Sevgi ve hoşgörü ikliminin sultanı Hz. Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî´yi, 11-17 Aralık tarihleri arasında düzenlenen Anma Haftası dolayısıyla rahmetle ve şükranla yadediyor; uğruna bir ömür harcadığı sevgi, hoşgörü, barış ve kardeşlik prensiplerinin ülkemize, İslam âlemi ve tüm insanlığa hâkim olmasını diliyorum.
İnsan, toplum içinde doğar, büyür ve her zaman yine insanlarla birlikte yaşar. Bu, onun tabiatının gereğidir. Mademki; hayat, tek başına değil, toplum içinde sürdürülecektir. O halde, diğer insanlarla, iyi ilişkiler içinde bulunmak gerekir. Bu, huzurlu ve mutlu olmanın da temel şartıdır. Hayatın zorlukları içerisinde kendimize ve çevremizdekilere hoşça bakabilmeyi bildiğimiz sürece, hem düştüğümüz yerden kalkmasını bilir, hem de hayat yolculuğuna güçlü bir şekilde devam ederiz.
Her insanın düşünce ve davranışları farklıdır. Dünyada hiçbir insanın sesi, huyu, karakteri, sîması, parmak izi, vs.. bir diğerine benzemediği gibi, inanç ve düşünceleri de benzemez. Bu farklılık sebebiyle; meydana gelebilecek olumsuzlukların giderilmesi için, tarafların bir noktada buluşmaları, başka bir ifade ile ölçülü ve müsamahalı olmaları gerekmektedir.
Ailede, okulda ve iş hayatında birlikte olduğumuz kimselere karşı anlayış göstermemiz, toplum içinde daha çok sevilip sayılmaya ve karşılıklı güven duygularının güçlenmesine sebep olur. Bu da, anlayış ve hoşgörü ile sağlanır. Hoşgörü; bir anlayış biçimidir. Tolerans, müsamaha ve uzlaşmaya da hoşgörü denilmektedir. İnsanlar arası tanışma ve selâmlaşma hoşgörü ile başlar, sevgi ile seyreder. Sevgi ile yaşantısını süsleyemeyen insan, kendisini yalnızlığa iter. İnsanoğlu severek yaşamasını bilmediği ve hoşgörü ile kaynaşamadığı devirlerde hep birbirini boğazlamıştır. Hoşgörülü insan; hangi ırk, hangi din, hangi mezhep ve hangi sınıftan olursa olsun, insan-ı kâmil sıfatıyla yaşayandır. Tarih boyu sevilen bütün gönül adamları ve halk dostları hoşgörüyü kendilerine ilke yapmışlardır. Yunus Emre´nin şu evrensel deyişiyle; Yaratılanı yaratandan ötürü hoş görmeyi bilmek, büyük bir erdemdir. Çünkü toplumun seven ve sevilen insanları, evrensel anlayışı benimsemiş, güzel ahlâklı ve engin hoşgörüsü olan insanlardır. Bu, olgunluğun göstergesidir. İnsanları tasnife tabi tutmadan, menfaat ve çıkar gözetmeden sevebiliyorsak, işte bu en büyük erdemdir.
Hoşgörülü insan; sövene dilsiz, dövene elsizdir. O, yetmiş iki buçuk millete aynı gözle bakar. Böyle insanlar bilirler ki; hoşgörüde, kâinatın güzelliği gizlidir. Allah sevgisi, Peygamber sevgisi ve insan sevgisi vardır. “Ne olursan ol, yine gel” diyen, Mevlana hayatının her anında çok alçak gönüllü idi. Büyük küçük, âlim cahil, Müslüman Hristiyan, halktan hükümdarlardan herkese ve her kesime tevazuyla yaklaşırdı. Hayatında kibir, gurur ve kendini beğenmişlik asla görülmedi. Mevlana, bu engin tevazuyla bazen Hristiyanları da ziyaret ederdi. Konya yakınlarındaki bir manastıra gidip orada rahiplerle sohbet etmiştir.
İşte o din adamlarından biriyle Konya çarşısında karşılaştı. Papaz, Mevlâna´yı görünce büyük bir hürmetle eğilerek, saygıyla selamladı. Mevlana ise daha çok eğilerek papazın selamına karşılık verdi. Papaz doğrulunca baktı ki Mevlâna hâlâ eğilmiş haldedir.
Hiç beklemediği bu tavırdan dolayı şöyle dedi:
“Ey din sultanı, bu ne kadar tevazu, ne kadar gönül alçaklığı? Benim gibi bir rahibe bu saygı, değer mi?”
Mevlana, bu soruyu şöyle cevaplandırdı:
“O kimse ne mutludur ki Allah onu malla, güzellikle, şerefle ve itibarla üstün kıldı da o kimse malıyla cömertlik yaptı, güzelliğiyle iffetini korudu, şeref ve itibar sahibi olduğu hâlde alçak gönüllü oldu.” Buyuran Hz. Muhammed Efendimiz (s.a.v), bizim sultanımızdır.
“Böyle bir peygamberin ümmetinden olduğum için, Allah´ın kullarına nasıl alçak gönüllü davranmam? Niçin kendi küçüklüğümü belirtmeyeyim? Eğer bunu yapmazsam neye ve kime yararım?” Mevlana´nın bu açıklamaları üzerine papaz, hemen oracıkta Müslüman oldu. Bir süre sohbet edip ayrıldılar.
Mevlana, medresesine gelince oğlu Baheddin Veled´e dedi ki:
“Bahaeddin, bugün bir rahip, bizim tevazuumuzu elimizden almaya çalıştı. Fakat Allah´a hamdolsun ki O´nun lütfu ve Efendimizin yardımıyla biz tevazuumuzu ona kaptırmadık!”
13. asırda Mevlâna´nın sergilediği insan sevgisi ve hoşgörüsünü bugün birçoğumuz yakalayabilmiş değiliz. O, farklı din ve milletlerden insanlara dahi el uzatarak evrensel anlayışı çağlar ötesine aktarıyordu.
Hoşgörüden maksat; kusurları büyütmeden örtmek, yapılan iyilikleri başa kakmamak, karşılık beklememek, mazluma yardımcı olmaktır. Kendisi için hoşlanmadığı bir şeyi başkalarına reva görmemek, eliyle ve diliyle hiçbir insanı incitmemektir. Yoksa cemiyetin tahribine, emniyet ve huzurun yok edilmesine, can, mal ve mukaddes değerlerin zedelenmesine göz yummak hoşgörü değildir. Bunlara karşı çıkıp, müdahale etmek lazımdır. Çünkü iyiliğin en güzeli, kötülerin kötülük yapmasına engel olmaktır.
Toplumsal havayı kokladığımızda iki temel duygunun yaygınlaştığını görürüz. Bunlar; zenginlerde merhametsizlik, fakirlerde ise hasettir. Kıskançlık, haset ve çekememezlik anlayış ve hoşgörüye de engeldir. İnsanlar dünya arenasında birbirleriyle yarış ve rekabet halindedirler. Bu mücadele, ekonomik, sosyal, kültürel ve birçok alanda yapılmaktadır. Sahasında muvaffak olmuş, başarılı kimseler takdir ve tebrik edilmeli, başarılı olamayanlar, onlara gıpta ile takdirlerini sunmalıdırlar. Aksi halde kaybedenler, gerekli hoşgörüyü göstermeyerek, kıskançlık gibi bir duyguya kapılırlarsa, bu durum millet ve memleket için hayırlı sonuçlar vermez. Halkı eğiten, fikirleriyle topluma ışık tutan ilim adamlarımız ile ürettikleri malları dünya pazarlarına sunan sanayici ve iş adamlarımız teşvik edilerek, alkışlanmalıdırlar. İçinde yaşadığımız cemiyette karşılaştığımız olaylar, her zaman bizim istediğimiz şekilde gelişmez. Zaman zaman bir takım terslikler, olumsuzluklar bizi hayli sıkıntıya sokar. Böyle durumlarda aklı ön plana getirerek, temkinli ve hoşgörülü bir şekilde olayları tahlil ettiğimizde mutlak kazançlı çıkacağımız aşikârdır. Aksine, hiddet ve öfke ile olayların üzerine gidildiğinde, hiçbir menfaat sağlamayacağı gibi, daha çok problemlerle karşılaşmak mümkün olabilir. Bunun için; “Sabır acıdır, ama meyvesi tatlıdır” denilmiştir. Yüce Rabbimiz; ”Şüphesiz ki, Allah, sabredenlerle beraberdir.” (Bakara:153) buyurmaktadır.
Her şeye kötü gözle bakmak, her olayı olumsuzlukla yorumlamak psikolojik bir rahatsızlıktır. Böyle insanlar, kendileri ile birlikte çevresindekileri de huzursuz ederler. Yaptığı iyiliği ve kendine yapılan kötülüğü unutmasını bilenler, engin hoşgörü sahibi insanlardır. Aile içinde, fertler birbirlerinde eksiklik aramamalı, daima iyi yönlerini görerek, hoş bir ömür geçirmek için çaba sarf etmelidirler. Herkes benim fikrim doğrudur, dediği zaman hayat karmaşaya döner. Herkesin kendini haklı gördüğü yerde, gerçekte herkes haksızdır. Ailelerde mutluluk, ancak karşılıklı anlayış ve hoşgörüyle sağlanır. Hoşgörülü ve iyimser olmaya en çok aile içinde ihtiyaç duyulmaktadır. Karıkoca birbirine ne kadar anlayışlı davranırsa, o denli birbirleriyle kaynaşır, huzurlu olur ve mutlu bir şekilde şen ve esen yaşarlar. Çiçeğe iyilik yapacağım diye, fazla su verilirse, o çiçek gelişmez. Bir ilacı alırken doz sınırını aşarsanız, o tedavi yerine, tehlike doğurur, zehir halini alır. Öyle sözler vardır ki, ilaç gibidir. Az ve öz olursa çok faydalı, çok ve kalabalık olursa zararlı olur.
Evinde eşine-çocuklarına, iş yerinde arkadaşlarına, oturduğu muhitte komşularına, anlayış ve hoşgörü göstermeyen kimseler, yalnız etrafındakileri değil, kendilerini de huzursuz ve mutsuz ederler. Çünkü “Kötüler gülmez, onlar iyileri ağlatırlar”sözü sanki böylesi insanlar için söylenmiştir. Yasak koymak ve ceza vermek çare değil, uzlaşmacı bir tutum içinde bulunmak asıl gaye olmalıdır. Kendi düşüncesinden başka, hiçbir düşünceye tahammülü olmayan kimseye hoşgörüsüz denir. Hoşgörü, er kişilerin gösterebileceği yüce bir davranıştır. Büyüklerin bile zaman zaman yapmaktan kaçınmadıkları küçük hata ve kusurlar, çocuklar tarafından işlendiğinde, çok büyük bir kabahat olarak telkin edilmemeli, onların yaramazlıkları, hataları ve yanlışları yetişkinlerin hoşgörüsü ile tedavi edilmelidir. Ancak, çocuğun her hareketine müsamaha ederek, onun şımarmasına imkân verecek davranıştan da kaçınmak gerekir.
Hoşgörü ve anlayış, her türlü çirkinliğe, kabalığa ve olumsuz davranışa göz yummak değildir. Hoşgörü, kasıt olmadan bilgisizlik eseri, yanlışlıkla yapılan davranışlara gösterilmelidir. Böyle durumlarda, insana yol gösterecek en önemli ışık sevgidir. Bu dünyada sevgiye en lâyık varlık insandır. Gönlü insan sevgisi ile dolu olanlar, kendilerine yapılan davranışın bilgisizlikten mi? yoksa kasten mi? yapıldığını bilenlerdir. Bugün Mevlâna´nın, Hac-ı Bektaşi Veli´nin veya Yunus Emre´nin çok sevilmesinin sebebinde, onların gösterdiği evrensel anlayış ve hoşgörü yatar.“İncinsen de incitme” sözü bu durumu en güzel bir şekilde ortaya koyar. Onlar, yaşadıkları devirde, insanların gönüllerine girmesini bilmişlerdir. Anadolu´muzda binlerce Alperen, hepsi birer gönül doktoru olmuşlardır. Onların felsefesinde, gönül yapmak ne kadar güzel ise, gönül kırmak da o kadar çirkin sayılmıştır. Hele, yüreği yufka, kırık gönüllere dokunmak, büyük günah olarak görülmüştür. Bu sebeple; asırlar sonra, onlar anılıyor, nesillere aktarılıyorsa, fikirleri çağlar ötesine taşıyorsa, anlayış ve hoşgörülerinin evrenselliğindendir. Sevgili Peygamberimiz, Uhud harbinde hatalı davranışları ile büyük faciaya sebep olan arkadaşlarını bağışlamış, Onun bu hareketi Kur´an-ı Kerim´de; “O vakit sen Allah´tan gelen bir bağışlama ile onlara yumuşak davrandın, Şayet kaba ve katı yürekli olsaydın, onlar dağılıp gitmiş olurlardı.” (Ali İmran:159) buyrularak, Hz. Peygamberin gösterdiği hoşgörü övülmüştür. Yine Uhud harbinde, kendisine okla taşla saldıranları bağışlamış, onlar için “Allah´ım onlara doğru yolu göster, onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar” demek suretiyle, şefkat ve müsamahanın en güzel örneğini göstermiştir. Hz. Mevlana´nın şu evrensel mesajı da altın öğütler şeklinde karşımıza çıkıyor:
Cömertlik ve yardım etmekte akarsu gibi ol.
Şefkat ve merhamette güneş gibi ol.
Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol.
Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol.
Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol.
Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol.
Evrensel anlayış ve hoşgörünün, en belirgin emaresi, tebessümdür. Tatlı bir gülümseme ile bakan pırıl pırıl gözler insana ve karşısındakine güven verir. Güler yüzlü insanlarla anlaşmak her zaman daha rahat ve kolaydır. Gülümseme ve tebessüm masrafı olmayan ucuz bir davranış gibi görünür. Oysa onu herkes satın alıp, kullanmayı beceremez. Vereni fakir yapmaz, ama alanı zenginleştirir, tesiri ve hatırası sonsuza kadar sürebilir. O, sıkıntı ve bunalımlara karşı en tesirli bir ilaçtır. Satın alınmaz, çalınmaz, parayla da elde edilmez. Gülümsemeyi unutmuş, yorgun ve bitkin insanlar, anlayış ve hoşgörüden uzak kalan, çatık kaşlı, asık suratlı tiplerdir. Her insan kalbine yönelip içindeki kirleri, sevgi ve muhabbetle temizlemeye çalışmalıdır.
İlk Türk eserlerinden olan Kutadgu Bilig´te ; “Sen, sen ol, işinle ve sözünle her zaman iyilik et. Makam ve mevkini vasıta kılarak etrafındakileri ezme. Onlara küçümseyici eda ile bakma. Neye yarar ki insan? Faydasız olduktan sonra! Ne eti yenir, ne derisi giyilir insanın. Sadece; aklı vardır, insanı diğerlerinden ayıran, onu da hayra kullanmazsa, ne farkı kalır, öbür mahlûkattan” diyen, Kaşgarlı Mahmut, insanın çevresindekilere karşı nasıl davranması gerektiğini öğütlüyor.
Ben gelmedim dâvi için, Benim işim sevî için.
Dostun evi gönüllerdir, Gönüller yapmaya geldim.”
Diyen Yunus; dostluk üzerine kurulmuş bir sevgi dünyasının özlemini çekmektedir.