Son zamanlarda, gerek dünyada gerek ülkemizde, gözle görülür bir mutsuzluk hâkim. İnsanlar aidiyet duygusundan uzak, sanki varoluşlarını hızla akan bir haz nehri içinde yitirmiş gibiler. Bir de üstüne, dört bir yandan yükselen “an’da kal” çağrıları… İyi de, kalamıyoruz işte. Zorlamayın.
Hayat yalnızca “şimdi”den ibaret değil. Geçmişin izleri, bugünün gerçekliği ve geleceğin hayalleriyle örülmüş bir bütün. Oysa sosyal medya, bu üç zaman katmanını silip yerine geçici bir “iyi hissetme illüzyonu” koymaya çalışıyor. Ekranda gördüğümüz parlak yüzler, “an’da kal” derken bir yandan da o an’ı paylaşarak takipçiden, beğeniden, reklam gelirinden nemalanıyor. Yani bir nevi “Ben bu an’dan para kazanıyorum, sen de huzur san” diyerek pazarlıyorlar.
Oysa soruyorum:
Hangi insan yalnızca “an’da kalarak” geleceğini inşa etmiş?
Hangi hayal, hangi mücadele sadece bugünde doğmuş ve tamamlanmıştır?
An’da kalmak derin bir felsefe olabilir elbette, ama bu çağda bir pazarlama taktiğine dönüştü. İnsan gerçekten an’da kalacaksa, sosyal medyadan uzaklaşarak, kendiyle baş başa kalarak kalmalı. Kendi geçmişini onarıp, geleceğini tasarlayacak bir zemin yaratmalı. Çünkü varoluş, sadece “şimdi”nin dar sokaklarına sıkışamayacak kadar derin.
Örneğin bir öğretmeni düşünelim… Her sabah sınıfa girerken, kafasında sadece “şu an” olsa, ne geçmiş öğrencilerinin deneyiminden faydalanabilir, ne de gelecek nesiller için umutla plan yapabilir. “Bugünü yaşa” diyerek kendini avutsa, o tahtaya yazdığı hiçbir kelimenin yarına kalıcı bir etkisi olmaz.
Ya da bir anne… Sadece “şimdi”ye odaklansa, çocuğunun geleceği için endişelenmez mi? Uykusuz geceleri, birikmiş yorgunlukları, geleceğe dair kurduğu hayalleri sırf “hazza odaklanmak için” rafa mı kaldırır? Annelik zaten geçmişin izleriyle yoğrulmuş, geleceğe uzanan bir yolculuk değil midir?
Bir de sosyal medyada gördüğümüz o içerik üreticilerini düşünelim… Güneşli bir kafede kahvelerini yudumlarken, “şu an çok mutluyum, anda kalıyorum” diyen kişiler… O kareyi yakalamak için saatlerce poz verdiklerini, aç kaldıklarını, belki de o gün kendilerini berbat hissettiklerini kimse görmüyor. Oysa biz, o tek karelik sahneye bakıp kendimizi yetersiz hissediyoruz. O yapay “an”lara özeniyoruz.
Hayat bir filmse, her sahnesi birbirini tamamlar. Girişsiz bir gelişme, gelişmesiz bir sonuç olmaz. O yüzden sadece “şimdi”yi parlatmak, insanın hikâyesini eksik bırakır. Geçmişimiz travmalarıyla, geleceğimiz bilinmezliğiyle bizimdir. “An” ise yalnızca bir durağıdır o yolculuğun.
Gerçek “an’da kalış” bir iç sessizliktir.
Bunu yaşamak için dijital parıltılara değil, ruhun derinliğine ihtiyaç vardır.
Bazen susmak, bazen düşünmek, bazen hiçbir şey paylaşmamak gerek.
Belki de asıl mesele, “an”ın içinde kaybolmak değil; onu, geçmişimizin yankıları ve geleceğimizin hayalleriyle birlikte anlamlandırabilmek. Çünkü insan bir bütün olarak var olur:
Düştüğü anlarla, kalktığı umutlarla, beklediği mucizelerle…
Ve belki de huzur, her şeyden uzaklaştığımız o sessizlikte değil; kendimize en yaklaştığımız o derin farkındalıkta gizlidir.
An’da kalmak değil, an’ı gerçekten yaşamak… İşte asıl fark burada başlar.