Anadolu’nun manevi ikliminin şekillenmesinde rol oynayan ve bütün parlaklığı ile asırları aşarak ünü günümüze ulaşan bir Peygamber sevdalısı da Süleyman Çelebi’dir. O yazdığı ünlü Mevlid-i Şerif kaside- sinde Peygamberimize olan sevgi ve muhabbetini dile getirmiştir. Bugün Anadolu’da ve özellikle Türklerin yaşadığı her yerde bu Mevlid-i Şerif bahirleri, asker uğurlamalarında, bebek doğum mevlidlerinde, do-ğum günlerinde, evlenme düğünlerinde ve cenazelerin arkasından yapılan merasimlerde ve daha bir çok yerde yıllardan beri Kur’an tilavetinin yanında bir gelenek halinde okunmaktadır. Bu durum, bizim Millet olarak Peygambere olan sevgi ve muhabbetimizin göstergelerinden birisi olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Peygamber Efendimizin köle olarak satılırken, parasını vererek serbest bıraktırdığı Yemenli Sevban’ın durumu da bizim için önemli bir örnektir. Peygamberimizin kölelikten efendiliğe yücelttiği, insanların en şereflileri arasına kattığı ve Ehl-i Beyt’inden saydığı bahtiyar zatlardan birisi de Hz. Sev¬bân’dır (r.a.). Hz. Sevbân aslen Yemenli’ydi. Esir olarak satılıyordu. Peygamberimiz esaret parasını vererek onu hürriyetine kavuşturdu, sonra da serbest bıraktı. Fakat Hz. Sevbân, engin şefkat deryası olan Resûl-i Ekrem’e (a.s.m.) bir anda ısınmıştı. Ondan ayrılmak istemedi. Bunu fark eden Peygamberimiz, kendisine şu teklifte bulundu: “İstersen ailenin yanına dön, onlarla ya-şa; istersen bizimle, Ehl-i Beyt’imizin arasında bulun.” Bu, Hz. Sevbân’ın dört gözle beklediği bir teklif- ti. Hiç düşünmeden, Kâinatın Efendisi’yle beraber kalmayı kabul etti. (Üsdü’l-Gàbe, 1: 249.) Hz. Sevbân böylece Peygamber ailesinin hizmetinde bulunma şerefine erdi. Aynı zamanda Peygamberimizin hususi hizmetkârlık vazifesini de yürüttü. Akıllı, dirayetli ve zeki bir insandı. Peygamberimizin her emrine koşar, her işini görür ve en mükemmel şekilde isteklerini yerine getirirdi. Hz. Sevbân, Resûlullah’tan ayrı kalmaya hiçbir zaman dayanamayan bir Peygamber âşığıydı. Çeşitli hizmetler dolayısıyla ba- zen Resûlullah’tan ayrı kaldığı olurdu. Bir gün perişan bir hâlde Resûl-i Ekrem’in huzuruna geldi. Rengi uçmuş, vücudu zayıflamış, simasında hüzün ve keder belirtileri noktalanmıştı. Onu bu vaziyette gören Peygamberimiz, hâlini sordu: “Neyin var, hasta mısın, ey Sevbân ?” Hz. Sevbân derdini şöyle anlattı: “Ne hastalığım ne de ağrım var. Hiçbir şeyim yoktur, yâ Resûlallah! Biz huzuruna gelip gittikçe cemaline bakıyor, yanında oturuyor, sohbetinde bulunuyoruz. Ancak sizi görmediğim zamanlar muhabbetim artıyor, sana kavuşuncaya kadar kederden bunalıyorum! Sonra ahireti hatırlıyorum ve orada sizi görememekten korkuyorum! Çünkü siz cennette diğer peygamberlerle beraber yüksek makamlarda bulunacaksınız. Ben ise cennete girsem bile senin derecenden aşağı makamlarda bulunacağımdan dolayı, sizi orada görememekten endişe ediyorum…” Hz. Sevbân’ı dinleyen Peygamberimiz ona cevap vermeye hazırlanırken hemen Cebrâil (a.s.) geldi ve şu âyeti okudu: “Kim Allah’a ve peygamberlere itaat ederse, işte onlar Allah’ın nimetine eriştirdiği peygamber-lerle, dosdoğru olanlarla, şehitler ve salih kimselerle beraberdir. Onlar ne iyi arkadaştırlar!” (Nisâ Sûresi, 69.) (Asr-ı Saadet, 3: 387; Müstedrek, 5: 481.) Peygamberimiz hayatta olduğu müddetçe Hz. Sevbân hizmetinden ayrılmadı. Bütün ömrünü Resûlullah’ın uğrunda feda etti. Bunun mükâfatını da dünyadayken alma bahtiyarlığına kavuştu. Yukarıda zikredilen hadisle cennete hak kazandığı gibi aynı zamanda Ehl-i Beyt’ten de sayıldı. Hz. Sevbân’ın da bulunduğu bir sırada Peygamberimiz, ailesi için dua ediyordu. Hz.Sevbân, “Ya Resülullah, ben de Ehl-i Beyt’ tenim.” dedi. Bu sözü üç defa tekrarlayınca Peygamberimiz kendisini kabul ederek, “Evet sen de bizdensin; fakat kimsenin kapısına dikilmemek ve kimseden bir şey istememek şartıyla!” buyurdu.(İsâbe,1:204.) Çünkü başkasından sadaka kabul etmek ve minnet altına girmek Ehl-i Beyt’e yakışmayan bir sıfattı. Hz. Sevbân, Peygamber ailesinden sayıldığını duyunca dünyalar kendisinin oldu. Bütün hayatı boyunca da Peygamberimizin bu tavsiyesine riayet etti. Peygamberimiz irtihâl edince Hz. Sevbân Medine’de ancak üç gün kalabildi. Nereye baksa Peygamberimizi hatırlıyor, ayrılığa dayanamıyordu. O da Hz. Bilâl-i Habeşî gibi Medine’den ayrıldı. Şam bölgesine gitti, Remle’ye yerleşti. Daha sonra Mısır’ın fethine katıldı. Son senelerini Humus’ta geçirdi. Hicret’in 54. senesinde de vefat etti. Allah ondan razı olsun! Hudeybiye Antlaşması’nda müşrikleri temsil eden Urve b. Mes’ud, ashâbın Efendimiz (as)’e olan sevgilerini Mekkeli müşriklere şöyle anlatmıştır: “Ey ahali! Şimdiye kadar birçok padişahın huzurunda bulundum. Rum İmparatoru Kayser, İran Hükümdarı Kisrâ,Habeşistan Kralı Necâşî ile görüştüm. Bu saydıklarımın hiçbirinin yakınları, Muhammed’in ashâbının O’na gösterdikleri saygıyı kendi hükümdarlarına göstermiyorlardı.” (Buharî, Şurût, 15.) Talha b. Ubeydullah (ra) Uhud Savaşı’nda Resulullah’ın uğrunda çolak kalmıştı. O’nun için bırakın elini, canını bile verirdi. Müşrik okçulardan keskin nişancı Malik b. Züheyr, Resûlullah(sas)’a bir ok atmıştı. Talha b. Ubeydullah (ra), okun Resûlullah (sas)’a isabet edeceğini anlayınca, O’nu korumak için elini oka karşı tuttu. Ve eli çolak kaldı.” Ashâb-ı Kiram için Efendimizle geçen her bir sani-ye dünyada bulunan tüm nimetlerden daha önemliy-di. O’nun vefatıyla bu nimetten mahrum kalmışlar; hep bir özlem ve hasret içerisinde yaşamışlardı. Hz. Bilâl (ra), Resûlullah’ın irtihalinden sonra her nereye gittiyse, O’nun (as) geçtiği yerleri görüyor, O’nunla geçirdiği günler, gözlerinin önünden hiç kaybolmuyor, bu yüzden Medine sokakları ona dar geliyordu. Bu sebeple Hz. Ebû Bekir’den (ra) izin alıp Şâm’a hicret etti. Bir gece rüyasında Resûlullah’ı gördü. Efendimiz ona: “-Ey Bilâl bu cefâ nedir, Beni ziyâret etme vaktin gelmedi mi?” buyurdular. Bunun üzerine Hz. Bilâl, büyük bir heyecanla yatağından fırlayarak hiç vakit kaybetmeden devesine bindi ve Medine’nin yolunu tuttu. Nebî’nin mübarek kabrini ziyaret etti. Efendimizin torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in (r.anhüma) yanlarına vararak onları bağrına bastı. Aşkından deli divane olduğu Hz. Peygamber’in râyihasını, onlardan doya doya kokladı. Onlar da bu fırsatı kaçırmadı ve Hz. Bilâl (ra)’den, biricik dedeleri sağken okuduğu gibi bir ezan okumasını istediler. Yüreği yanık Hz. Bilâl onların bu isteklerini geri çeviremedi, mescidin üzerine çıktı. İslam’ın o ilk yıllarında ezan okurken durduğu yerde ve fakat bu sefer Resûlullah’ın huzuru manevîsinde ezanını okudu. Bilâl’in sesine hasret Medineli Müslümanlar onun sesini işitince, “Yoksa Resûlullah mı dirildi?” diye mescide doğru ağlayarak ve feryadü figan ederek koşmaya başladılar. Hz. Bilâl (ra)’in ezanı devam ettikçe halkın gözyaşları da artarak devam etti. Medi-ne sokakları o ana kadar bu denli bir gözyaşına şahit olmamıştır. Ashâb-ı Kirâm’ın Resûlullah’a olan muhabbetlerini ifade eden örnekleri çoğaltmak mümkündür. Onlar için Efendimizle beraber olmak, dünya hayatında imandan sonra elde edilebilecek en büyük nimettir. Bu nimetin şükrünü onlar gerçekten çok güzel bir şekilde yerine getirmişlerdir. Bu sevgiden bizim hissemize düşen nedir, acaba? Bugün Resûlullah hayatta olmadığına göre sünnetini öğrenmek suretiyle O’nu kendimize rehber edinebiliriz. Hz. Peygamber, bizim için ve bütün insanlık için her bakımdan ideal bir örnek, ideal bir insan modelidir. Adı anıldığında O’na salât-ü selam getirmeliyiz. Ayrıca Peygamberimize hürmeten ve yaptıkları hizmetlerden dolayı O’nun hane halkına ve ashâbına da sevgi, saygı ifadeleri kullanmalı ve duada bulunmalıyız. Bu vesile ile Yüce Rabbimizden niyazımız şudur: “Ey Rabbimiz! Bize seni sevmeyi, senin sevdiklerini sevmeyi, kullarından en sevilene tabi olup O’nun gibi yaşamayı nasip et. Bizi, Senin sevginden, Habîbi’nin sevgisinden mahrum bırakma. Bizi sevdiklerinin zümresine dâhil eyle!” Amin!