanı da Bülent Arınç’ın odası.” Vedalaştık.
Eee.. vekillik garanti. Oda, komisyonda görev, şoförlü araba tamam. Meclisin havasına kendimizi kaptırmıştık. Mehmet Ali Şahin bizi kapıda karşıladı, Bülent’i tanımıştı. “Adaylığın hayırlı olsun.” dedi. Hoş sohbetten sonra “Sizin bölgeye bakan Zonguldak milletvekili. Belki bilmezsin, ben aslen Ovacıklıyım, şimdilerde Karabük’e bağlı. Eskiden Çankırı’ya bağlıydık. Arayıp senin adaylığınla ilgili görüşeceğim.” dedi. Bülent, “Başkanım, biz de aslen Çankırılıyız, babam bankacıydı. Görevi dolayısıyla İnegöl’e gelmiş, nasibi ordaymış. İnegöl’e yerleşmiş” dedi. “O hemşeriyiz o zaman, senin işine daha farklı bakmamız lazım.” dedi Mehmet Ali Bey. Bülent, “Başkanım biz bu konu için sizi rahatsız etmeyelim, biz size ziyarete geldik” diye karşılık verdi. Başkan, “Olsun olsun ben bu partinin 2001’den beri kurucu üyesiyim, bu işler böyle yürür.” dedi. Teşekkür ettik. Az ilerideki Bülent Arınç’ın odasına yöneldik. Koridorun sağında solunda böyle eski meclis başkanlarının odaları var: Hikmet Çetin, Köksal Toptan, Cemil Çiçek... Sekreter buyur etti. “Başkan öğlene doğru İstanbul’a gitti. Ben notunuzu alayım kendisine iletirim.” dedi.
Artık dönme vakti gelmişti. Arabaya binince ilk yaptığım iş kravatı çıkarmak oldu. “Bunu nasıl yatana kadar takıyorsunuz?” dedim. “Siyasetçinin aksesuarı… Hem bilir misin kravatı kim bulmuştur? İlk kravatı Hırvatlar kullanmıştır. Hırvat askerleri savaşa giderken sevdiklerine başlarından çıkardıkları atkıları, uğurladıkları insanların boynuna bağlarmış ve düğüm atarmış. Bu atkı uğurladıkları insanlara hem evlerini hatırlatır hem de attıkları düğümle kötülüklerden korurmuş.” dedi. “S..tir et şimdi kravatı, işlem tamam mı! Açayım telefondan İnegöl çiftetellisi, neşelenelim.”
Ankara’yı tam çıkmıştık. Bülent’in telefonu çaldı. Zaten hiç susmuyordu. Telefona baktı “Aha! Bülent Arınç arıyor.” dedi. On beş dakikaya yakın konuştular. Ne diyor dedim. “Başkanın Bursa milletvekili olduğu dönemde, ben de ilçe başkanıydım. İyi anlaşırdık. Kesin listede olduğumu söyledi ama yine de gerekli yerlerle süreç içinde tekrar görüşeceğini söyledi.”
Oğlakçı Tesislerinde hem ihtiyaç molası hem de ikindi namazlarımızı kılmak için mola verdik. İşimizi bitirdikten sonra tesisin önünde açık alanda çay söyledik. Çaylar geldi. Tam içeceğiz. Tesise üç otobüs arka arkaya girdi. Otobüslerin önünde parti afişleri asılı, kocaman yazılarla Bursa Gençlik Teşkilatı yazıyor. Boyunlarında parti kaşkolları, şapkalar, ellerinde bayraklar gençler alanı doldurdular. İçlerinden birkaçı Bülent’i tanıdı. Yanımıza geldiler. “Ooo başkan da buradaymış, başkanım hayırlı olsun. Arkandayız.” dediler. Birkaç kişi, birkaç kişi derken etrafımız gençlerle sarıldı. Bir anda Bülent’i omuzlara aldılar “En büyük başkan bizim başkan!”, “Vekil temelli!” tezahüratlarıyla ortalık inliyor. Ben kalabalığın içinden sıyrılıp arabamızın yanına geldim. Onları seyretmeye başladım. İçimden bu iş bitmiş Bülent kesin seçilecek bir yere konulur ve vekil olur, dedim. Bülent gençlerden zor kurtulup yanıma geldi. Arabaya zor attık kendimizi. O kargaşada Bülent’in ceketinin kolu boydan boya sökülmüş farkında değil. Yol boyunca şarkılar, türküler, oyun havaları… Nasıl İnegöl’e geldiğimizi anlamadık.
Ertesi gün normal hayatımıza işimize gücümüze döndük. Vekil aday sıralama tartışması, kulisleri bir hafta sürdü. Bülent kendi yeri kesinmiş gibi bir de seçilecek sıralamaya ilçedeki aday adaylarından birini daha koydurmak için çalışıyor. O mu olsun, bu mu olsun? Kulisler ışık hızıyla devam ediyor.
Bir akşam evde maç seyrediyorum. Telefonum ısrarla çalıyor. Baktım, arayan Bülent. Maçın bitmesine de on beş dakika kalmış. Açmadım maç bitti, aradım. Telefon sürekli meşgul. Defalarca aradım yok. Aramayı bıraktım,
Bir saat sonra tekrar o aradı. “Hayrola” dedim, “Neredesin?” dedi. “Evdeyim, maç seyrediyordum.” dedim. “Müsaitsen görüşelim.” dedi. “Telefonda söyle.” ama sesinden bir şeyler olduğunu anladım. “Ben de evdeyim çıkalım, biraz gezelim, telefonda olmaz.” “Tamam geliyorum.” “Evin önüne gelince kornaya basarım.”
On beş dakika sonra buluştuk. “Hayrola bu saatte hayır mı şer mi?” Suratından düşen bin parça. “Bilmem artık.” dedi. Başladı anlatmaya “Vekil sıralaması belli oldu.” “Ee İnegöl’den birini daha aldıramadın mı sıralamaya, yoksa dörde beşe mi koymuşlar seni?” Sustu. Derin bir nefes aldı. “Listede yokum.” Nasıl yani, şok olmuştum. Anlatmaya başladı. Yok düne kadar listedeymiş, üçüncü sıra kesinmiş. Öyle olmuş, böyle olmuş. Ben dinlemiyorum. Daha bir hafta önce yaşadıklarımız tekrar gözümün önüne geldi. Sinirli bir şekilde “Peki kim varmış?” Bir bayan ismi söyledi. Tanımıyorum. Kulislerde geçen, bilinen bir isim değil. “Ben tanıyorum, benim ilçe başkanlığımda yönetimdeydi. Çok faal biri değil, kendi halinde avukatlık yapıyor. Aday adayı müracaatından sonra yanıma gelmişti. “Başkanım yanlış anlama vekil adayımız sensin. Benimki, uzun süredir partiden uzağım bu platformlarda ismimin geçmesi.” demişti diye anlattı. Vekil olduktan sonra tanıştık, elinden geldiğince ilçenin sorunları için uğraştığını biliyorum. En büyük şikâyeti ilçemizde sürpriz bir şekilde vekil olunca parti yönetimiyle bir türlü uyum sağlayamaması. Yönetim tepeden inme bu vekilliği içine sindirememişti.
“Şimdi ne yapacaksın? S...et bu işleri. Sağlığın da iyi değil, işine gücüne bak, istifa et. Ben olsam bir daha sana söz verenlerin, seni yarı yolda bırakanların yüzüne bakmam.” dedim. “Olmaz” dedi, “Ayıp olur ben yapamam, gerçi çoğu insan senin dediğini söylüyor, ‘Bu yapılan haksızlık bu kadarı da olmaz.’ diyorlar.” “Ha biliyor musun?” dedi acı acı gülerek. “Hani mülakata gittiğimizde yanımıza gelen koltukçu vardı ya kızını bizim bölgeden sıralamaya yazmışlar.”
Gezerken farkına varmamıştık, yol bizi 2. OSBY’ye götürmüştü. Bir süre konuşmadan İnegöl’ü seyrettik. Teselli etmek için “Oğlum sen modası geçmiş eski siyasetçiler gibisin; düzgün, dürüst birisin. Allah’ın belki de sevgili kulusun, seni korudu. Siyaset akıllı işi değil ben de geçmişte kaybedince kendimi böyle teselli etmiştim. Önüne onaylamayacağın veballi, sıkıntılı işler gelecek. Yapsan bir dert, yapmasan bir dert, karşı çıksan dışlanırsın; onaylasan için rahat olmayacak, tek başına karar veremezsin. Belki de böylesi daha hayırlı” dedim. “Bak ben bu tarafından hiç bakmamıştım.” dedi. Daha önceki sert çıkışımdan sonra böyle konuşmam hoşuna gitmişti. “Doğru söylüyorsun, ohh içim rahatladı.” dedi. Devam etti “Bu bizim davamız. Küsmek yok, mecbur aday arkadaşlarımızı destekleyeceğiz.” “Eee” dedim sesimi yükselterek. Tok bir ses tonuyla “Sana siyasetçi sırrı vereyim mi? Nasıl sizin meslek sırlarınız varsa bizim de var. Sen futbolu seversin oradan örnek vereyim. Sahada hep olacaksın. Hakem bitiş düdüğünü çalana kadar. Bakarsın doksan artıda bile top ayağına, kafana, g...tüne çarpar gol olur. Sahadan çıkmamaya bakacaksın.” dedi.
İlerleyen günlerde dediği gibi yaptı. Biz yakın arkadaşları tasvip etmesek de aday arkadaşların yanında, parti çalışmaların katıldı. Kendisi adaymış gibi elinden geleni yaptı. Seçim bitti. Bölgemizde geçmiş seçimlerde olduğu gibi Ak Parti açık ara seçimi önde bitirdi. Sıralamanın doğruluğu, seçilenlerin çalışmalarını, önümüzdeki beş senede halk değerlendirecek.
Benim âcizane eleştirdiğim konu siyasi partiler ve seçim yasası. Gerçek demokrasilerde, partiler şeffaf olmalı. Parti üyeleri, delegeleri; delegeler, ilçe yönetimini, il yönetimini seçebilmeli. Milletvekilleri ön seçimle belirlenmeli. Belli bir sayı parti üst yönetimine ve parti başkanına kontenjan verilebilir ancak bu yüzde beşi geçmemeli. Ülkede tüm kuruluşlarda, apartman yöneticiliği dâhil, iki dönem kuralı uygulanmalı. Yöneticiler politikayı, siyaseti meslek edinmemeli. Her kuruluşun yöneticisi dönemiyle ilgili hesap verebilmeli; bu hesap verme zaman aşımı, en az on yıl olmalı. Bunları günümüzde yıllardır her parti söyler ama hiçbiri uygulamaz. Çünkü uygularsa lider ve yönetim sultası biter. Seçilenler seçildikleri topluma hesap vermeli. Oysa şimdi onları seçilecek yere yazan kişilere göbekten bağlılar, onların sözünden çıkamazlar.’
Bülent ne yapıyor derseniz saha içinde, hâlâ topun bir yerine çarpmasını bekliyor.