Zamane insanın, “dava” diye dert ettiği o kadar çok mesele var ki bunlara yetişmek mümkün değil. Geçim davasından tutun da maarif davasına, memlekete hükmetme davasından, vatanı ona buna peşkeş çekme davasına kadar pek çok dava ile karşı karşıyayız. Kimileri eşit cinsiyeti, kadın ve çocuk haklarını savunuyormuş gibi yaparak toplum ahlâkında ve ailede parçalanmanın temellerini atarken kimileri mezhepsizliği dava edinirken kimileri de İslâm’ı nasıl ılımlı, sulandırılmış ve adeta Protestan bir dini inanç haline getiririz diye durmadan çalışıyor.
Esasında takip edilen fikir, iddia anlamına gelse de “dava” denilince öyle bir hava esiyor ki davanın liderinde keramet aramaya başlıyor insanlar. Sanırsınız ki İslâm’dan önceki Türk devletlerinden Osmanlı’ya kadar devam edegelen “kut” inancı hala devam ediyor. Böylece bir siyasi liderden bilmem nereliler derneğinin liderine kadar herkes kutsanmış durumda, ilâhi bir gücün kendilerine verdiği yetki ile hareket ediyor gibiler. Hal böyle olunca ortaya yüzlerce belki binlerce kut’lu lider çıkıyor. Sıra nutuk çekmeye geldiğinde de Üstad’ın şiirinden alıntı yapıp
“Eyvah, eyvah, Sakaryam, sana mı düştü bu yük?
Bu dâva hor, bu dâva öksüz, bu dâva büyük!”
deyiverdin mi seyreyle cemaatin coşkusunu ve lidere adanmışlığını.
Lidere biçilen bu kutlu paye, onun birçok kusurunu da örten bir perde haline geliyor. Yakın ve uzak tarihimizde de gördüğümüz gibi liderin ettiği abuk sabuk laflara veya yanlış hareketlerine dair bir eleştiri geldiğinde “Sen anlamazsın, aslında hazret şunları şunları kast etmiştir.” kabilinden alınan cevaplarla bağlıların gözlerinin ve akıllarının da bağlandığına şahit oluyoruz.
Son yıllarda özellikle Ortadoğu coğrafyasında yaşanan gelişmeler gösteriyor ki vahşi Batı’nın asıl hedefi belirlediği bölgeleri kendi topraklarına katmak değil. Asıl istediği şey kukla bir lideri seçimle veya daha ziyade darbe marifetiyle özellikle de İslâm devletlerinin başına geçirip oradaki düşünce hayatını ve dini hayatı, ekonomiyi, ülkenin kaynaklarını kendi kontrolüne almaktır. Yıllarca gizli kapaklı yaptıkları bu işleri artık aşikâre yapacak kadar da arsızlaştılar maalesef.
Bu ahval ve şerâit içinde nüfus hüviyetlerinde Müslüman yazan insanların ilk ve en önemli davası ne olmalıdır? Bu sorunun cevabını öncelikle Kur’ân’ı Kerim’de arayalım. Enfal suresinin 39. âyet-i kerimesinde Rabb’imiz şöyle buyuruyor: “Ortalıkta fitne kalmayıp, din tamamıyla Allah´ın dini oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse muhakkak ki, Allah yaptıklarını görür.”
Kur’an-ı Kerim’in hayata uygulanmasıyla ilgili en güzel örneği teşkil eden Allah Rasûlü (s.a.v.) de amcası Ebu Talib vasıtasıyla müşriklerin davasından vazgeçmesini istemelerine karşılık şu cevabı vermişti: "Güneşi sağ elime ayı sol elime verseler yine de bu davadan vazgeçmem."
Rahmet-i Rahman’a ulaşan iki eski liderin sözlerine bakmakta fayda var. Bunlardan ilki Alparslan Türkeş’e ait: “Türklük bedenimiz, İslâmiyet ruhumuzdur. Ruhsuz beden ceset olur.” Bu ifadelerden de anlıyoruz ki İslâmiyet bizim ruhumuzdur ve o olmadan ayakta ve hayatta kalamayız. Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun “Kim Allah’ın rızasına uygun hareket ediyorsa, o bizdendir. Kim Allah rızasından uzaksa bizim dışımızdadır.” sözü de önemli bir hayat ölçüsü olarak karşımıza çıkar.
Demek ki dava denilince Allah'ın, Kitâbullah'ın, Rasûlüllâh'ın davası biz Müslümanların ilk ve en önemli davası olarak karşımıza çıkıyor. Diğer davalarımız, bu temel davamızla çelişiyorsa sahih bir dava değildir ki bu bâtıl davayı fark edenler, hemen o gemiyi terk etmelidir.
Son sözü, mürşidinin izin vermemesi üzerine padişahlığı bırakıp Hakk yoluna sulük etmekten vazgeçen, ancak mürşidine olan rabıtasını, saygı ve sevgisini asla ihmal etmeyen, ayrıca hakiki davanın ne olduğunu keşfeden büyük Osmanlı padişahı Fatih Sultan Mehmet Han’a bırakalım:
İmtisâl-i câhidû fi'llâh olupdur niyetim
Dîn-i İslâm'ın mücerred gayretidir gayretim //Avnî
(Niyetim Allah yolunda cihat etmektir. / Bütün gayretim İslam dininin muzafferiyeti içindir.)