Türkiye, uzun zamandır Avrupa Birliği (AB) ve
ABD eksenli yürütmekte olduğu uluslararası ilişkilerinde zaman zaman belirlenen kural ve kaideler dışına çıkarak, içten gelen dinamik güçler ile kendisine uluslararası arenada yeni oluşumlar ve işbirliği partnerleri aramak durumunda bırakılmıştır.
Zira bölgesinde bir taraftan tanımlanabilir bir ekonomik güç olma gayreti gösterirken, diğer tarafta uluslararası arenada ve özellikle İslam dünyasında üslenmiş olduğu misyon ile arabulucu ve kalıcı barış sağlayan, güçlü bir devlet görünümü vermenin gayreti içindedir.
Ancak bahsettiğim Arap baharının başlangıcından, süreç itibariyle günümüze değin Türkiye’nin izlemiş olduğu dış politika ve özellikle Türkiye, İran, ve Suriye hattında Türkiye, ABD’nin ve AB’nin gözetimine takılmıştır. Suriye’de başlayan Arap Baharının yönetimi, bu güçler tarafından Türkiye’ye verilmiştir. Türkiye’nin izleyeceği yol haritası, Denetçi Emperyalistlerin çıkarları doğrultusunda gitmez ise, bu durumda bu güçler farklı alternatif yollar da deneyeceklerdir. Esas mesele, komşumuz olan Suriye’nin Ülkemiz ile tarihi ve kültürel bağları yanında, halklar arasında akrabalık bağlarının olmasıdır. Türkiye ve Suriye halkları kardeş denecek mahiyette birbirine yakındır.. Bundan 3 yıl önce bu ülke ile olan siyası gelişmeler, ekonomik işbirliği, ticari anlaşmalar her iki ülkenin Cumhurbaşkanlarının karşılıklı ziyaretleri, bölgede sanki yeni bir stratejik gelişmenin başlangıcı olma olasılığı varken, ne oldu da bizler Suriye’deki bu günkü oluşumunun pimini çektik. 3 yıl önce de Suriye demokratik değildi, bu günde değil. Orada yönetim anlamında değişen bir şey olmadı ama iki komşu dost ülke şimdi düşman oldu.
Başlatılan Arap Baharında batılı emperyalistler hedeflerine ulaşırlarsa, sıra Ürdün, daha sonra İran ve en sonunda sıra bize gelecektir. Çünkü, Suriye’nin düşmesi halinde İran bu günkü gibi rahat olamayacaktır, aynı felsefede devam eden yayılmacılık İran’a sıçradığında Türkiye’nin de eli kana bulanacaktır. Neden mi? Çünkü, bu ülkeye dışarıdan yapılacak fiziki müdahalelerin tüm savunma sitemleri ülkemizde konuşlandırılmıştır. İran her hangi bir ülke ile savunmaya geçmeden önce ülkemizdeki savunma sitemleri olan Radar ve Patriot üslerini devre dışında bırakmak mecburiyetindedir.. Dolaysısı ile direk olarak bu ülkeye fiziki müdahalemiz olmasa bile endirekt olarak kendimizi komşumuzla bir çatışma ortamında bulacağız.
Diğer bir deyimle sadece kendisini düşünen adamın yumurta pişirmek için, komşusunun evini yakmasından farklı olmayacak. Muhtemel başımıza gelecek bütün bu olayların nedeni, ülkemizin batı eksenli dış politikalarıdır.
Şimdi de girmeye çalıştığımız ve bir türlü giremediğimiz Avrupa Birliği parlamentosunun 5-6 Aralık 2012 de yapmış olduğu AB, Türkiye ve Kürtler" adlı 9. uluslararası konferansı sonuç bildirgesinde yer alan kararlara bakalım;
1. Kürt Baharı Kaçınılmazdır.,
2 . İsrail PKK’ya desteğini sürdürecektir.
3. Türk Hükümeti Öcalan’la müzakereye devam edecektir.
4.Tüm Ülkeler PKK’yı terörist listesinden çıkartmalıdır.
5. Türkiye için yeni bir Anayasa yapılacaktır.
AB, Türkiye ve Kürtler" adlı 9. uluslararası konferansa Türkiye’den AK Parti Milletvekili Galip Ensarioğlu, CHP’den Rıza Türmen, BDP’den Aysel Tuğluk ve Selahattin Demirtaş, gazeteci olarak Hasan Cemal, Cengiz Çandar, Serdar Akinan, Ahmet Şık, Nuray Mert, Diyarbakır İnsan Hakları Derneği'nden Raci Bilici ve Kocaeli Üniversitesi'nden Profesör Sevtap yokuş katılmıştır.
‘Türk’ gazetecilerin, İsrail / MOSSAD mensubu konuşmacılar ile hemfikir olarak ‘Sıra Kürt Baharı'nda!’ demeleri ilgi çekmiştir. İsrailli akademisyen Ofra Bengio, “Son yıllarda PKK bölgede güçlendi, İsrail’in geleceği için bu çok önemli. Bu süreçte Kürtler bölgede stratejik bir rol kaptı ve İsrail’in buna desteği sürecektir” şeklinde beyanatları olmuştur. Gazeteci Cengiz Çandar ise, İsrail görüşlerine tam destek vererek, “Kürt Baharı'nın zamanının geldiğini” savunmuş ve “Türkiye’nin terör örgütü PKK’yı tanımak zorunda kalacağını” ifade etmiştir. “Türkiye, PKK’yı ve onun temsilcilerini tanımak zorunda kalacak. Biz bunun için çalışacağız. İsrailli dostum Ofra Bengio da bunun için çaba harcayacak” demiştir. Kürt Konferansı sonuç bildirgesinde 2012 sonunda Türkiye’nin ‘demokratik’ ve ‘yeni bir Anayasa’ya kavuşacağının altı çizilmiştir.
Konferansta, Türk hükümetinin Suriye’deki savaşa yaklaşımının, Kürtlerin kazanımlarını yok sayma ve anti Kürt eksen yaratmaya yönelik olduğu da ifade edilmiştir.
Türkiye ve Suriye’deki diğer ‘taraf’ların, bir diyalog ortamının hazırlanmasında girişken olmaları gereğinin altı da çizilmiş ve konferansta Türkiye hükümetinin Abdullah Öcalan ile ‘diyaloğunun’ şart olduğuna da değinilmiştir.
Konferans ayrıca tüm ülkelere, PKK’nın Terör örgütü olarak listelenmesine son verilmesi çağrısı yapmış. Türkiye’nin ‘BÖLÜNME’ konferansı düzenleyicileri arasında Nobel Barış Ödülü sahibi Güney Afrikalı Papaz Desmond Tutu, ve İranlı ‘muhalif’ Şirin Abadi, Avrupa Konseyi iyi niyet elçisi Bianca Jagger, Türkiye’den Yaşar Kemal, Vedat Türkali ve Avrupa’dan ödüllü Leyla Zana, Amerikalı yazar Naom Chomsky de bu konferansa davetli olarak katılmışlardır.
Yorum Okuyuculara aittir.