Araba kırmızı ışıkta durmuş, direksiyon başında sabırsızlıkla yeşil ışığın yanmasını bekliyordum. Saatime baktım, biraz sonra başlayacak olan toplantıya geç kalacaktım. Bu toplantıya geç kalmanın mazereti olamazdı çünkü toplantının ev sahibi bendim. Üstelik toplantıya katılacak olan misafirler de başka şehirden gelmişlerdi.
Bir anda arabanın her iki camında da çocuklar beliriverdi. Daha çocuklar Allah adını anmadan "Para istiyor bu veletler." dedim kendi kendime. Genelde arabanın konsolunda, vites kolunun hemen ön kısmında bozuk paralar bulundurur, bu gibi durumlarda arabanın camını yarıya kadar aralayıp bozuk paralardan bir kısmını çocuklara verirdim.
Bir an gözlerim karşı kaldırımda dikilip duran siyah elbiseli, peçeli kadına takıldı. Kadının göçmen olduğu sadece kıyafetiyle bile kendini belli ediyordu. "İlginç" diye geçirdim içimden. "Bunların hepsi aynı frezeden çıkmış gibiler, hep aynı tip kıyafetler mi giyiyorlar?" dedim. Çocuklar da az önce koşarak o kadının yanından gelmişlerdi. Kadının kucağında bir de bebek vardı. Üç beş sene önce savaştan kaçıp gelen bu insanlara herkes gibi ben de acımış, birçok yardımlarda bulunduğum gibi onlar için yardım toplayanlara da destek olmuştum. Artık toplumumuzun içine karışmışlar, kendilerine has mahalleler, gettolar oluşturmuşlardı bile. Sanayinin işçi yükünü onlar çekiyorlardı. Bazıları ise işlerini yürütüp iş yeri sahibi olmayı bile başarmışlardı. Ayaklarında ayakkabı, sırtlarında mintanla geldikleri bir ülkede artık sahip oldukları arabaları ve evleri vardı onların. Şimdi onlar güven içinde bizim topraklarımızdaydı ve bizde onların tehlikeli olan topraklarında savaşıyor, gencecik fidanlarımızı şehit veriyorduk. Buna mukabil kendi ülkelerindeki kendi savaşları için kıllarını bile kıpırdatmayan bu insanlar… Allah’ım, dedim. Hastanelerde, resmi dairelerde çıkarttıkları kargaşalar, bankamatiklerde devletten maaş aldıkları… Devletin bunlar için yabancı ülkelerden para aldığı, paraların yarısını vermediği söylentilerini yaymaları, kendilerine olan öz güvenleri, bütün bunlar, onlarla ilgili düşüncelerimi değiştirmişti. Yüzümü buruşturdum, gözlerimi kadından çevirdiğimde tekrar trafik ışıkların kırmızısına takıldı gözlerim. Fakat düşünceler kafamın içinde yer etmişti artık. Televizyonda haberlerde, pek sık olmasa da çıkardıkları kargaşaları, kavgaları duyar olmuştuk. Aslında o haberlere de ihtiyaç yoktu ya, yaşadığımız ilçede meydana gelen, göçmenlerin de içinde yer aldığı olaylar, göçmenler hakkındaki düşüncelerimin alt üst olmasına, onlara bakış açımın değişmesine sebep olmuştu. Baharla birlikte başlayıp yaz aylarında parklara dökülen bu insanlar, kilimlerini yayıp semaverlerinde çaylarını demleyip kaynatarak, bir de nargileler eşliğinde keyif yaptıklarını gördükçe içten içe kaygılan maya başlamıştım. "Bunların memleketlerine geri dönmeye hiç niyetleri yok." diyordum artık.
Kaldırımın kenarında kucağında bebesiyle dikilen kadın gayet sağlıklı görünüyordu. Sabahtan akşama kadar yağmurun altında, çamurun içinde, sarı sıcakta ekmek parası kazanmak için çalışan kadınlarımız geldi gözümün önüne. Düşündüm, "Aynı şey bizim başımıza gelse biz ne yapardık, nereye giderdik acaba?" dedim kendi kendime. Yüzyıllar boyu Anadolu’ya hep göçler olmuştu. Anadolu, Kafkaslardan, Balkanlardan, dünyanın çeşitli yerlerinden Müslüman Türk soydaşlarına kapılarını açmıştı hep. Sadece Türkler miydi bu topraklara göç edenler? Tarih boyunca sırtına sapladıkları bıçaklara rağmen Hristiyan’ını, Yahudi’sini, Rum’unu, Ermeni’sini hatta Polonyalısını bile basmıştı bağrına Anadolu.
Camdaki kız çocuğunun yeşil gözleri pırıl pırıldı. Üzerinde incecik bir kazak, ayaklarında çorapsız giyilmiş bir çift lastik ayakkabısı vardı. Bir kız çocuğuna baktım, bir de onları dilendiren peçeli kadına. Kadınla göz göze geldik, hemen kaçırdı benden bakışlarını. Karşı şeritte yeşil yanmıştı, arabaların hareketlenmesiyle birlikte çocuklardan ikisi koşarak arabaların arasından geçti, kaldırımda bekleyen kadının yanına gittiler. Belli ki organize çalışıyorlardı. Kadın yanına gelen çocuklardan birine durup dururken bir tokat asıldı. Çocuk önce olduğu yerde sendeledi, sonra yere düştü. Çocuğun yüzündeki ifadeden canının fena yandığı belliydi. Camdaki kız elleri arabaya dayalı başını çevirdi, bir yere düşen çocuğa baktı bir de arabanın içine. Yüzündeki endişe, yağmur damlalarına karışıyordu. Belki de bana öyle gelmişti.
Arkadan sabırsızca kornaya basmaya başladılar. Yeşil yanmıştı. Kadının bu hareketi içimdeki öfkeyi azdırmıştı. Birkaç saniye boyunca vites kolunun önüne doğru kararsız bir şekilde elim gitti geldi. Kız çocuğunun umudu tükenmiş, yeşil gözlerine bakarken gaz pedalına bastım bir şey vermeden yürüyüp gittim. Gün içinde bu tip şeyler olup duruyordu işte. İş, güç koşuşturmaca, hayatın telaşla dolu akışı içinde yaşananlar unutulup gidiyordu. Ben de bir süre sonra unutacaktım kız çocuğunun yeşil gözlerini. Ama yeşil gözlerinden, yanaklarından süzülenin yağmur damlaları mı yoksa gözyaşları mı olduğunu asla bilemeyecektim.
Akşam, yemekten sonra dostlarımız misafirliğe, sohbet etmeye, içtikleri çay gibi dostluklarını da demlemeye gelmişlerdi. Çerezler atıştırılıp pastalar, börekler yenilirken sohbetin koyuluğu dudaklara taşınıp yudumlanan çayla birlikte yumuşatılıyordu, bir müddet sonra bayanlar balkona, verandaya geçtiler. Eşimin arkadaşlarından Güldenur ve Vildan Hanım sigaralarını orada daha rahat içebilirlerdi. Eşim, baldızlarım Meliha, Ayla, arkadaşı Berat, yakın dostumuz Şirin Hanım, onlar da kendi dünyalarında sohbete daldılar, biz de erkekler Ali, Ayhan, Baran, Mustafa Beyler, bacanağım Fehmi ile gerçekleştirdiğimiz sohbetimizde söz dönmüş dolaşmış, memleketimiz ve ilçemizdeki göçmen olaylarına gelmişti. Gündüz başımdan geçen o olayı anlattım dostlarıma. Genelde çoğunluğun bakışı olumsuz yöndeydi. Yapılması gereken yapılmıştı, artık ülkelerine dönsünlerdi, yoksa böyle giderse toplumun kimyasının bozulacağı, Türk toplumunu ve siyasi otoriteyi ilerde ciddi bir sorunla karşı karşıya bırakacakları düşüncesi ortak düşünceydi. Göçmenlerin memleketimizi seçme nedenlerinden biri de diğer göç ettikleri ülkelere göre koşulların daha iyi olması, sınıra yakınlığı, Türk halkını kendilerine daha yakın görme ve akrabalık bağlarının olması, Avrupa’ya geçiş yolu olması gibi sebeplerdi. İlk etapta göçmenlerin kısa zamanda ülkelerine geri dönecek algısıyla yardımlar yapılmış ama öyle olmadığı anlaşılınca sorunlar başlamıştı. Bacanağım Fehmi "Eğer tehlike hâlâ devam ediyorsa bayramlarda, canları istedikçe sınırı aşıp nasıl gidebiliyorlardı ki kendi şehirlerine?" dedi.
Dil, kültür, sosyal hayat, giyim tarzı farklılıkları bile uyumu güçleştirmiş, ileride etnik mezhepsel kutuplaşmaya sebep olacak zemin oluşmuş; doğurganlık oranı, nüfuslarının artışları demografik yapıyı bozmaya başlamış, suç oranları artmış, kendi aralarındaki kavgaları ileride sosyal sorunlara uygun olacak zeminleri hazırlamış, kiralar artmış, kiralık ev bulmak neredeyse imkânsızlaşmış, ucuz kaçak işçi çalıştırma yaygınlaşmış, göçmen işçi çalıştıran ve çalıştırmayan firmalar arasında haksız rekabet ortaya çıkmış, bazı yerlerde iş imkânı ellerinden alındığını düşünen yerel halk kızgınlığını dile getirmeye başlamıştı. Ancak iş dünyası açısından bakıldığında patronların işine geldiği için üç maymunu oynuyorlardı. Ülkelerinden gelen zenginler, vasıflı eğitimli olanlar Avrupa’ya geçmişler. Ülkemizdekiler genellikle vasıfsız, yoksul ve eğitimsiz insanlardı.
O gece dostlarla evimizde gerçekleşen konuşmalar hep bu doğrultuda olmuş ve gecenin ilerleyen saatlerinde noktalanmıştı. Misafirleri uğurlamış ve yatmıştık.
Gece yarısı birden kapının zili çalmaya başladı. "Gecenin bir yarısı kim ola ki?" dedim, her halde zilin butonu takıldı diye düşündüm. Arada bir oluyordu öyle. O zaman çıkıp bakıyordum balkondan, kimse olmuyordu. Fakat zil üst üste çalınca uykum da kaçmıştı. Yatağımdan kalktım. Ne olur ne olmaz diye "Kim ooo?.." diye seslenerek kapıya yöneldim. Karanlığın içinden gelen vakur ve gür bir ses ulaştı kulaklarıma, “Kapıyı aç, işimiz var seninle.” diyordu ses.
Telaşlanarak:
Kimsin sen, gecenin bir yarısı ne istiyorsun, dedim.
Aç aç, emaneti almaya geldim senden, dedi sesin sahibi.
Sesin tonundan bir an içim ürpermişti. Vücudumu ateş basmış, elim ayağım birbirine dolanmış, korku ve endişe kaplamıştı içimi. Daha cevap vermeme bile fırsat kalmadan evin cümle kapısı kendiliğinden ardına kadar açılıverdi. Sisler arasında kimliği belirsiz, meçhul bir adam; kapının eşiğine dikilmiş, gözlerimin içine bakıp duruyordu. Boyu tarif edilemeyecek kadar uzundu adamın, gözleri sanki limon büyüklüğündeydi. Masmavi yüzünün rengi sanki sisin içinde kaybolacakmış gibi buğulu ve kalın kaşlıydı da. Bedeninden yayılan sıcaklık ise etrafı yakıyor, gelip yüzüme çarpıyordu. Elinde dikenli tellere sarılmış kalınca bir sopa tutuyordu adam.
Haydi ver, dedi.
Ne olduğunu anlamamıştım bile. Korkudan kekelemeye başladım. Konuşmak istiyor fakat kelimeler boğazımda düğümleniyor, dilimin ucuna kadar gelen kelimeler bir türlü iki dudağımın arasından çıkmıyordu.
Son bir gayretle zar zor:
Kimsin sen, ne istiyorsun benden, dedim.
Meçhul şahıs bir alacaklı edasıyla:
Ben o kimseyim ki, süt kokulu bebeleri analarının kucağından koparırım. Ben o kimseyim ki, âşıkların bakmaya kıyamadığı ceylan gözleri söndürürüm. Ben o kimseyim ki, dünya malının hırsından saçları ağarmışları zorla dünyadan koparırım, ben öyle bir kimseyim ki gıybet edenlerin, iftiracıların, laf taşıyanların, dedikoducuların dillerini koparırım. Ben öyle bir kimseyim ki, ana babayı evladından, seveni sevdiğinden ayırırım, ben ismi ağızlara korku ile alınan Azrail’im!... Elli beş yıldır sende olan emaneti almaya geldim, haydi ver, dedi.
O anda birden Enam suresi geldi aklıma:
"O, kullarının üstünde mutlak hâkimiyet sahibidir. Üzerinize de koruyucu melekler gönderir. Nihayet birinize ölüm geldiği vakit elçilerimiz onun canını alır ve onlar görevlerinde asla kusur etmezler!
Vücudum o an bir pamuk yığınına dönüşmüştü, ha yıkıldı ha yıkılacak gibiydim, rengim uçup gitmiş, damarlarımdaki kan çekilmiş, suratım bembeyaz kesilmişti. Dizlerimin bağı çözülüp olduğu yere düşerken emanetçi beni kucaklayıp az önce ayaklarının altında olan zeminin üzerine boylu boyunca uzatıverdi. Bir anda etrafımı daha önce hiç görmediğim bir güzellikte nurani yüzlü melekler sarıverdi. Yoksa ben öldüm mü ki, diye düşündüm. Dünya günlerim bitmiş miydi yoksa. Gözümün önüne çocukluğum, gençliğim, eşim, çocuklarım, pişmanlıklarım, keşkelerim geldi ama anlamıştım ki artık çok geçti. Bütün organlarım, ayak tırnaklarından yukarıya doğru çekilmeye başladı. Ayak tırnaklarımdan gelmeye başlayan şiddetli acıyı daha önce hiç tatmamıştım. Soğuk soğuk terler boşanıyor, ayaklarımın buz gibi olduğunu hissediyordum. Mezarlıkların önünde yazan çokça bilinen bir ayet çınladı kulaklarımda “Her nefis ölümü tadacaktır!”
Bu, iki dünyamı birbirine katan acıya daha fazla dayanamadım. "Yeter, yeter!" diye boğuk boğuk inledim. Emanetçi durdu. Etrafındaki yardımcı meleklere "Ellerine bakın, ellerine!" dedi. Meleklere doğru çevirdim yüzümü, şimdi onları daha iyi seçebiliyordum. Öne çıkan melek, bugün kırmızı ışıkta durduğumda Allah rızası için diyerek ellerini açıp "Başının, gözünün sadakası olsun. Allah razı olsun." diye yalvaran pırıl pırıl yeşil gözleri ilk gördüğüm andaki gibi umut dolu küçük kızdı. Saçları sanki rüzgârda uçuyor. Bembeyaz uzun elbisesi içinde ellerini göğsüne kavuşturmuş gülümseyerek bana bakıyordu. Her iki yanında beyaz kanatları vardı. Diğer meleklerle havada duruyordu. Ellerimi açtılar. Avuçlarım boş... Melekler Azrail’e dönüp "Elleri boş!" dediler. Şaşkın ve çaresiz, dönüp küçük kıza baktım. Sanki ondan yardım bekliyordum. Kız boynunu büktü. Gözlerinden keşke bu gün bir şeyler verseydin, elinde verdiğin olacaktı der gibiydi. İri mavi gözlü emanetçi bu defa: “Kalbine bakın." dedi. Bir tufan, bir koşuşturmaca… O sırada gelen acıyı saç tellerimin ucuna kadar hissettim. Artık bütün arzular, istekler, hırslar, hayallerim boğazıma düğümlenerek gözlerim yerlerinden fırlamak üzereydi. Ümidim gittikçe tükenmişti.
"Dilinin altına da bakın." dedi bu defa emanetçi.
"Allah’ım, Allah’ım!" dedim ve sonra: "Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resülühü!" diyerek kelimeyi şehadet getirmeye başladım.
“Bırakın!” dedi emanetçi, “Kalbinde bir ışık var. Dili de Allah diyor. Bırakın!”
Küçük kıza baktım. Kanatlarını sevinçle çırpıyor. Gözleri umutla parlıyordu. Kızın gülümsemesi tüm yüzüne yayılırken Münafikun suresinden "Herhangi birinize ölüm gelip de, ey Rabb’im beni yakın zamana kadar geciktirsen de sadaka verip iyilerden olsam demeden önce size rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcayın." ayetini okudu. O an, müezzinin güzel sesiyle saba makamında okuduğu sabah ezanının sesi süsledi kızın okuduğu ayeti.
Birden yataktan fırladım. Sabah ezanı hala devam ediyordu. Terden sırılsıklam olduğumu farkettim. Bir müddet yatakta oturdum kaldım. Pijamamın üstünü sıksan suyu çıkardı. Gerçekle rüya arasında gittim geldim. Sağıma soluma baktım, gözlerimi kapamaya korkuyordum. Komidinin üzerindeki su şişesini aldım, kapağını açıp bir dikişte içip bitirdim.
"Ya Rabb’im sana sonsuz şükürler olsun. Ya bir de rüya olmasaydı." dedim.
Kalktım, odanın penceresini açtım. Ilık bir esintiyle birlikte sabah ezanının sesi, daha bir gür sedayla doldurdu odanın içini. Önce terden sırıl sıklam olmuş pijamamı değiştirdim. Sonra gidip abdestimi aldım. Ardından da sanki o ana kadar hiç hissetmediğimi düşündüğüm bir hazla, derin bir huşu içinde uzun uzun kıldım sabah namazını.
Namazdan sonra komodinin üzerinde duran Kuran’ı alıp camın önündeki koltuğa oturdum. Az öncesine kadar soğuk terler döktüğüm rüyanın içinde okunan ayetleri arayıp buldum. Bir taraftan da telefonumdan Farid Farjat’ı açtım. Kelebekler de ağları kemanıyla inletmeye başladı ve tekrar tekrar okudum ayetleri.
Göçmen kızı gözümün önüne geldi, yutkunarak mırıldandım:
"Affet Allah’ım."