Akhisar, ilçenin kuzeybatısında yer alan, şehre yaklaşık üç kilometre mesafede olup çok eski bir yerleşim yeridir. Merkeze bağlı olan bu köyün içinde yer alan ve beyaz renkli topraktan inşa edilmiş kalesi nedeniyle köy Akhisar adını almıştır.
Köy dediğime bakmayın, artık köy vasfını çoktan aşıp neredeyse nahiye, bucak dediğimiz nüfusa erişmiş bir yerleşim yeri. İşte köye ismini veren bu Akhisar Kalesi’nin yanında bir de küçük höyük vardır. Köy halkı asırlardır burada ikamet eden yerlilerin yanı sıra doksan üç muhaciri dediğimiz Pomaklarla birlikte Bulgaristan Pazarcık’tan göç eden muhacirlerden oluşmuştur. Doksanlı yıllarda ise yine Bulgaristan’dan kopup gelen yeni bir göç dalgasıyla nüfusu beş binlere kadar çıkmıştır. Bizim çocukluğumuzda her yıl Asar Dede pilavının yapıldığı bu köy, o gün İnegöllülerin Asar çayırına akın ettiği şirin bir köyken şehirdeki sanayileşmenin de etkisiyle doğu illerinden gelen göç yanında, bölgeye yerleşen Ahıska Türkleri ile neredeyse koca bir kasaba haline gelmiştir. Doksanlı yılların ortalarıydı.
Akhisar’da bulunan bir fabrika yeri almıştım. O dönemde nüfusu artmaya başlamış olsa da henüz köy statüsünde olan Akhisar’da satılan yerlerin ruhsat işlemleri Bursa’daki resmi makamlarca yürütülüyordu. Günlerdir Bursa’ya il imar işlerine gidip geliyordum. O zamanki memurların sık kullandığı "Bugün git, yarın gel!" türünden cümleleri beni bunaltıyor, asabımı bozuyordu. Neredeyse her gün soluğu alıp verdiğim bu mekânda işimi bir türlü hallettirip bitiremiyordum. Evraklarım o servisten bu servise, yok olmadı, birinci kattaki birime, oradan oraya el değiştirip duruyor, kısacası atlatılıp duruyordum.
Sıcak bir yaz günüydü. Artık bezmiş bir halde yine Bursa İl İmar’ın yolunu tutmuştum. Arkadaşlardan biri söylemişti, İl İmar’da çalışan, Deydinler köyünden evli bir memur varmış. Bir umut, onu bir görüp tanışmalı, derdimi anlatmalıymışım. Umut işte, gerçi hiç umudum yoktu ama yine de bir ziyaret etmeliydim şu memuru. Görüşüp tanışmakla bir şey kaybedecek değildim ya, belki adamın bıçağı keskindir, hallediverir işimi diye diye çıktım yola. İl İmar’ın ikinci katına çıktım. Önce danışmadan sıra numarası alınıyordu. Önümde üç kişi var. Yanıma kısa kollu gömleğinin üzerine kravatını takmış, yaş olarak benden bir hayli küçük görünen, temiz giyimli bir adam gelip durdu.
Abi nasılsın, dedi.
Belli ki beni tanıyordu. Her ne kadar karşımda duran adamın simasını hafızamda bir yere yerleştiremesem de bir parça nezaketten, bir parça da sırada beklemenin can sıkıntısıyla gayri ihtiyarı cevap verdim adama:
İyiyim, sen nasılsın?
Adam güler yüzlü bir ifadeyle, bir yandan da elimdeki dosyayı işaret ederek:
Hayrola abi, dedi.
"Herhalde benim gibi İmar’a işi düşmüş bir hemşerimiz olmalı." diye geçirdim içimden. İnegöl’den gelmiş olmalıydı, yoksa beni nerden tanıyacaktı ki? Her ne kadar ben onu tanımasam da o beni tanıyor olmalıydı ki kalkıp yanıma gelmişti. Yoksa bu gülümseyiş, bu samimi yüz ifadesinin sebebi ne olabilirdi ki...
Hayır mı, şer mi bilmiyorum birader. Bir ay oldu, neredeyse her gün gelip gidiyorum buraya, bir türlü benimle adam gibi ilgilenip işimi halledecek bir memur bulamadım, dedim.
Biraz da ağzımı bozarak sinkaflı konuşmuştum ya, karşımdaki adam hiç aldırış edip alınmamış, samimiyetini zerre kadar bile bozmamıştı nedense. Fakat ben iki dakika içinde bir güzel içimi dökmüş ve bir parça da rahatlamıştım o an...
Hayrola, senin ne işin var burada, dedim bu defa.
Benim bir işim yok, uzaktan seni görüp fark edince yanına geleyim dedim. Abi sen beni tanımadın değil mi, dedi.
Adamın son sözleri içimde bir merak uyandırmıştı. Bir daha fakat bu defa daha bir dikkatle baktım yüzüne. Yok, yok, çıkartamadım bu yüzü... Ben, kimlerdensin, babanız kim gibi sorularla vakit kazanıp vereceği cevaplardan onunla ilgili bir ipucu yakalamaya çalıştım bu sefer. Adam, tuttu koluma girdi:
Gel abicim, seni çok kızdırmışlar, dedi. Sana çay, yok yok, soğuk bir şeyler söyleyeyim ben. Bu arada babamın ismi Rıza. Emekli polistir kendisi, diyerek tamamladı sözünü.
O anda fark ettim, jeton düştü ve kendi kendime dedim ki: "Oğlum, bu adam burada çalışıyor. Tamam işte, en azından bana Deydinler köyünün damadı olan memurun odasının nerede olduğunu gösterir."
Koridordan yürüdük. Yandaki odalardan çıkan memurlar bizi görünce hemen toparlanıyorlar, başlarıyla bize selam verip yanımızdan geçiyorlardı. "Adam herhalde burada önemli bir mevki sahibi olmalı!" dedim bu defa kendi kendime. Nihayet koridorun sonuna vardık, camlı bir bölmeden içeri girdik. Burası belli ki sekreter odasıydı. Masada oturan kız biz daha içeri girerken oturduğu yerden ayağa fırladı. Yanımdaki adam:
Yasemin Hanım, bize iki soğuk ayran iki de çay söyler misin, deyip yan tarafındaki levhada “Bölge Müdürü” yazan cilalı, geniş ahşap kapıyı açıp girdi içeri. Tabii, ben de peşinden.
Oda oldukça genişti ve gayet güzel döşenmişti. Çalışmakta olan klima içerisini buz gibi soğutmuştu. Adam geçip masasının arkasındaki koltuğa oturdu, ben de masanın önündeki tekli koltuklardan birine geçip oturdum.
Eee, abicim, sen hâlâ benim kim olduğumu çıkaramadın değil mi, dedi.
Ne yalan söyleyeyim, o kadar uğraştım ama bir türlü çıkaramadım, dedim.
Adım Salih, dedi. Biz yıllar önce İnegöl’de oturuyorduk. Hamidiye Mahallesi’ndeydi evimiz. Babam o yıllarda Sanayi Karakolunda görev yapıyordu. Lise yıllarımda mahallemizin takımı olan Doğanspor genç takımında futbol oynuyordum ben. O zamanlar siz Doğanspor’un idarecisiydiniz. Geçmişte siz de bir dönem Doğanspor’da futbol oynamışsınız.
Bir anda taşlar yerine oturmaya başlamıştı kafamda. Fakat henüz her şey tam aydınlanmış değildi ve adamın kim olduğunu çıkartabilmem için henüz yeterli bilgiye sahip olamamıştım. Fakat o an yıllar öncesine, ilk gençlik, delikanlılık yıllarıma, daha doğrusu delikanlılığa adım attığım lise yıllarıma gitmiştim.
Henüz lise ikinci sınıfa gidiyordum. Lise takımının yanında İnegöl’ün gayri federe futbol kulüplerinde turnuvalara katılıp top oynuyordum. O dönemde Refik Koç, Doğanspor genç takımının antrenörü olmuş, yeni bir yapılanmaya gidiyordu. Öncelikle takibe aldığı mahallenin yetenekli gençlerinden yeni bir takım oluşturacaktı Refik abi. Benimle birlikte birkaç arkadaşı daha turnuvalarda beğenmiş, bize de takımında yer vermek istiyordu. Lisans çıkartmak için babamın imzası lazımdı. Babam "Olmaz!" diyor başka bir şey demiyordu. Araya birileri girdi, en son Altınbaş Hoca girdi devreye. Babam ona saygı duyardı, onu kıramazdı, bir parça da mecburen fakat isteksizce oluru verdi. Sonuçta öyle bir genç ekip kurulmuştu ki hepimiz kısa süre içinde kardeş gibi olmuştuk. Bu arada Refik abimiz de sadece antrenörümüz değildi bizim. O bizim amcamız, babamız gibi olmuştu. Refik abinin çocuğu yoktu. Bizler onun çocukları gibiydik. Şimdi on beş tane birden çocuğu olmuştu. Kendisi İmasko’da memur olarak çalışıyordu. Aldığı maaştan bize hediyeler, takviye sandozlar alırdı. Öyle bir antrenman yaptırıyordu ki bize, A takımıyla maç yaptığımızda onlara top göstermiyorduk. Dönem siyasi olayların en yoğun olduğu dönemdi. Her gün ülkede onlarca yüzlerce genç ölüyor. Kahveler taranıyordu. Kardeş kardeşe düşman edilmişti. Bizler o dönemde Doğanspor genç takımı ve Refik abi sayesinde hiçbir olaya karışmadık ve hep uzak durduk. Bizlere futbolcu olmaktan önce ahlaklı olmayı, sevgiyi, saygıyı öğretmişti Refik abi. İşte o takım şampiyon olmuş, daha sonra birçok arkadaşımız A takımda oynamış, başka takımlara transfer olup gitmişlerdi ama genç takımdaki o duyguyu hiçbir yerde hiçbir zaman yaşayamamıştık.
İlçe stadyumu, Merinos, Veledrom geldi bir an gözümün önüne. Veledrom, şimdiki Timsah Arena’nın olduğu yer. Pisti bisiklet yarışları için tasarlanmış, orta kısmında futbol sahası vardı ama ne saha. Zemini, toprak ve zımpara gibi mübarek. Kışın rüzgâr bir yandan çamur bir yandan kasıp kavururdu top oynayanları. Merinos Sahası da şehrin içinde ve seyircinin eksik olmadığı bir yer. Orada da top taca ya da auta giderse bekle ki top gelsin. Mahalle arasından bazen beş on dakikada anca gelirdi top. Maçımız eğer öğlen saatlerine denk gelirse Merinos’un önünden tükürük köftesi, söğüş, nohutlu pilav alır yerdik. Bazen de geliş yolunda minibüsümüz Arabayatağı’nda durur, meşhur Arabayatağı Fırınından yeni çıkmış sıcacık ekmeklerin yanında peynir, zeytin de alır, büyük bir iştahla yerdik. Takım olarak çok iyi pas yaptığımız için seyir zevki çok olur, maçlarımıza Bursa’dan da seyirciler gelirdi.
Kasım ayının ilk haftası ligler başlayacaktı. İlk maçımız Mustafakemalpaşa deplasmanındaydı. Akşam İki Kapılı Kahve’de buluşmuş, sohbet etmiştik. Artık havalar da iyice soğuduğu için pek bahçede oturamıyorduk. Ertesi gün maçımız olduğu için pek geçe de kalmadık. Ben Özer ve Kadri Kapalıçarşı’dan Kasım Efendi Caddesi’ne çıktık. Kulüp Altınbaş Cami’nin yan tarafındaydı. Yaklaşınca görünmeyelim diye yolun karşısına geçtik. Köşede Çürük Arif’in dükkânının önünde Burhan Enişte, Sarı Ömer, Torik Sedat bir araya gelmiş, ters çevirdikleri üçlü elma sandığının üzerine gazete kâğıdını sermişler, taburelere çökmüşler bir şeyler yiyip içiyorlardı. Selam verip tekrar karşıya geçtik, Askerağaların değirmenin önünden yürüyüşümüze devam ettik.
Özer’le aynı takımda oynuyorduk. O libero ben de stoperdim. O dönemde libero ve stoper takım için en önemli mevkilerdendi. Libero, kaleci ile defans oyuncuları arasında serbest oynayan, geriden takımı yönlendiren, her iki ayağını da çok iyi kullanabilen, kalesinde oluşabilecek tehlikeleri önceden sezecek kabiliyette birisi olması gerekiyordu. Stoper de rakip takımın en önemli hücum oyuncusu olan santraforun şut çekip gol atmasını, top çalmasını ve paslaşmasını engellerdi. Santraforu oyun içinde markaja alır, ona adım attırmazdı. Refik abi, her zaman: "Oğlum, santraforu devre arasında bile soyunma odasına kadar bırakma, takip et. Senin varlığını her an ensesinde hissetsin adam." derdi. Oyun içinde topa sahip olunduğunda libero da stoper de takım arkadaşlarına nokta atışı etkili paslar verir, oyunu geriden kurarlar, korner ve frikiklerde sırayla gol atmaya bile giderlerdi. Özer, sakin yapılı bir arkadaşımızdı. Aynı zamanda takımımızın kaptanıydı da. Zamanında babası da kardeşi de profesyonel olarak futbol oynamış, futbolu iyi biliyordu anlayacağınız. Özer’le ikimiz iyi bir ikili oluşturmuştuk. Kadri ise okuldan arkadaşımızdı. Mahallemizin futbol kulübü Doğanspor olmasına rağmen o İdmanyurdu’nun genç takımında oynuyordu. Onlarında ilk maçları ertesi gün İnegöl’deydi. Kadriyle lise takımında beraber oynuyorduk. Süratli, kolay adam geçen, sağ açıkta oynayan, yaşıtlarımız arasında sevilen, sayılan bir arkadaşımızdı. Önce Özer’i bıraktık evine, sonra Kadri’yle vedalaşırken birbirimize sarılıp başarılar diledik.
Ertesi gün deplasman maçımız için Mustafakemalpaşa’nın yolunu tutmuştuk. Gittik ve güzel bir maç çıkarttık. Bol gollü bir maç olmuştu ve gülen taraf biz olmuştuk. Maç sonrası neşe içerisinde dönmüştük İnegöl’e. O zamanlar günümüzdeki gibi iletişim araçları, cep telefonları filan yoktu tabi. İkindi vaktiydi, hükümet önündeki Resimci Pertev’in dükkânının önünde birkaç arkadaş minibüsten indik. Uzun Sokak’tan girip İki Kapılı Kahve’ye gidecek, ballandıra ballandıra galibiyetimizi anlatacaktık arkadaşlara. Uzun Sokak’a henüz girmiştik ki o acı haberi aldık. Meğer Kadri’yi dün gece son görüşüm olmuş benim. Son sarılışım, son veda edişim. İki Kapılı Kahve’ye kadar koşa koşa gittik. Sokak ayaklarımızın altından adeta kayıp gitmişti. Koşarken kendi kendime "Laflayacaktık lan Kadri, maçı nasıl kazandığımızı, golleri nasıl attığımızı anlatacaktım sana... Zamanı mıydı şimdi bizi bırakıp gitmenin zamanı mıydı şimdi?" diyor, ağlamamak için kendimi zor tutuyordum ama nafile. İki Kapılı Kahve’ye ulaştığımızda nefes nefese kalmıştık. Kafamızda cevaplanması gereken bir sürü soru vardı ve o cevaplara bir an önce kavuşmak istiyorduk. Kadri neden vefat etmişti? Ne tür bir olaydı onun ölümüne sebep olan? Olaylar nasıl gelişmişti?
Maç oynanırken daha maçın başlarında topa kafa attıktan sonra yere düşmüş Kadri. "Dili nefes borusuna kaçmış." dediler. Görevlilerin ve arkadaşlarının müdahalesine rağmen ne yazık ki kurtaramamışlar. Kendimize çok uzak gördüğümüz o ölümün yaşıtlarımızdan birini alıp götürüşüne ilk defa şahit oluyorduk. Bu olay hem İnegöl’de hem de ulusal düzeyde spor çevrelerinde büyük üzüntü ile karşılandı. O dönemde saha içi sağlık önlemleri yetersizdi. Amatör maçlarda hiç doktor olmazdı zaten. Belki yeterli sağlık önlemleri alınmış olsa, Kadri’ye sahada ilk müdahaleyi yapacak kabiliyette birisi orada hazır bulunsa Kadri bu gün hala yaşıyor olacaktı. Şimdilerde televizyondan naklen yayınlanan maçlarda buna benzer olayları görüyoruz. Sağlık ekibi anında müdahale ediyor ve sporcular kurtarılıyor.
Kadri’nin tabutu Altınbaş Camisi’nde kıldığımız cenaze namazının ardından omuzlara alındı. O güne kadar İnegöl’ün gördüğü en kalabalık cenaze merasimiydi bu. Tüm spor camiasıyla birlikte İnegöl Lisesinin üst sınıflarının hemen hemen hepsi ile birlikte gözyaşları içinde Kadri’yi ebediyete uğurladık. Daha kafamın içindeki bir sürü olaylar bir film şeridi gibi gözümün önünden geçip gidecekti ya!.. Önümüze konulan çaylar ve ayranlar beni anılarımdan sıyırıp tekrar oturduğum koltuğa geri getiriverdi. İnsanın düşünme hızı konuşma hızından on kat daha fazlaymış diyorlar. Bütün bunlar çok kısa bir sürede gelip geçmişti gözlerimin önünden.
Bu arada Salih de Doğanspor anılarını anlatmaya başlamıştı zaten. Konuşmasının bir yerinde birden bire sustu. Derin derin bir noktaya odaklandı bakışları. Çayından bir yudum aldıktan sonra bakışlarını çevirip, gözlerini gözlerime dikerek:
Abi, hiç unutmuyorum. Veledrom dış sahada Tofaş’la maçımız vardı, bilmem hatırlar mısın? Maça bizi sen götürmüştün o gün. Tabii Tofaş koca bir müessese takımı, çok güçlü bir takım. Bize o gün üç atmışlardı. Maç sonrası hepimiz üzgündük. Maçın ardından minibüsle İnegöl’e dönüyoruz. Sen bizi teselli ediyordun. Arabayatağı’nda minibüsü durdurmuş, fırından aldırdığın sıcacık ekmeklerle birlikte yanındaki manavdan peynir, zeytin, domates… Domates ve peynirleri sıcacık ekmeklerin içine kendi ellerinle koyup sonra hepimize tek tek paylaştırmıştın. Bir anda hem üzüntümüz hem de yorgunluğumuz buhar olup uçmuştu. Bu hatıramı hiç unutmuyorum ben, hey gidi günler hey, dedi.
Bir çay, bir çay daha…
Şadan abi, Sütçü Ali, Kova Cemal, Fehmi abi derken vakit epey ilerlemişti.
Abi, ver bakiim şu dosyayı, dedi Salih, elini uzatırken.
Uzatıp verdim eline. Dosyaya şöyle bir göz gezdirdikten sonra;
Yasemin Hanım, diye seslendi.
Kapıda görünen sekretere dosyayı uzatırken:
Bu dosyayla ilgili yapılması gereken ne işlem varsa acilen yapılsın, bütün imzalar da atılsın. En son ben imzalayacağım, bekliyoruz, hemen, dedi.
Sekreter kız dosyayı aldı ve hızla ayrıldı yanımızdan.
Salih, İnegöl’den sonra babasının tayininin Çanakkale’ye çıktığını, orada birkaç yıl görev yaptıktan sonra Balıkesir’e, oradan da Bursa’ya geldiklerini, Bursa’da iken babasının emekli olduğunu, geçen yıl da vefat ettiğini söyledi.
Allah rahmet eylesin, dedim.
Kendisinin okuduğunu, mühendis olduğunu, daha önce İstanbul’da çalıştığını fakat babası rahatsızlanınca Bursa’ya tayinini istediğini, şef, müdür yardımcısı derken son olarak, benim de gördüğüm gibi, müdür olduğunu anlattı. Aradan yarım saat kadar bir süre ya geçmiş ya geçmemişti. Sekreter Yasemin Hanım, elindeki dosyayla birlikte girdi odaya. Salih, uzanıp kızın elinden aldığı dosyayı son bir kez inceledikten sonra evrakların altına mührünü bastı ve imzaladı. Sonra dosyayı uzattı bana. Ardından:
Hayırlı olsun abi, dedi.
Salih’e teşekkür edip müsaade istedim. Çıkmadan önce "Görüşelim abi." dedi. "Tabii ki.” dedim. Görüştük de İnegöl'e yolu düştüğünde birkaç defa ağırladım Salih’i. Doğanspor Lokaline, antrenman yaptığımız Erkek Sanat Okulunun bahçesine, stadyuma gidip gezdik. Eski günleri yâd ettik. İrtibatımız hiç kesilmedi Salih’le. Bayramlarda, kandillerde görüştük, mesajlaştık. Hâlâ daha görüşüyoruz kendisiyle.
Aradan yıllar geçti. Doksanlı yılların sonlarıydı. O gün akşamüstü Manav İbram’ın dükkânına uğramıştım. Mevsim yaz, çarşıyla Park Caddesi cıvıl cıvıl insan kaynıyor. Arabamı dükkânın karşısına çektim. Hemen ön tarafta buralarda pek görmeye alışkın olmadığımız, sarı renkte, iki kapılı bir spor araba duruyor. Açık bırakılmış camlarından arabanın teybinde çalan müziğin sesi sokağa taşıyordu. Dükkânda Manav İbram müşterileriyle ilgileniyor, yanındaki yeğeni Mustafa ise bir yandan müşterilerin siparişlerini hazırlarken diğer yandan da onlara laf yetiştiriyor, şakalaşıyordu. İlgilendiği müşterilerden birisi üstünde marka tişört, altında eşofman ve spor ayakkabıları olan, elinde tespih, boynunda altın zincir, kolunda altın künyesi ile bu renk tonunu tamamlayan civciv sarısı boyanmış saçlarının önünde, hemen alnının üstünde duran güneş gözlüğü, siyah kaş ve kirpiklerini uyumsuz bir biçimde tamamlıyordu. Pek İnegöllüye benzemiyordu kendisi. "Almancı olabilir mi acaba" diye düşündüm fakat bu düşüncemi kendi kendime çürüttüm hemen. Çünkü adamın konuşması da arabasının plakası da yerliydi. İşin doğrusu daha gözüme takıldığı ilk andan itibaren karşımdaki bu görüntü üzerime negatif bir enerji olarak yansıyıvermişti. Dükkâna girerken selam verdim, sonra fazla ayakaltında durmayayım diye arka taraftaki yazıhaneye doğru yürüdüm. Baştan ayağa altın ve civciv sarısı genç ağzındaki sakızı şaplatarak bana baktı. Henüz yirmi dört, yirmi beşinde gibi görünen genci tanımamıştım. Bu pek de umurumda değildi zaten o an fakat yılışık bir ifadeyle yüzüme bakarak ve sırıtarak:
Bilader nasılsın, dedi.
İfade tarzı yanında hal ve hareketleri de tamamen ofsayt olan bu gence buz gibi bir bakış fırlatırken biraz da sert bir ifadeyle:
Tanıyamadım, dedim.
Aramızda en az on on iki yaş farkı var gibi görünüyordu. Kendisinden büyük olduğunun farkında olduğu birisine karşı böyle laubali bir şekilde "bilader" diye hitap etmesi çok canımı sıkmıştı. Mustafa atıldı hemen:
Abi, Eryılmaz’ı tanımadın mı, dedi. Eski İnegölsporlu, şimdi Antep’te oynuyor.
Beş yıl öncesine doğru kaydı hafızam.
O zamanlar İnegölspor’da idareciydim. Kulüpteki görevim genel kaptanlıktı. Bu görev sebebiyle diğer idareci arkadaşlara göre sporcularla daha yakındım. Yine genel kaptan olduğum için daha sezon başında transfer komitesinde yer alıp transfer görüşmelerine de katılmıştım. Güçlü bir kadro kurmuş, ligin gözde futbolcularını almıştık. Altay’dan Adnan, Ayvalık’tan Erdal, İstanbul’dan Halit ve Bülent. Bunlar arasındaki en popüler transferlerimizdi Adnan. O sene ligin gol kralıydı. "Benim bir kaleci arkadaşım var, onu da alın, yoksa gelmem." diye tutturmuştu. Görmeden mecburen onun dediği kaleciyi de almıştık. Sezon açılışının ardından bir idman sonrası malzemeci Cemal abi geldi yanıma. Kısık bir sesle:
Kaptan, sana bir şey söyleyeceğim. Yönetimdeki arkadaşlara söylemelisin bunu." dedi.
Buyur Cemal Baba, nedir konu?
Bu İzmirli kaleciyi kim aldı?
Ne oldu ki?
Daha ne olsun oğlum, bu kalecinin bir parmağı yok
Nasıl yani?
Malzeme dağıtırken gördüm, bir parmağı eksik adamın, dedi.
Normalde bir futbolcu için bu bir problem sayılmazdı fakat eksiklik kalecide olunca bu kafalarda bir soru işaretiydi. Neticede Adnan’ın bonusu olarak aldığımız İzmirli kaleci o sezon boyunca ligi yedek kaleci olarak yedek kulübesinde bitirdi. Antrenörümüz İsmail Arca, yardımcısı da Mehmet Tan’dı. Mehmet Hoca Bursa’daki amatör takımların kadrolarını iyi biliyor, yıldız adayı olarak tespit ettiklerini tavsiye ediyordu. Tofaş ve Renault takımlarından iki muhacir yeteneği keşfetmişti ve biz bu yeteneklerle transfer görüşmesine gidecektik.
Akşam saatlerine doğru transfer komitesindeki iki arkadaş ve Mehmet Hoca ile birlikte yola çıktık. Bursa’da genelde Muhacirlerin yoğun oturduğu İzmir yolunda, Penguen firmasının arkasındaki Muhacir Konutlarına gittik. Bize verilen adresteki apartmanın önüne geldiğimizde elindeki pazar arabasıyla pazardan dönüp evine geldiği belli olan yaşlı bir teyzeye aradığımız adresi ve kişileri sorduk. Kadıncağız, aradığımız insanların komşuları olduğunu, biraz beklersek az sonra geleceğini, onun da pazarda olduğunu, beyinin biraz geç geldiğini söyledi. Burada konutların ön tarafı bahçeliydi. Bahçeye geçip banklara oturduk ve beklemeye başladık. Fazla geçmedi. Akşamın alaca karanlığında bahçeye iki kadın girdi. Onların da pazar arabaları önlerinde, pazarın son kalan ürünlerini topladıkları belli oluyordu. Bizim de görüşmek için geldiğimiz aile bunlardı. Selamlaştık. Bizi evine davet etti. Evin hali ortadaydı. Türkiye’ye yeni gelmiş olan bu insanlar yokluk içindeydi ama tertemizlerdi. Bize ikramda bulundu. Beyini bekledik. Oğlu tesislerde kalıyormuş. Nihayet evin beyi de geldi. Oturup konuştuk, el sıkışıp anlaştık. Bu son gelişmeler çok sevindirmişti aileyi. Konuşmamızın sonlarına doğru "benim de annem Muhacir, Kırcaali’den gelmişler." demiştim.
Görüşmemizin ardından evlerinden ayrılırken annesi ellerimi tuttu:
Oğlum artık sana emanet, kızanıma iyi bak, dedi.
O sezon her ikisi de çok iyi performans sergilediler. Sezon sonunda transfer oldular. Maaşlarını ve primlerini aldıklarında doğruca bana getirirlerdi. Ben de onlara döviz olarak mark alırdım. Yönetim kurulundaki arkadaşlarımızdan birinin döviz bürosu vardı. Kendisinden rica eder, en uygun fiyatlardan para larını marka çevirirdim. Bana aga, amca, baba diye hitap ederlerdi. O günkü çocuk şimdi geçmiş karşıma, bana; "bilader" diyordu.
Güldüm, Mustafa’ya döndüm, dedim ki:
Ben bu adamı tanımıyorum Mustafa. Ama o bahsettiğin İnegölspor’da oynayan Muhacir çocuğu, annesi ve babasını tanıyorum. Siz benzetmiş olmalısınız..."
Ardından sinirli bir şekilde yazıhaneye geçtim.
Manav İbram anlamıştı bozulduğumu. Yanlarına gitti gençlerin, bir şeyler konuştu. Yazıhaneye doğru elini kaldırıp sonra poşetleri aldılar, arabalarına doğru yürüyüp gittiler. İbram da bir zamanlar kulüp yöneticiliği yapmıştı. Beni sakinleştirdi. Ben de diğer olayı anlattım.
Eeee... Ucunda biraz peynir görünce mandıra sanıyorlar, dedi.
İl İmar’da yaşadıklarım geldi aklıma. Salih’le ve diğer çocuklarla paylaştığımız domates, peynirli, zeytinli sıcacık ekmeğin kokusu kapladı yüreğimi. Sonra şu Eryılmaz’ın “bilader”i gelip yaktı genzimi. Sevgiyi, saygıyı, dostluğu, arkadaşlığı, beklentisiz ve karşılıksız paylaşmayı gönüllere yerleştiren amatör ruh. Bir de o anda yaşadıklarım. Şimdi buna profesyonellik diyorlardı. Aradaki fark bu.