Kitap en iyi dosttur, ifadesi hemen herkesin zihninde kalıplaşmış olarak yer alan ve zamanla maksadını aşarak okuyucuyu kitaba karşı pasif ve savunmasız bırakan basmakalıp bir sözdür. Öyle ki eli kalem tutan her yazarın eseri Talim ve Terbiye Kurulunun daha da önemlisi maşeri vicdanın onayından geçmişçesine icazet sahibi oluveriyor. Ancak bu durumun sonuçları korkutucu boyutlara ulaşabilir.
Kitaptan değil kitapsızlıktan kork, bu memlekette fikir özgürlüğü var, diyenlerin sesini duyar gibiyim. Niyetim bir edebiyat öğretmeni olarak kitap düşmanlığı yapmak değil. Ruhun hastanesi İskenderiye Kütüphanesi gibi kütüphaneleri yakalım, Beyt-ül Hikmet gibi medeniyet inşa edilen kurumları yıkalım, Moğollar gibi kitapları Dicle’ye atıp âlimleri kılıçtan geçirelim, nehir kan ve mürekkepten günlerce kırmızı siyah aksın istemem elbette. Ancak şuna da dikkat etmeliyiz: Bahsettiğim yıkımlar toplum nezdinde ne kadar büyük bir etkiye sahipse kimi özensiz hatta bilinçli olarak zararlı bir muhteva ile hazırlanmış kitaplar da ferdin hayatında ve ruh dünyasında o derece etkiye sahiptir. Bu etkinin neler olabileceğine dair bir parça fikir sahibi olmak isteyenler, Tanzimat Dönemi ile yeni ve Batılı bir şekil alan edebiyatımızın hikâye, roman, tiyatro, gazete gibi yeni ürünlerinin devlet ve cemiyet hayatına etkisini inceleyebilir. Sadece I. Meşrutiyet’in ilanı dahi edebiyatın dolayısı ile kitabın kısa sürede ortaya koyduğu büyük etkinin göstergesidir.
Hal böyle iken yüzlerce farklı inanç ve değer anlayışına sahip insanımıza, hangi kitabın zararlı olduğunu kim söyleyecek? Milli Eğitim Bakanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu bu konuda akla ilk geliveren kuruluşlar olsa da bu kuruluşların yetki alanları ve daha önce onaylarından geçerek basılan bazı kitaplardaki bazı vahim hatalar göz önüne alındığında sorumuzun cevabını almak kolay değil. Hele Cemaleddin Afgâni, Muhammed Abduh gibi dinde reform arayışındaki isimlerin eserlerinin de akademik çevrelerde halâ başucu kitabı olduğunu düşünürsek memleketimizdeki kafa karışıklığı uzun yıllar sürecek gibi. Dini anlayış ve yaşayışımızla ilgili önümüzde Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye gibi ana caddeler varken maalesef milletimiz çıkmaz sokaklara sevk ediliyor. “Her çıkmaz sokağın çıkmaz olduğunu anlamak için sonuna kadar yürümek zorunda bırakıldık.” diyor ya İsmet Özel, sanırım halâ aynı noktadayız. Günümüz gençliğinin deizm, ateizm gibi bataklıklara düşmüş olması, hatalardan bir an önce dönülmesi gerektiğini gösteriyor.
Böyle bir tablo içinde seçici olma işi okuyucuya ve çocuklarımız için de anne babaya düşmektedir. Bir yayınevinin sloganı bu konuda bizlere adeta ders veriyor: “Seçkin okur, seçerek okur.” Evet, edeb’siz edebiyat olmaz ise de kimilerinin edib değil sadece yazar olduğunu da unutmamak gerekiyor. Masum niyetlerle alıp çocuklarımızın eline verdiğimiz kitaplar, masum olmayan bir muhtevaya sahip olabilir. Çocuk istismarını işlemekten çekinmeyen, yozlaştırıcı, tutku genişleten pespaye aşk ve macera romanlarından; zengin ve harika hayatların anlatıldığı saçma, manasız hikâyelere kadar pek çok tehlike, kitapların içinde masumiyet maskesi takmış olabilir, bu sebeple yazarı ve eseri incelemeden kitap tercih etmemeliyiz.
Son dönemlerde çokça karşılaştığımız kişisel gelişim kitaplarından çok şahsiyet gelişimini ele alan eserlere yönelerek de tercihlerimizde seçkin bir tavır oluşturmalıyız. Ayrıca “çok satanlar” adı altında bizlere dayatılan, ticari ürünleri tercihte de aceleci olmamak gerek. Bugün çok satan eser, bakalım zamanı yenebilecek mi? Zamana yenilmeyen kitaplar tercihimiz olmalı.
Bu noktada üniversiteden değerli bir hocamın hatırası bizlere yol gösterecektir. Yeni Türk Edebiyatı Anabilim Dalı hocamız bir yüksek lisan öğrencisine bitirme tezi verir. Konu, yerli ve ünlü bir yazarın romanını inceleyerek buradaki anlatım bozukluklarını bulup tashih etmek. Kitap incelemesine başlayan öğrenci, birkaç hafta sonra hocamıza tekrar müracaat ederek tezle ilgili küçük bir değişiklik talebinde bulunur: Kitaptaki anlatım bozuklukları yerine sadece doğru kullanımları ayıklasam olamaz mı, der. Kitapta o kadar çok anlatım bozukluğu vardır ki gözü korkar öğrencinin. Dil ile ilgili bu vahim tabloyu bir de din ve tarih hassasiyetini ekleyerek insanda şahsiyet oluşturan üç unsuru bir arada düşündüğümüzde bizlere dayatılan isim ve eserlerden sıyrılıp seçkin bir tavır göstermenin önemi daha iyi anlaşılır.
Kitap tercihimiz bir mesele olsa da diğer bir meselemiz de okumamak. Harf inkılâbı ile %100 okuma yazma bilmeyen bir toplum haline gelen, arşivleri satılınca da hafıza kaybına uğrayan milletimizin kitapla arası halâ düzelmedi. BM ve TÜİK verileri hâli pürmelâlimizi açıkça ortaya koymuş: Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütünün (UNESCO) verilerine göre Türkiye, kitap okuma oranında dünyada 86'ncı sırada. TÜİK’e göre ise Türkiye'de kitap, ihtiyaç listesinin 235'inci sırasında yer alıyor. Dünyada kitap için kişi başına harcanan para ortalama 1,3 dolarken, Türkiye’de çeyrek dolar. Yine TÜİK verilerine göre, Türkiye'de kitap okumaya kişi başına ayırılan süre günde yalnızca bir dakika. Buna karşılık televizyon izlemeye 6 saat, internete 3 saat harcanıyor.
Her kitap, ilk emri “Oku!” olan bir kitabın daha iyi anlaşılması için bir vesiledir, vesile olmalıdır esasında. Başta Kur’an-ı Kerim’i devamında diğer seçkin kitapları okumada Müslüman, marka olmalı ve istatistiklerde de sonlarda değil en önde yer almalıdır. Böyle bir toplumda kütüphaneler, kitapçılar ve sahaflar, AVM’lerden daha fazla rağbet gördüğünde memlekette de bir şeyler yoluna giriyor demektir.
Mademki kitaplardan bahsettik son sözü Mâbedsiz Şehir, Bir Nesli Nasıl Mahvettiler, Ayasofya Davası, Mevlâna ve Mehmet Akif, Türklüğün Perişan Hali, Müslüman Çocuğunun Şiir Kitabı, Akdeniz Hilâlindir eserlerinin sahibi, maneviyata bağlılığı, mücadele azmi, korkusuzluğu ile tanınan şaire bırakalım:
Bir defa inkâra düştün mü yavrum,
Kendini aşmaya yol bulamazsın.
Vehimler, şüpheler bozar ruhunu,
Seni kaldıracak el bulamazsın
//O. Y. Serdengeçti