İhlâsın yerini gösteriş, samimiyetin yerini riya almışsa, sağ elimizin verdiğini sol elimizin bilmemesi gereken fedakârlıklarımızı herkes biliyorsa, o vakit sadakalarımız Rabbimize sadakatimizi ifade etmekten çok uzak demektir. Gösteriş malzemesi yapılan sadakalar ömrümüze bereket getirmekten ziyade bizi çoraklaştır. Riya ve gösterişle safiyetini kaybeden ameller, Rabbimizin ifadesiyle: “Ey iman edenler! Allah’a ve ahiret gününe inanmadığı halde malını gösteriş için harcayan kimse gibi, başa kakmak ve incitmek suretiyle, yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarmayın. Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan düz kayaya benzer ki, sağanak bir yağmur isabet etmiş de onu çıplak pürüzsüz kaya haline getirivermiştir. Bunlar kazandıklarından hiçbir şeye sahip olamazlar. Allah, kâfirleri doğru yola iletmez.” 11-(Bakara, 2/264). Halis ameller, ayeti Kerime’de de ifade edildiği gibi riya ve gösteriş arzusu ile “desinler diye” yapılarak kirletildiğinde anlamını kaybeder, samimiyet olmadan değerler değerini yitirir. Samimiyete dayanmayan, sadece gösteriş için yapılan ibadetlerin ve güzel davranışların Allah katın-da hiçbir değeri bulunmadığını Peygamber Efendimiz (s.a.v) ibretli bir misalle ortaya koymuştur: "Kıyâmet gününde aleyhinde ilk hükmedilen insanlar şunlardır: Birincisi şehîd edilen kimsedir. O Allah`ın huzuruna getirilir. Allah kendisine olan nimetleri-ni anlatır. O da, bunları itiraf eder. Cenâb-ı Hakk: -Öyleyse bunlara karşı ne yaptın? diye sorar. Adam: -Yâ Rabbî! Senin uğrunda şehîd edildim" der. Allah buyurur ki: -Yalan söyledin! Sen, yalnızca cür`etli ve cesur denilsin diye harbettin. Gerçekten öyle de denildi." (Sonra) onun hakkında emredilir ve ateşe atılıncaya kadar yüzüstü sürüklenir. İkincisi ilim öğrenen, başkalarına da öğreten, ayrıca Kur`an da okuyan adamdır. O huzura getirilir. Allah kendisine olan nîmetlerini anlatır. O da itiraf eder. Cenâb-ı Hakk: "-Bunlara karşı ne yaptın?" diye sorar. Adam: "-İlim tahsîl ettim. Onu başkalarına da öğrettim. Senin uğrunda Kur`an da okudum." der. Allah buyurur ki: "-Yalan söyledin! Sen ilim öğrendin, ancak âlim denilsin diye; Kur`an okudun, ancak o karîdir, kırâat ehlidir denilsin diye. Hakîkat öyle de denildi." Sonra hakkında emrolunur ve ateşe, yani cehenneme atılıncaya kadar yüzüstü sürüklenir. Üçüncüsü Cenâb-ı Hakk`ın kendisini genişlettiği, malın her çeşidinden verdiği adamdır. O getirilir. Allah ona olan nîmetlerini anlatır. O da bunları itiraf eder. Cenâb-ı Hakk: "-Öyleyse bunlara karşı ne yaptın?" diye sorar. Adam: "-Hakkında infak edilmesini emir buyurduğun hiçbir yol bırakmadım. Malımı ancak senin yolun-da harcadım." der. Cenâb-ı Hakk buyurur: "-Yalan söyledin! Onları ancak cömerttir denilsin diye yaptın. Nitekim öyle de denildi." Sonra hakkında emredilir ve cehenneme atılıncaya kadar yüzüstü sürüklenir." 12-(Müslim, İmâre 152). Bu Hadîs-i Şerîf, ihlâsın, samimiyetin, amellerin Allah katındaki kabul şartı olduğunu açık bir şekilde göstermektedir. Amellerde Allah`ın rızâsı olmadıkça zâhiren Allâh yolunda ölmek, ilim tahsîl etmek ve infakta bulunmak gibi en makbûl olan ameller bile sahibine hiçbir fayda sağlamamaktadır. Cömert desinler diye infakta bulunan, alim desinler diye ilim tahsil eden, kahraman desinler diye savaşan kimsenin çabasının hiçbir kıymeti yoktur. Hatta sahte niyetlerle yapılan sahte amellerinden ötürü bu kimseler, ahrette hüsrana uğrayacaklardır. Çünkü ihlâsı, samimiyeti bilmeyene insanlar “âlim” deseler de hakiki cahil odur. Gönlünü Rabbinin rızasıyla zenginleştirmeyenin adı “zengin” olsa da hakikatte o, insanların en yoksuludur. Samimiyetsiz secdelerle âbit, dünyaya gönül bağlayarak zahit, Ümmü Kayslara hicret ederek muhacir olunmaz. O halde kibirden, riyadan, iki yüzlülükten uzaklaşıp samimiyetin kapısını ne zaman çala- cağız? Kulluk gösterilerinden, gösteriş bağımlılığından, iyilikleri pazarlarda satmaktan, reklam etmekten uzaklaşıp ihlas ve takvanın gölünü ne zaman alacağız? Aslında günlük hayatımızla ilgili olarak kendimi-ze yönelteceğimiz birkaç soru, bizim işlerimizde ne derece ihlaslı ve samimi hareket ettiğimiz hususunda bir ölçü ortaya koyabilir. Bunlara birkaç örnek vermek mümkündür. Sözgelimi; Sadaka verirken malımızın iyisinden mi veriyoruz, yoksa kötüsünden mi veriyoruz? İlim öğrenirken, öğretirken veya ilme destek olurken makam, mevki elde etme, tanıma ve tanınma, haksız kazanç elde etme gibi düşünceler taşıyor mu-yuz? Bunda ‘Ne kadar iyi insan’ desinlerin bir payı var mıdır? Allah için yaptığımız çalışmalarda, insanların takdir etmesinin, övmesinin ve beğenisinin, övmesinin üzerimizdeki etkisi nasıldır? Hasta ziyareti yaparken, ziyaret etmezsek ayıp olur düşüncesinin bir payı var mıdır? Allah için yaptığımız bir takım yararlı işlerden ve hizmetlerden dolayı, insanlardan ve Müslümanlardan takdir ve teşekkür etmelerini bekliyor muyuz? Yaptığımız bir iş insanların hoşuna gitmes bile sırf Allah emrettiği ve yasak ettiği için bunları yapabiliyor muyuz? Bu tür soruları çoğaltmak mümkündür. Kendi vicdanımızda vereceğimiz cevaplar, günlük hayatımızda ne derece ihlâslı hareket edebildiğimiz hususunda bir ipucu verebilir. İslâm toplumu ihlâs ve samimiyet içerisinde hareket ettikleri zamanlarda bilim, sanat ve kültür alanlarında önemli gelişmeler kaydetmişler ve her konuda söz sahibi olmuş ve İslâm medeniyetini kurmuşlardır. Bilim ve felsefeyi diğer milletlere öğrettiler. Batı medeniyetinin inşasına katkı sağladılar. Ahlâk ve fazilette örnek teşkil ettiler. Hak ve adaletin gereği olarak mazlumların elinden tutup zalimlere en-gel oldular. Müslüman toplumlarını son asırlara kadar hiç kimse sömürge haline getirememiştir. Bağımsız ve onurlu bir hayat sürdüler. Bu gün olduğu gibi bir kültür emperyalizmine yenik düşmediler. Ancak ne olduysa son iki yüzyılda oldu. Bu dönem ifade yerinde ise müslümanlar için hüzün asırları olmuştur. Baskıcı rejimlerin etkin olduğu, acı, gözyaşı ve kanın durmadığı bir süreç yaşanmıştır ve yaşanmaya da devam etmektedir. Kısacası bizler, İslâm toplumu olarak, peygamber ümmeti olarak özümüzde olanı, kafamızda ve kalbimizde olanı değiştirdik, kendi değerlerimiz-den uzaklaştık ve kendimize yabancılaştık. Kişilik bölünmesi ve zihniyet parçalanması yaşadık. Bedenimiz İslâm coğrafyasında idi, ancak ruhumuz, kafamız, kalbimiz ve gönlümüz başka taraflar da idi. Ne yazık ki izzeti, şerefi ve kurtuluşu son iki asırdır başka kapılarda aradık ve aramaya da devam etmekteyiz. İşte bütün bu sapma ve yozlaşmaların bir neticesi olarak bize karşı olan ilâhi tavrın da farklılaşdığı görülmektedir. Bu durumda Allah Tealâ’nın bize olan lütfu, nimeti ve ihsanı da değişti. Bu durum Ayeti Kerime’de şöyle ifade edilmektedir: “Kim de beni anmaktan yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve biz onu kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz.” 13- (Tâhâ, 20/124) Bu ayeti toplumsal planda da düşünebiliriz. Çünkü bu tür insanların meydana getirdiği topluluklar da aynı akibeti yaşayacaklardır.