İnsan, toplum içinde doğar, büyür ve her zaman yine insanlarla birlikte yaşar. Bu, onun tabiatının gere-ğidir. Madem ki; hayat, tek başına değil, toplum içinde sürdürülecektir. O halde, diğer insanlarla, iyi ilişkiler içinde bulunmak gerekir. Bu, huzurlu ve mutlu olmanın da temel şartıdır. Hayatın zorlukları içerisinde kendimize ve çevremizdekilere hoşça bakabilmeyi bildiğimiz sürece, hem düştüğümüz yerden kalkması-nı bilir, hem de hayat yolculuğuna güçlü bir şekilde devam ederiz. Her insanın düşünce ve davranışları farklıdır. Dünyada hiçbir insanın sesi, huyu, karakteri, sîması, parmak izi, vs.. bir diğerine benzemediği gibi, inanç ve düşünceleri de benzemez. Bu farklılık sebebiyle; meydana gelebilecek olumsuzlukların giderilmesi için, tarafların bir noktada buluşmaları, başka bir ifade ile ölçülü ve müsamahalı olmaları gerekmektedir. Ailede, okulda ve iş hayatında birlikte olduğumuz kimselere karşı anlayış göstermemiz, toplum içinde daha çok sevilip sayılmaya ve karşılıklı güven duygu-larının güçlenmesine sebep olur. Bu da, anlayış ve hoşgörü ile sağlanır. Hoşgörü; bir anlayış biçimidir. Tolerans, müsamaha ve uzlaşmaya da hoşgörü denil-mektedir. İnsanlar arası tanışma ve selâmlaşma hoşgörü ile başlar, sevgi ile seyreder. Sevgi ile yaşantı- sını süsleyemeyen insan, kendisini yalnızlığa iter. İnsanoğlu severek yaşamasını bilmediği ve hoşgörü ile kaynaşamadığı devirlerde hep birbirini boğazlamıştır. Hoşgörülü insan; hangi ırk, hangi din, hangi mezhep ve hangi sınıftan olursa olsun, insan-ı kâmil sıfatıyla yaşayandır. Tarih boyu sevilen bütün gönül adamları ve halk dostları hoşgörüyü kendilerine ilke yapmışlardır. Yunus Emre’nin şu evrensel deyişiyle; Yaratılanı yaratandan ötürü hoş görmeyi bilmek, büyük bir erdemdir. Çünkü toplumun seven ve sevilen insanları, evrensel anlayışı benimsemiş, güzel ahlâklı ve engin hoşgörüsü olan insanlardır. Bu, olgunluğun gösterge-sidir. İnsanları tasnife tabi tutmadan, menfaat ve çıkar gözetmeden sevebiliyorsak, işte bu en büyük erdem-dir. Hoşgörülü insan; sövene dilsiz, dövene elsizdir. O, yetmiş iki buçuk millete aynı gözle bakar. Böyle insanlar bilirler ki; hoşgörüde, kâinatın güzelliği gizlidir. Allah sevgisi, Peygamber sevgisi ve insan sevgisi vardır. “Ne olursan ol, yine gel” diyen Mevlâna, bir gün, bir papazla karşılaşır. Hürmetini belirtmek için tokalaştıklarında biraz eğilir. Papazda aynı şekilde eğilir. Bu kez, Mevlâna biraz daha eğilir. Papaz yine aynı şekilde karşılık verince; Mevlâna papazın önün-de yere yatar. Bu defa, papaz Mevlâna’yı kolundan tutarak kaldırır. Ayağa kalkan Mevlâna şöyle der; “Tevazu ve hoşgörü yarışında bir papazı yendim çok şükür.” 13. asırda Mevlâna’nın sergilediği insan sevgisi ve hoşgörüsünü bugün birçoğumuz yakalayabilmiş değiliz. O, farklı din ve milletlerden insanlara dahi el uzatarak evrensel anlayışı çağlar ötesine aktarıyordu. Hoşgörüden maksat; kusurları büyütmeden örtmek, yapılan iyilikleri başa kakmamak, karşılık bekle-memek, mazluma yardımcı olmaktır. Kendisi için hoş- lanmadığı bir şeyi başkalarına reva görmemek, eliyle ve diliyle hiçbir insanı incitmemektir. Yoksa cemiyetin tahribine, emniyet ve huzurun yok edilmesine, can, mal ve mukaddes değerlerin zedelenmesine göz yummak hoşgörü değildir. Bunlara karşı çıkıp, müda-hale etmek lazımdır. Çünkü iyiliğin en güzeli, kötülerin kötülük yapmasına engel olmaktır. Toplumsal havayı kokladığımızda iki temel duygu-nun yaygınlaştığını görürüz. Bunlar; zenginlerde merhametsizlik, fakirlerde ise hasettir. Kıskançlık, haset ve çekememezlik anlayış ve hoşgörüye de engeldir. İnsanlar dünya arenasında birbirleriyle yarış ve rekabet halindedirler. Bu mücadele, ekonomik, sosyal, kültürel ve birçok alanda yapılmaktadır. Sahasında muvaffak olmuş, başarılı kimseler takdir ve tebrik edilmeli, başarılı olamayanlar, onlara gıpta ile takdirlerini sunmalıdırlar. Aksi halde kaybedenler, gerekli hoşgö-rüyü göstermeyerek, kıskançlık gibi bir duyguya kapı-lırlarsa, bu durum millet ve memleket için hayırlı so- nuçlar vermez. Halkı eğiten, fikirleriyle topluma ışık tutan ilim adamlarımız ile ürettikleri malları dünya pazarlarına sunan sanayici ve iş adamlarımız teşvik edilerek, alkışlanmalıdırlar.İçinde yaşadığımız cemiyette karşılaştığımız olaylar, her zaman bizim istediğimiz şekilde gelişmez. Zaman zaman bir takım terslikler, olumsuzluklar bizi hayli sıkıntıya sokar. Böyle durumlarda aklı ön plana getirerek, temkinli ve hoşgörülü bir şekilde olayları tahlil ettiğimizde mutlak ka- zançlı çıkacağımız aşikârdır. Aksine, hiddet ve öfke ile olayların üzerine gidildiğinde, hiçbir menfaat sağla-mayacağı gibi, daha çok problemlerle karşılaşmak mümkün olabilir. Bunun için; “Sabır acıdır, ama meyvesi tatlıdır” denilmiştir. Yüce Rabbimiz; “Şüphesiz ki, Allah, sabredenlerle beraberdir.” (Baka-ra:153) buyurmaktadır. Her şeye kötü gözle bakmak, her olayı olumsuzlukla yorumlamak psikolojik bir rahatsızlıktır. Böyle insanlar, kendileri ile birlikte çevresindekileri de huzur- suz ederler. Yaptığı iyiliği ve kendine yapılan kötülüğü unutmasını bilenler, engin hoşgörü sahibi insanlardır. Aile içinde, fertler birbirlerinde eksiklik aramamalı, daima iyi yönlerini görerek, hoş bir ömür geçirmek için çaba sarf etmelidirler. Herkes “benim fikrim doğrudur” dediği zaman hayat karmaşaya döner. Herkesin kendini haklı gördüğü yerde, gerçekte herkes haksızdır. Ailelerde mutluluk, ancak karşılıklı anlayış ve hoşgörüyle sağlanır. Hoşgörülü ve iyimser olmaya en çok aile içinde ihtiyaç duyulmaktadır. Karı-koca birbirine ne kadar anlayışlı davranırsa, o denli birbirleriyle kaynaşır, huzurlu olur ve mutlu bir şekilde şen ve esen yaşarlar. Çiçeğe iyilik yapacağım diye, fazla su verilirse, o çiçek gelişmez. Bir ilacı alırken doz sınırını aşarsanız, o tedavi yerine, tehlike doğurur, zehir halini alır. Öyle sözler vardır ki, ilaç gibidir. Az ve öz olursa çok faydalı, çok ve kalabalık olursa zararlı olur. Evinde eşine-çocuklarına, iş yerinde arkadaşlarına, oturduğu muhitte komşularına, anlayış ve hoşgörü göstermeyen kimseler, yalnız etrafındakileri değil, kendilerini de huzursuz ve mutsuz ederler. Çün-kü “Kötüler gülmez, onlar iyileri ağlatırlar” sözü sanki böylesi insanlar için söylenmiştir. Yasak koymak ve ceza vermek çare değil, uzlaşmacı bir tutum içinde bulunmak asıl gaye olmalıdır. Kendi düşüncesinden başka, hiçbir düşünceye tahammülü olmayan kimseye hoşgörüsüz denir. Hoşgörü, er kişilerin gösterebileceği yüce bir davranıştır. Büyüklerin bile za-man zaman yapmaktan kaçınmadıkları küçük hata ve kusurlar, çocuklar tarafından işlendiğinde, çok büyük bir kabahat olarak telkin edilmemeli, onların yaramaz-lıkları, hataları ve yanlışları yetişkinlerin hoşgörüsü ile tedavi edilmelidir. Ancak, çocuğun her hareketine müsamaha ederek, onun şımarmasına imkân verecek davranıştan da kaçınmak gerekir. Hoşgörü ve anlayış, her türlü çirkinliğe, kabalığa ve olumsuz davranışa göz yummak değildir. Hoşgö-rü, kasıt olmadan bilgisizlik eseri, yanlışlıkla yapılan davranışlara gösterilmelidir. Böyle durumlarda, insa-na yol gösterecek en önemli ışık sevgidir. Bu dünya-da sevgiye en lâyık varlık insandır. Gönlü insan sevgisi ile dolu olanlar, kendilerine yapılan davranışın bilgisizlikten mi? yoksa kasten mi? yapıldığını bilenlerdir. Bugün Mevlâna’nın, Hac-ı Bektaşi Veli’nin veya Yunus Emre’nin çok sevilmesinin sebebinde, onların gösterdiği evrensel anlayış ve hoşgörü yatar. “İncinsen de incitme” sözü bu durumu en güzel bir şekilde ortaya koyar. Onlar, yaşadıkları devirde, insanların gönüllerine girmesini bilmişlerdir. Anadolu’muzda binlerce Alperen, hepsi birer gönül doktoru olmuşlardır. Onların felsefesinde, gönül yapmak ne kadar güzel ise, gönül kırmak da o kadar çirkin sayılmıştır. Hele, yüreği yuf-ka, kırık gönüllere dokunmak, büyük günah olarak görülmüştür. Bu sebeple; asırlar sonra, onlar anılıyor, nesillere aktarılıyorsa, fikirleri çağlar ötesine taşıyorsa, anlayış ve hoşgörülerinin evrenselliğindendir. Sevgili Peygamberimiz, Uhud harbinde hatalı davranışları ile bü- yük faciaya sebep olan arkadaşlarını bağışlamış, Onun bu hareketi Kur’an-ı Kerim’de; “O vakit sen Allah’tan gelen bir bağışlama ile onlara yumuşak davrandın, Şayet kaba ve katı yürekli olsaydın, onlar dağılıp gitmiş olurlardı.” (Ali İmran:159) buyrularak, Hz. Peygamberin gösterdiği hoşgörü övül-müştür. Yine Uhud harbinde, kendisine okla taşla saldıranları bağışlamış, onlar için “Allah’ım onlara doğru yolu göster, onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar” de-mek suretiyle, şefkat ve müsamahanın en güzel örne-ğini göstermiştir. Hz. Mevlana’nın şu evrensel mesajı da altın öğütler şeklinde karşımıza çıkıyor: Cömertlik ve yardım etmekte akarsu gibi ol. Şefkat ve merhamette güneş gibi ol. Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol. Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol. Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol. Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol. Evrensel anlayış ve hoşgörünün, en belirgin ema- resi, tebessümdür. Tatlı bir gülümseme ile bakan pırıl pırıl gözler insana ve karşısındakine güven verir. Gü-ler yüzlü insanlarla anlaşmak her zaman daha rahat ve kolaydır. Gülümseme ve tebessüm masrafı olmayan ucuz bir davranış gibi görünür. Oysa onu herkes satın alıp, kullanmayı beceremez. Vereni fakir yapmaz ama alanı zenginleştirir, tesiri ve hatırası sonsu-za kadar sürebilir. O, sıkıntı ve bunalımlara karşı en tesirli bir ilaçtır. Satın alınmaz, çalınmaz, parayla da elde edilmez. Gülümsemeyi unutmuş, yorgun ve bitkin insanlar, anlayış ve hoşgörüden uzak kalan, çatık kaşlı, asık suratlı tiplerdir. Her insan kalbine yönelip içindeki kirleri, sevgi ve muhabbetle temizlemeye çalışmalıdır. İlk Türk eserlerinden olan Kutadgu Bilig’te ; “Sen, sen ol, işinle ve sözünle her zaman iyilik et. Ma-kam ve mevkini vasıta kılarak etrafındakileri ez-me. Onlara küçümseyici eda ile bakma. Neye ya- rar ki insan? Faydasız olduktan sonra! Ne eti ye-nir, ne derisi giyilir insanın. Sadece; aklı vardır, insanı diğerlerinden ayıran, onu da hayra kullanmazsa, ne farkı kalır, öbür mahlûkattan” diyen, Kaşgarlı Mahmut, insanın çevresindekilere karşı nasıl davranması gerektiğini öğütlüyor. Ben gelmedim dâvi için, Benim işim sevî için. Dostun evi gönüllerdir, Gönüller yapmaya geldim.” diyen Yunus; dostluk üzerine kurulmuş bir sev-gi dünyasının özlemini çekmektedir.