Günümüzdeki insanların birçoklarının ırkçılık konusunda büyük yanlışlılara düştüklerini üzülerek müşahede ediyoruz. Tabii ki başlangıçta temel olarak şu bilgileri paylaşmalıyım diye düşünüyorum. Herkes yaratılmış olduğu konumundan öncelikle memnun ve mutlu olmalı, hatta bundan şeref duymalıdır. Herkes hangi ırka mensup ise onu çok rahat söyleyebilmelidir. Mesela ben Türk´üm, ben Arab´ım, ben Alman´ım demek gibi... Ancak; burada karıştırılan ve yanlış yorumlanan en can alıcı nokta ise farklı ırklardan oluşumuzun bir üstünlük vasfı olarak anlaşılması ve görülmesidir. Halbuki üstün bir ırk yoktur. Bütün ırklar Alemlerin Rabbi tarafından yaratılmıştır. Hz. Adem (a.s) ve Hz. Havva´dan çoğalan insanlar, yeryüzünde çeşitli renk ve dilde küçüklü büyüklü topluluklar oluşturmuşlardır. Hücurat süresi 13.ayeti kerimede: “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O´ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz ki Allah bilendir, her şeyden haberdardır” buyurulmuştur. Küçükten büyüğe, kabileden millete varıncaya kadar farklılık gösteren bu oluşumun temel sebebinin kitlelerin birbirini tanıyıp, anlaşmak ve kaynaşmak olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Esasen bu şekilde farklı ırklardan, kabilelerden oluşumuz daha çok tanışıp bilişmemiz, anlaşmamız ve kaynaşmamız içindir. Yani soy-sop ile övünmek yerine, birleşip bütünleşmek öngörülmüştür. Hiç birimiz kendi cinsiyetini, ırkını tercih ederek dünyaya gelmiş değiliz. Dolayısıyla tercihimizin olmadığı malumken, bunu bir üstünlük vasfı olarak da değerlendiremeyiz. Bir gün Resûl-i Ekrem (s.a.s)´in müezzini Bilâl-i Habeşi ve sahabeden Ebû Zer el-Gıfârî (r.a) tartışmışlardı. Tartışma esnasında Ebû Zer, siyahî olan annesinden dolayı Hz. Bilâl´i küçümseyip ayıplamıştı. Buna oldukça üzülen ve içerleyen Hz. Bilâl, Allah Resûlü´ne bu durumu şikâyet etmişti. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.s) Ebu Zer el-Gıfari´yi çağırarak ona şöyle serzenişte bulundu: “Ey Ebû Zer! Bilal´i siyahi annesinden dolayı mı küçümsüyor ve ayıplıyorsun? Demek ki sen, kendisinde hâlâ cahiliyeden kalıntı bulunan bir kimsesin.”(Müslim, Eymân, 38) Cahiliye döneminde insanlar etnik kökeni, mensup oldukları kavim ve kabileleriyle övünürlerdi. Haksız da olsa kabilesini savunur, kendilerini başkalarından üstün görürlerdi. Irk ve renginden dolayı insanlar hor ve hakir görülür, toplumdan dışlanır ve aşağılanırlardı. Yüce Dinimiz İslam´ın en önemli özelliklerinden biri, bir ırkın başka bir ırka, bir grubun veya topluluğun bir başka grup veya topluluğa üstünlük taslamasını ortadan kaldırmış olmasıdır. Hz. Âdem ile Hz. Havva´nın çocukları olmakta eşitlenen insanların, soy ve soplarını, etnik kökenlerini esas alarak birbirlerine karşı üstünlük iddiasında bulunmalarına İslam asla cevaz vermemiştir. Hak ve hakikat, şeref ve üstünlük, mensup olduğumuz ırka, soy ve sopa göre değil, Yüce Yaradanın göndermiş olduğu dine, Kitaba, ahlak, fazilet ve erdeme göre şekillenir. İnsanı, Allah katında üstün ve değerli kılan ve de ahiret saadetine ulaştıracak olan husus ait olduğu ırk, mensup olduğu soy, sahip olduğu ten rengi, konuştuğu dil değildir. Kişinin üstünlüğü, her daim Allah´a karşı kulluk ve sorumluluk bilinci taşımasında ve bu bilinci hayat süreçlerine dahil etmesindedir. Buna göre kim Allah´a iman eder, O´nun emirlerine uyar, yasaklarından kaçınır ve iyi işler yaparsa, o insan takva sahibidir. Peygamberimiz (s.a.s)´in ifadesiyle “Tutum ve davranışları kendisini geri bırakan kimseyi, soyu sopu, kabilesi ileriye götürmez.(Tirmizî, Kıraat, 10) Bir başka ifadeyle erdemsiz insanı mensup olduğu soy, ait olduğu etnik köken Allah katında erdemli kılmaz. Kıyamet günü insanlar ırklarından veya kabilelerinden değil, inanç ve amellerinden hesaba çekileceklerdir. Onların bedenlerine ve mallarına değil, kalplerine ve amellerine bakılacaktır.(Müslim, Birr ve sıla,34) İnsanlar Allah´ın huzuruna geldiklerinde herkes kendi ameliyle baş başa kalacak, soy sopun hiçbir önemi olmayacaktır. (Mü´minûn, 23/101) Peygamberimiz (s.a.s) bu gerçeği Veda Hutbesinde şöyle dile getirmiştir: “Ey insanlar! Şunu iyi bilin ki, Rabbiniz birdir, atanız birdir. Arab´ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arab´a, beyazın siyaha, siyahın da beyaza üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvadadır.” (İbn Hanbel, V, 411) Üstünlük elbette ki Takvadadır. Yaşayış ve davranışların güzel olması ile insanlar birbirlerine üstünlük sağlayabilirler. İman eden, imanının gereği güzelce salih amel işleyen bir Müslümanın ırkı, rengi ve cinsiyeti ne olursa olsun o üstündür. Bu nedenle din olarak İslam´ı kabul eden hiçbir Müslüman asla ırkçılık yapamaz. Bugün İslâm kardeşliğinin önündeki en büyük engellerden biri ırkçılık ve ayrımcılık zihniyetidir. Bu zihniyet, bazen kendi ırkını, soyunu, kabilesini, rengini üstün görme şeklinde tezahür etmektedir. Bazen de kendi mezhebini, meşrebini, ideolojisini üstün görme şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bu anlayış, dostluk ve kardeşliğin yerine kin ve nefreti, adalet ve merhametin yerine zulüm ve haksızlığı, birlik ve beraberliğin yerine tefrika ve ayrımcılığı getirir. Unutmayalım ki ilk defa üstünlük iddiasında bulunan; “Ben ateşten yaratıldığım için topraktan yaratılan Âdem´den daha üstünüm” diyen ve Allah´ın emrine karşı gelen şeytandır. Irkçılık, esasında hem insanlığa karşı işlenen bir suç hem de Allah´a karşı bir saygısızlıktır. Bu nedenledir ki Dinimiz İslâm, bağnazlık, asabiyet ve ırkçılığı tüm unsurlarıyla reddetmiştir. Hal böyleyken, bu cahiliye anlayışı sebebiyle tarih boyunca İslâm coğrafyasında düşmanlık ve husumet, kin ve nefret, kan ve gözyaşı hiç eksik olmamıştır. Üzülerek ifade edelim ki bugün de aynı dine, aynı kitaba, aynı peygambere iman eden Müslümanlar arasında mezhebini, meşrebini, ırkını, ideolojisini rahmet dini İslâm´ın önüne geçirme tuğyanına kapılanların sayısı hiç de az değildir. Oysa Peygamberimiz (s.a.s), ırkçılık duygularıyla hareket ederek İslâm toplumundan ayrılan, asabiyet duygusuyla savaşan ve bu dava uğrunda mücadele ederken ölen kimsenin bu ölümünü “Câhiliye ölümü”(Müslim, İmare, 57) olarak nitelendirmiştir. O halde gelin, zihin ve gönül dünyamızı İslâm´ın yüce hakikatleriyle tezyin edelim. Kendimizi dinimizin onay vermediği bağnazlık, asabiyet ve ırkçılığa asla mahkûm etmeyelim. Irkçılığın, Kur´an´a, Peygambere gönül veren müminlere yakışmadığını bilelim. Peygamberimiz (s.a.s)´in “Irkçılık, zalim de olsa kendi kavmine arka çıkmandır”(Ebû Dâvud, Edeb, 111) hadis-i şerifini hiçbir zaman unutmayalım. Irkçılık şeytandandır. İlk ırkçı da şeytandır. Allah (c.c.) şeytana Adem´e secde etmesini emredince; Ya Rabbi beni ateşten, Adem´i de topraktan yarattın, ben Adem den üstünüm. O´na secde etmem diyerek kendi üstünlüğüne inanmış, cennetten de kovulmuş ve lanetlenmiştir. Peygamberimiz (s.a.v) de bu konuda bizleri şu hadis-i şerifte bizleri kesin bir dile uyarmıştır: “Irkçılığa çağıran bizden değildir. Irkçılık davası uğruna savaşan bizden değildir. Irkçılık davası uğruna ölen de bizden değildir” (Ebu Davud, Edeb 111-112) Bu duygu ve düşüncelerle kavimler ve kabileler halinde yaratılmamızın, dillerimizin ve renklerimizin farklı farklı oluşunun hikmetini kavramaya çalışalım. Bütün insanları Hz. Âdem´in çocukları olarak görelim. Herkesi hilkatte eş dinde kardeş kabul edelim. |