Günümüz toplum inşası; bireyi artık toplumsal cinsiyet rollerinin dışında bir yerde konumlandırma çabası ve türlü oluşumlar, düşünsel akımlarla dünyayı dizayn etme çalışmaları içerisindedir. Bu kimi zaman toplum mühendisleri aracılığıyla ülke yetkilileri tarafından özel bir göreve tabi tutulup, kimi zaman da bir ülkenin mahvına sebep olabilecek boyutlara getirilerek, başkaca dış güçler tarafından o ülkenin ahlâkî yapısına gizli operasyon çekmek amacıyla ortama salınabiliyor.(Son zamanlarda ülkede çokça tartışılan ‘toplumsal cinsiyet eşitliği projesi’ ve ‘İstanbul Sözleşmesi’ buna en iyi örnek.)
Toplumsal cinsiyet rolleri kadını doğum ve ev ile ilişkilendirip, erkeği de bu evin geçimini temin edecek varlık olarak konumlarken, şimdi ise belirlenmiş kurallardan daha fazlası olarak toplumsal cinsiyet eşitliği savunucuları tarafından hem politik hem de ahlâkî anlamda çıkar sağlamak amaçlı şekillendirilmeye başlanmıştır. Toplumsal cinsiyet rollerini sexist bir anlayışla ele alan biyolojik belirlenimcilik bakış açısı, erkeği; rasyonel, kuvvetli, bağımsız, rekabetçi, kadını da; duygusal, iyi düşünemeyen, muhtaç bir varlık olarak ve tüm bu nitelikleri bedensel özelliklere vurgu yaparak ele alır. Antropolojik bakış açısıyla düşündüğümüzde; sosyal/kültürel faktörleri ön plâna çıkarıp, içinde bulunulan toplumun, kadın-erkek rollerini şekillendirdiği bir gerçek de toplumda mevcut. Bireyi cinsiyetine göre ele alıp, kendi fizyolojik düzlemi içerisinde biçimlendirdiği biyolojik belirlenimciliğin ve sosyokültürel bakış açısına sahip antropolojik akımın çıkarımlarıyla düşünüldüğünde de, bu iki fikrin hâlâ toplumun dinamiği içerisinde var olduğunu ve bu iki bakış açısına uygun bir anlayışla toplumun şekillendiğini inkâr etmemiz mümkün değildir. İslâm perspektifinden ele aldığımızda ise her ikisi de eksik ve kusurlu bir anlayışa sahip. İnsanı kadın-erkek olarak ayrı cinsten var eden yaratıcının, kadın ve erkeğin sorumluluklarını cinsiyet ya da sosyokültürel bağlamda belirlememesi, yarattığı varlığın tam ve kesin psikolojik huzuruyla ilgili bir yaratım olması, aslında insana sunulan huzur reçetesinin adresini de nerede aramamız gerektiğine işaret ediyor. Örf/âdetlerin belirlediği birtakım kuralların biz de din diye algılanması sorunsalı mevcutken, işaret edilen huzur reçetesini batılı bilim adamlarının kusurlu akımlarıyla değiştirdiğimiz için de, ahlâkî operasyonların aranılan ortamları oluyoruz.
Gender projelerinin başını çektiği feminist akım, 20. yüzyılın başından bu yana, şimdiki kadar kendini sivriltip politik alanda böyle ayrıcalıklı bir yer teşkil etmemiştir. Batı dünyasının özel olarak fonladığı bu alanlar, kadını hedef alan ve işe kadından başlayarak yol almanın zafere götüreceğine olan inancın sayesindedir. Zira bir toplumu değişime uğratmak istiyorsanız, en zayıf halkasını güçlendirerek o halkanın biriken öfke ateşini de arkanıza alıp durumu lehinize çevirmeniz, sizi zafere ulaştıracaktır. Örnek verecek olursak; Fransız İhtilâli güçsüzlerin gücünü ortaya çıkaran en bariz zaferlerden biridir.
Bir ülkeyi fiilî anlamda işgal etmek, savaş stratejilerini buna göre belirlemek, geçtiğimiz yüzyıla kadar önem arz ediyordu. Fakat savaş taktikleri tamamen seyrini değiştirmiş; ahlâkî, psikolojik, ekonomik, bilimsel anlamda ülkelere operasyon çekilerek, cephe alanları da buna göre belirlenmeye başlanmıştır. Bizim ele aldığımız mevzu, bu milletin inançlarına ters, mayasına ekşi, kültürel haritasında asla yol bulamayacak olan ‘toplumsal cinsiyet eşitliği’ ve ‘İstanbul Sözleşmesi’ üzerinden ilerleyen ahlâkî operasyondur. Sadece kadınları hedef almakla kalmamış, aynı zamanda çeşitli cinsel tercihlere de imkân sağlayarak, toplumun zayıf halka olarak kabul ettiği lezbiyen, gay, biseksüel tercihleri güçlendirme çalışmasıyla, ne kadar etek altı sever varsa arkasına alıp ilerlemeye çalışmaktadır.
Türk insanının televizyon izleme oranı ile kitap okuma alışkanlığı arasındaki uçurumu ele aldığımızda, bu projeyi zafere ulaştıracak olan mecrayı kestirmemiz gayet mümkün. Bundan dolayıdır ki ülke insanının değişim ve dönüşüme uğratılacağı yer, büyüklerin bir zamanlar ‘aptal kutusu’ diye tabir ettikleri televizyonlar olacaktır. Her gün çocuklar da dâhil beraber izlediğiniz diziler, yemek, yarışma vb. programları hafızanızın çöplüğüne gönderdiğinizi ve o gönderiyle beraber aslında neleri ıskaladığınızı hiç düşündünüz mü? Karmaşık ilişkiler, gay profiller, tuhaf tercihlerin havada uçuştuğu programlar sayesinde bilinçaltınıza gönderilen ahlâk anlayışınızın nasıl değişime uğratıldığına dair mesajların sizdeki karşılığı; toplumsal cinsiyet eşitliği operasyonlarına yavaş yavaş alıştırılıp, sonunda da kendinizi lezbiyen olmasanız bile lezbiyen haklarına, gay olmasanız bile gay evliliklerini olağan görmenize kadar götürecek ahlâkî bir erozyona uğratacaktır. Bir de bu profiller öyle ustaca işleniyor ki, en sempatik, en şirin diyaloglarla kendileriyle gönül bağı kurmanızı sağlayarak, dost ve insan canlısı tavırlarla dünyanın en iyi insanı ödülünü seve seve kendilerine vereceğiniz kıvama getiriyor. Önce sempatikleştirip sonrasında kabul süreciyle başlayan bu psikolojik operasyon meyvesini ‘toplumsal cinsiyet eşitliği’ ve ‘İstanbul Sözleşmesi’ ile verirken, izlediğiniz programların nasıl ustaca işlendiğine dair Türk milleti üzerindeki sonucuna bakarsak; etrafta maskülen tavırlarla dolaşan kadınlar, feminen erkekler ve unisex yaşam anlayışına varan overdose ahlâksızlıkların normalleşmiş olmasıyla kendini gösteriyor.
Geleneksel değerler üzerinden düşünen toplum yapısına sahip ülkemizde, bu tür operasyonlar uzun uğraşlar sonucunda zafer elde edecek gibi görünse de, direnen ve yüzdenin büyük kısmına sahip kesimin tüm bu ‘toplumsal cinsiyet eşitliği’ ve ‘İstanbul Sözleşmesi’ gibi operasyonlara olan direnç ve mücadelesi, aslında kaosa kapı aralayarak tam da istenen ortamı bu projelerin sahiplerine sunuyor. Nasıl mı? Bizlerin toplumsal anlamda iyileşme çabasının taktiksel hataları, daima kaos oluşturuyor. Evrensel sistemin sahipleri asla uzlaşı istemezken, kaostan beslenip güçlendikleri müddetçe de kendisine yol açıyor. Bunun sonucunda da tüm bu operasyonlara karşı oluşturacağımız savunma stratejileri kendi değerlerimiz üzerinden belirlendiği sürece, ne kaosa yer verecektir ne de salt bir uzlaşı sağlayıp her kesimi kucaklayarak ahlâksızlığa kapı aralayacaktır. Bizler kendi değerlerimiz üzerinden değil de, ’herkese özgürlük’, ’herkese sevişgen ortamlar’, ’herkes herkesle öpüşsün’ gibi evrensel mottolarla yön belirlediğimiz ve siyasî anlamda sayısal çoğunluk elde etmek adına herkesle sevişme çabasına girdiğimiz sürece, asla özlüğümüzü kucağımıza alamayacağız. Gavurun oyunuyla aşka gelip samanlıkta biten ilişkimizin karşılığı; daima boynumuza asılan yem torbasına tav olup kafamızı gömdüğümüz yemliğin içerisinde, arkamızın nasıl bir yol geçen hanına dönüştüğünü bilemeyecek boyutlara gelmek olacaktır.
Bir samanlıktan değil, sadece bir ülkeden hiç değil, siz İslâm davasından sorumlusunuz efendim. Hayatınız, bir ayetin harekesine bile tutunamıyorsa, daima yularlı olmaya mahkûmsunuz. Saygılar…