Bir cumartesi sabahıydı. İlçemize çok sık çöken sis, bu soğuk kış gününün sabahında da bir tül perde gibi şehrin üstünü kaplamıştı. Şehri böyle sarıp sarmalayan, eğilip toprağa kadar dokunan bu gri perdenin uçları ancak Umutalan’dan itibaren açılmaya başlardı. Şehrin kaderi olan şu çanak şeklindeki coğrafi yapısının eseri olan bu sis, bazen gün boyu hiç kalkmaz bazen de öğlene doğru açılır ve kaybolur giderdi.
O gün ilçemizin sahip olduğu tek profesyonel takım olan İnegölspor’un maçı vardı. O yıl daha genç yaşımda İnegölspor’a idareci olmuştum. Üstüne üstlük bir de yönetim kurulunda yer alan benden yaşça büyük olan abilerim genel kaptanlık görevini de bana vermişlerdi. Takımdaki futbolcularımızdan bazıları yaşça benden büyüktü, bazıları ise benimle aynı yaştaydı. Bu görevi üstlendiğimde yaptığım ilk iş, tecrübelerinden istifade etmek üzere benden önceki genel kaptanlarla görüşmek olmuştu ve işte diğer yönetici arkadaşlarımın desteği ile de yaklaşık yedi sekiz aydır bu görevi yürütüyordum.
Genelde deplasmanlara maç gününden iki gün önce giderdik. Bugün maçımız Bursa’da, Filamentspor’la olacaktı. Maç kendi ilimizde olduğu için bir iki gün önceden gitmeye gerek yoktu tabii.
Maç öncesi kulüpte kampa girmiştik. Günü birlik gidip gelecektik. Maç yemeği, toplantı filan derken öğlene doğru takım otobüsüyle yola çıkacaktık. Her deplasmana bir idareci arkadaşımız kafile başkanı olur, o da genel kaptanla beraber takım otobüsünde futbolcularla birlikte maça giderdi. O gün kafile başkanımız liseden arkadaşım olan Vedat’tı. O da benim gibi bu sezon ilk defa İnegölspor yönetimine seçilenler arasındaydı. İnegöl’ün eski ailelerindendi ve çarşı esnafıydı.
Takım otobüsünün ön koltuklarında bir tarafta biz diğer tarafta teknik direktörle yardımcısı otururdu. Bir arka sıra koltuktan itibaren de kıdem sırasına göre gençler, yeni gelen transferler, en arka beşlide ise takımın eskileri yani kaşarlar otururdu. Şoför koltuğunda oturan Sokur Hüseyin abimiz İnegölspor’la özdeşleşmiş bir isim olarak uzun yıllardır kulüp otobüsümüzün şoförlüğünü yapıyordu. Mahalleden babamla amcamın akranıydı Hüseyin abi, babamlarla da tanıştılar. Bana hep "yeğen" derdi. Futbolcuların ciğerini bilir, nabza göre şerbet verir, futbolcular onun sözünden dışarı çıkmazlardı. Malzemecimiz Terzi Cemal ve Masör Kel İsmet en iyi arkadaşlarıydı onun. Kulüp müdürünü hiç sevmez "Bunun her yeri oynuyor kardeşim" derdi. Yaz kış Terzi Ekrem abiye diktirdiği yelekleri giyer, uzun kollu gömleğinin kollarını sıvar, sivri burun siyah ayakkabılarının üstüne basa basa yürürdü. Sarma tütün içer, gözlüğünü bir tütün sararken bir de gazete okurken takardı. Gittiğimiz her deplasman şehrinde mutlaka tanıdıkları, arkadaşları olurdu. Deplasman maçlarına gittiğimizde bizden tek isteği otellerde tek başına kalacağı bir oda olur, kendisine özel oda tahsis edilmesine de çok sevinirdi. Deplasmana gittiğimiz şehre ulaştığımızda ise ortadan bir kaybolur, otele ta gece yarısı yatmaya gelirdi.
O gün Sokur Hüseyin, dudağında sarma sigarası, elleri arkasında bağlı bir halde basık ayakkabıları ile paytak paytak otobüsün etrafında dolanıyordu. Bursa’yla telefon görüşmesi yapılmış hava durumu hakkında gereken bilgi alınmıştı. Bursa’da hava açıkmış ama yine de futbolcular Hüseyin abiyi kızdırmak için sorup duruyorlardı:
Hüseyin abi, nasıl gideceğiz bu siste Bursa’ya?
Ulan puştlar, attırmayın benim kafamın tasını. Ben o yolu gözüm kapalı gider gelirim.
Gerçekten de Ümitalan'ı biraz geçtikten sonra sis iyice azalmış, Turan köyden itibaren de artık tamamen kalkmıştı.
Maç Atatürk Stadyumunda oynanacaktı. Merinos kavşağından hemen yukarıya, Altıparmak yönüne doğru döndük. Hüseyin abi, Altıparmak, Çekirge ayırımından Kültürpark girişindeki kapalı tribünün önüne yanaştırdı otobüsü.
Atatürk Stadyumu bin dokuz yüz elli yılında açılmıştı. Bursaspor kurulana kadar stat; Akınspor, Acar İdmanyurdu, Demir Çelikspor, Pınarspor, İnegöl İdmanyurdu, Doğanspor gibi amatör takımların yaptığı maçlar için kullanılmış, bin dokuz yüz altmış üç yılında Bursaspor kurulunca da Bursaspor’un maçlarının oynandığı stat haline getirilmişti.
19661967 yıllarındaki Bursaspor’un ikinci lig şampiyonluğunun coşkusu burada yaşanıp kutlanmıştı. Bursaspor, on altı mayıs iki bin onda Beşiktaş’ı bu statta iki bir yenerek tarihinde ilk kez birinci lig [Süper Lig] şampiyonu olarak bizlere sevinç ve mutlulukların en büyüğünü burada yaşatmıştı. Çocukluk yıllarımdan beri defalarca bu stadyuma maç seyretmeye gelmiştim. Açık tribünden, Teksas diye isimlendirilen tribünden maçlarını izleyip Bursaspor’u desteklemiştim. Cemil Turan’ı, Osman Arpacıoğlu’nu, teknik direktör olarak; Didi’yi, Baykul’u, Bahtiyar’ı, Sinan’ı, Sedat Üçü, Fatih Terim’i, Rıdvan’ı hep burada seyretmiştim. Amigo Yaşar’la bir baba hindiyi, üçlüyü hep burada çekmiştim. Bin dokuz yüz yetmiş dört yılında Bursaspor’un Dundee United’i bir sıfır yendiği maçta Deli Vahit’in kırk metreden attığı gole burada şahit olmuştum. Stat önünde nohutlu pilavı, söğüşü, tükürük köftesini ilk burada tatmıştım. Avuç içinden biraz daha büyük ve arkalarında mutlaka yassı bir pili olan, bant aralığı dar ve parazitli, sesi gayet derinden gelen, yan tarafında uzayabilen antenleri olan radyoları kulağımızın üstüne bastırarak TRT’nin canlı yayınladığı lig maçlarını dinlerken, bir yandan da oynanan maçı seyretme duygusunu burada yaşamıştım. Şimdi bu büyük stada bir başka yerden, bir başka kimlikle ve ayrıcalıkla giriyordum.
Her zaman olduğu gibi Cemal Aga herkesin formasını, şortunu, tozluğunu özenle asmıştı soyunma odasındaki askılara. Bu arada futbolcular da sahaya inmişler, zeminin durumunu kontrol ediyorlardı. Biz de yardımcı antrenörle birlikte takım listesini hazırlamakla meşgulüz. Diğer yönetici arkadaşlarım ve kulüp başkanımız da gelmiş, kafile başkanı ile birlikte şeref tribününe doğru geçiyorlardı. Masör Kel İsmet masaj masasını hazırlamış, ortalığı bir anda keskin bir Bengay kokusu kaplamıştı. Isınma idmanından sonra maç formalarını giyen futbolculara hoca maçla ilgili konuşmasını yapıyor, maç öncesi son taktiklerini veriyordu. Bense banka oturmuş ellerim başımda düşünüyordum. Sedat Üç, Mesut, Kemal Batmaz, bu saydıklarım Bursaspor’un efsane kaptanlarıdır ve onlar da şu bulunduğumuz odada maç öncesi takımı motive edici konuşmalar yapmışlar, kim bilir kaç defa futbolcularla ellerini birleştirip galibiyet yemini etmişlerdi. İşte, her maç bu odanın içinde başlamış ve bu soyunma odasından çıkıp, tribünlerin coşkun tezahüratları arasında takımı sahaya çıkarmışlardı.
İnegölspor, o sezon Türkiye’de ilk defa uygulanan play of uygulamasında bocalıyordu. Takım sayısının azlığı, sezonun sonunda üç takımın birden bir alt lige düşecek olması, üç puanlık sistem de bazı haftalar üst sıralara tırmanmasını sağlarken bazı haftalarda takımı düşme hattına doğru sürüklemesi. Bunlar hep birer handikaptı. Rakibimiz Filamentspor ise ligde orta sıralarda mücadele eden bir müessese takımıydı. Geçtiğimiz yıllarda İnegölspor’dan puanlar alarak takımımızın birinci lige yani şimdiki süper lige çıkmasını engellemişti. Aynı şehrin iki takımı olmamıza rağmen nedense yıldızımız bir türlü barışmıyordu.
O gün İnegöl’den hatırı sayılır bir taraftar grubumuz gelmişti maça. Filament seyircisi kapalı tribünde bizim seyircilerimize göre sayıca çok daha azdılar. Amigo Ardiles onları coşturmaya çalışıyor ama bizim tribünlerde bir taraftan Laga Mehmet, diğer yandan Şarlo Metin, taraftarlarımıza yaptırdıkları tezahüratlarla onları bastırıyordu. O gün iki Bursa takımı arasında oynanan maç oldukça çekişmeli geçmesine rağmen berabere sonuçlandı. Ben maçtan çok yedek kulübesinde o anın zevkini, hazzını çıkarıyordum.
Genelde deplasmanda mağlup olmadığımız maçlarda hoca, futbolculara salı gününe kadar izin verirdi. Futbolcular yanlarında sivil kıyafetlerini de getirmişler maçtan sonra hepsi bir tarafa dağılmışlardı. Biz de, kafile başkanı Vedat arkadaşımla birlikte Bursa’da kalmaya karar verdik fakat önce Sokur Hüseyin abiyi birkaç futbolcu ve malzemelerle birlikte İnegöl’e yolcu edecektik.
Mevsim kış olduğu için günler kısalmış, hava kararmaya başlamıştı. İnegöllülerin genelde Bursa’da gittikleri iki mekândan biri ya Kültürpark içindeki Yusuf olur ya da Altıparmakta, Yahudilikte bulunan Arap Şükrü’nün yeri olurdu. Biz hem vakit biraz daha geçsin hem de hafta sonu o saatlerde hareketli olan caddeden etrafı seyrede seyrede yürüyelim diye Arap Şükrü’yü tercih ettik. Doğruca Altıparmak’a yönelip caddeyi çıkmaya başladık. Yol boyunca Yazıcıoğlu ve Burç Sinemalarının afişlerine göz attık, Burç Pasajı’nı dolaştık, vitrinlere baka baka Arap Şükrü’ye doğru aheste bir şekilde yürüyorduk. Az sonra Köşk Pavyonunun önünden geçiyorduk ki geceleri ışıl ışıl olan girişi gündüzleri sıradan bir dükkân vitrini gibiydi. Afişlerde Kibariye, Seyyal Taner, Ateş Böcekleri, Romalı Perihan…
Bu mekân, Taylan Gazinosu kapanınca Bursa’nın en seçkin eğlence yeri olmuş çıkmıştı. İnegöllülerin de sıkça uğradığı bu mekân, İstanbul’un ünlü sanatçılarını getirip sahne aldırıyordu. Gece on bir, on ikiye kadar Arap Şükrü’de takılan bu mekânın müdavimleri yürüyerek alt caddeye iner, sabaha kadar burada eğlenirlerdi. Sabahın erken saatlerine kadar süren bu eğlence dünyasından çıktıklarında ise bu defa ayılmak için Köşk Gazinosu ile Arap Şükrü’nün arasındaki çorbacı da alırlardı soluğu. Ardından da evlerine dağılırlardı.
Arap Şükrü Sokağı köşedeki Balıkçı Reşat’tan itibaren başlar, Osmanlı döneminden kalma sinagoga kadar uzanırdı. Genellikle "Yahudi Mahallesi" ya da "Yahudilik" diye bilinen bu bölgede yakın tarihe kadar Yahudiler yaşarmış. Bu sokak Bursa’nın eğlence düşkünlerince en sevilen sokaklarındandı. Özellikle gece boyunca sürüp giden eğlenceleri ile ünlüdür bu sokak. Araç trafiğine kapalı olan sokak, balık rakı roka üçlemesi ne eşlik eden çalgıcıların iştirakiyle bitmeyen eğlencenin Bursa’daki en önemli adresidir. İstanbul’un Çiçek Pasajı, Kumkapısı neyse işte Arap Şükrü Sokağı da Bursa için aynısıdır. Yaz gelince sokağın ortasına kadar taşan masalardan neredeyse adım atamaz hale gelir gelip geçenler. Kış aylarında Arap Şükrü Sokağı’nın küçük mekanlarında insanlar iç içe otururlar. Balık kokusu, anason ve sigara dumanının birbirine karışıp harman olduğu mekanlarda gecenin ilk saatlerinden itibaren kemancıların nağmeleri de eşlik etmeye başlar bu havaya. Mekânda daha gecenin ilk saatlerinden itibaren kafalar tütsülenmeye başladığında birbirini hiç tanımayan insanlar bile bu sıkışık ortamda kısa süre de dost olurlar. Sonra bu birbirini tanımayan insanlar birbirleriyle dertleşir, şakalaşır, eğlenir, hüzünlenirler. Hani bazen ufak tefek de olsa gerginlikler de olmuyor değildi hani. Gece sona erip ertesi gün olunca kimse kimseyi tanımazdı artık. Bizim gittiğimiz Arap Şükrü, Çetin’in yeriydi. Çetin sokağa ismini veren Arap Şükrü’nün oğullarından birisidir. Bizi İsmail abi tanıştırmıştı onunla. Bir akşam tutmuş, babasını, hani şu sokağa ismini veren meşhur Arap Şükrü’yü anlatmıştı bize. Babasının aslen Selanikli olduğunu, Selanik yakınlarındaki Vodine kazasında doğduğunu, babasının Arap lakabını dedesinin Yemen’de bir Arap kızıyla evlenmesi nedeniyle aldığını, Kurtuluş Savaşı’na katılan babasının Kütahya civarında esir düştüğünü, Arap Şükrü’nün bir gazi olarak İstiklal madalyasının sahibi olduğunu söyledi. Savaş sonrası Ayvalık'a taşınmış babası. Orada ilk lokantasını açmış ve evlenmiş bu şehirde. Bu evlilik hikayesi de oldukça ilginçtir. Olaya bak sen ki, o da babası gibi Ayvalık’ta bir Arap kızına âşık olur. Fakat o yıllarda bir kız ve bir erkeğin arkadaşlık bağı kurması imkânsız olduğundan mektuplaşırlar sadece. Arap kızı mektuplarını arkadaşı vasıtasıyla gönderir. Arap Şükrü Ayvalıklı Arap kızıyla mektuplaşırken bu Arap kızıyla arası bozulmuş, tutmuş, mektupları taşıyan arkadaşıyla evlenmiş. Sonra Bursa’ya gelmişler ve o dönemde Yahudilik Çarşısı adıyla bilinen, daha çok Yahudilerin işlettiği meyhanelerin bulunduğu bu bölgede önce normal bir lokanta açmışlar. Zamanla giderek ün kazanır lokantası Arap Şükrü’nün. İşini genişletir, bu arada ilk karısı vefat eder. Sonradan evlendiği eşindendir Çetin abi. Diğer kardeşleri ile birlikte bu kültürü, bu markayı yaşatırlar ve meşhur ederler. Babasının çok yardımsever bir insan olduğunu, meyhane de olsa dükkânının kapısından besmele çekmeden girmediğini, çocuklarına da bunu vasiyet ettiğini söyledi Çetin abi.
Bir zaman sonra bulunduğumuz ortamda bizim arkadaşlardan biri içkiyi fazla kaçırmış tekerleme gibi "İçeceksin şarabı, bilmem ne yapacaksın Arap’ı" diye söylenmeye başlamaz mı? Mekân Arap Şükrü’nün oğlunun mekânı, hepimiz bir anda mosmor kesildik. Gitgide yükselen bir tonda tekrar edilen bu nakarat mekânda bir anda buz gibi bir hava estirdi. O an kimseden çıt çıkmıyordu ama bizim arkadaş yüksek perdeden tekerlemesine devam ediyordu. Sonra birkaç arkadaş müdahale ettik: "Oğlum sus, ayıp oluyor, bak garsonlar, müşteriler bize bakıyor." dedik demesine ya, buna rağmen söz dinlemiyor, o yine bildiğini okuyordu. Arkadaşın önündeki masada dibini bulmuş şişedeki alkol şişede durduğu gibi durmuyordu ki. Arkadaşın nereden aklına geldiyse papağan gibi tekrarlıyordu. İçeceksin şarabı...
İsmail abi:
Ben şimdi sustururum onu "dedi. İkinci kattaydık. Masadan ayrıldı. Aşağıya indi. Biz de arkadaşımızın eline yüzüne su serptik, yüzüne gözüne kolonya sürüp koklattık. Neyse bizimkisi az sonra biraz açılıp kendine gelir gibi oldu. Bu arada beş on dakika ya geçti ya geçmedi. İsmail abi, yanında mekânın sahibi Çetin abiyle birlikte geldi yanımıza. İsmail abi, kolunu sarhoş arkadaşın omzuna koyup bastırırken:
Adaş, bu abimiz Çetin Bey, Arap Şükrü’nün oğludur, bu mekânın da sahibidir, dedi. Masadakiler şaşırmıştı. Sonra İsmail abi, Çetin abiye dönerek:
Eeee... Anlat bakalım rahmetliyi şu densize, dedi. Bize daha önce anlattıklarını tekrar etti Çetin abi, bizim sarhoş arkadaş da dahil masadakiler pür dikkat dinlediler hikâyeyi. İsmail abi hafifçe ensesine vurarak:
Öğrendin mi Arap Şükrü kimmiş? dedi.
Arkadaşımız kızardı, bozardı, kafasını önüne eğdi, mahcup bir çocuk edasıyla yutkundu ve başını salladı;
Öğrendim abi... dedi.
Çetin abi esaslı adammış sanki olayı başından beri bilmiyormuş gibi davranıp "Hadi yarasın arkadaşlar, afiyet olsun!" dedi ve hiçbir şey olmamış gibi ayrıldı yanımızdan.
Balıkçı Reşat’ın önüne gelmiştik. Tezgahların üzerinde yüzlük ampullerin aydınlattığı balıklar ışıl ışıldı ve sanki canlı gibiydiler. Balıkçının önünde hatırı sayılır bir kalabalık vardı. Eee... Balıkçı Reşat’ın şöhretine de bu yakışırdı zaten. Kimisi tezgahtaki balıklara bakıyor, kimisi de balığını almış temizlenmesini bekliyor, müşterilerden bir kısmı ise hâlâ hangi balıktan alacakları konusunda kararsız.
Balıkçı Reşat hem çeşitlilik hem de tazelik konusunda rakipsizdi. Reşat, elindeki teneke su kabından tezgâhın üzerindeki balıklara su serpiyor, bir yandan da "Derya kuzusu bunlar, gel, gel, taze balığa gel..." diye bağırıyordu. Biz de birazdan yiyeceğimiz balığı seçmek için çoğunluğun hangi balığı aldığına bakıyor, biraz da bu güzel ortamdan haz aldığımız için ağırdan alıyorduk.
Birden sokak tarafında Kemal ile Sinan abiyi gördük. Onlar da bizi görmüşlerdi. Yanımıza geldiler. Selamlaştık. Bu iki abimiz de İnegöl’ün bilinen sevilen iş adamlarındandı. Genç yaşta sanayici olmuşlar, cemiyet ortamlarında, siyasette, sivil toplum kuruluşlarında olduğu gibi İnegölspor’da da yöneticilik yapmışlardı. Onlar da maça gelmişler. Maçtan sonra Arap Şükrü’de takılacaklarmış ama mekânlar çok kalabalık olduğu için bu akşam servisinde rahat edemeyeceklerine kanaat getirmişler. Reşat’tan balıkları alıp İnegöl'e döneceklerini söylediler. Aldıkları balıkları arkadaşlarının işlettiği bir restoranda pişirtip yiyeceklerini, bizim de onlara katılmamızı teklif ettiler. Biz birbirimizin yüzüne bakıp:
Ama bizim arabamız yok, dedik.
Olsun, biz iki kişiyiz, beraber gideriz, dediler. Biz de kabul ettik.
Kemal abi balıktan anlıyordu, Reşat’ı da tanıyordu. Aldığı balıklara biz de ortak olduk. İri lüferlerden Kemal abiye seçtirip temizlemeye verdik. Elimize bir numara tutuşturdular, biz hem laflıyor hem de sıramızı bekliyorduk. Birden arkamdan elinin baş parmağı ile birisi kafama bastırdı. "Aaaa hiyy!." diye bağırdı bir ses. Daha sesinden hemen tanımıştım onu. Döndüm baktım, Mahmut amca.
İlçemizde, tanınmış ve sevilen, cemiyetçi bir ailenin ferdi olarak dokunulmazlığı olan, imtiyazlı bir şahsiyetti Mahmut amca. Kendisiyle sanayide, aynı sokakta komşuyduk. Yeğenleri ile aynı yaşta olmamız hasebiyle onlar amca dedikleri için ben de Mahmut amca derdim ona. İnegöl’de onun için günahsız, veli diyen de vardı deli diyen de. Olmadık anlarda olmadık yerden çıkar, her ortamda bulunurdu. Herkesle kafası barışıktı ve seksenler ile iki binli yıllar arasında birkaç kuşağın anılarında hep özel bir kişi olarak yer almıştı. Hakkında kitaplar hatta romanlar yazılacak olsa yeriydi. Saf ve temiz bir kalbinin yanı sıra bazen karşısındakine zekice fakat hınzırca cevaplar verir, kızdırıldığında ya da kendisiyle dalga geçildiğinin farkına vardığında ise ne içinde bulunduğu ortamı ne de karşısındaki kişiyi tanımaz, ana avrat dümdüz söver giderdi. Fakat öyle kibarca söverdi ki insanlar Mahmut amcayı sövdürmekten zevk duyarlardı. Üstelik, Mahmut amcanın sövdüğü kişi özel birisi sayılırdı. Kendine has, saf, çocuksu bir dünyası vardı. Kimseyle alıp veremediği bir hesabı yoktu. Hani, hakkında kitap yazılsa yeridir dedik ya, çok bilinen, meşhur olmuş birkaç hikayesi vardır Mahmut amcanın.
Bir gece İnegölspor’da o zamanlar kaptanın kahvedir kulüp Mahmut gelmeden tezgah kurulmuştur. Mahmut lokalden içeri girince doğruca masaya çağırmışlar. Çaylar sigaralar derken sonra senaryonun uygulanmasına geçilir. Bilgi yarışması adı altında hemen başlarlar oyuna. Sorular özellikle çok basittir. Mesela: "Türkiye’nin başkenti neresidir? Cevap: "Ankara!", "Bildin, al sana on lira”, "Biz ilçe olarak hangi şehire bağlıyız?", "Bursa", "bildin, aferin, al sana on lira." , "Başbakanımız kim?" , "Süleyman Demirel"!" , "vay ulan nasıl bildin, al sana da on lira" İşte kurgu olay, bu şekilde akıp gidiyor ama özellikle Mahmut’a hiç soru sorulmuyordu. Bu arada her bilenin parayla ödüllendirilmesi bir yana bir de bol keseden alkışlanması Mahmut’u iyice tahrik ediyor. Tabii, sonunda dayanamayıp patlıyor: "Bana da sorsanıza ananınnn ..." diyerek bir giriş yapıyordu ki bu Mahmut için küfürden sayılmıyordu. Bu bir başlangıçtı ve bu sövgü cümlesi tarzı sadece Mahmut’a özgüydü. Zaten amaç da buydu. Onu söyletip sövdürerek ortalığı şenlendirmek.
Neticede masanın ağır abisi, çok ciddi bir ifadeyle:
Söyle bakalım Mahmuuut... Roma’yı kim yaktı?" der.
Kahvede kimsede çıt yok, herkes Mahmut’un vereceği cevaba, daha doğrusu tepkiye odaklanır o an. Mahmut, gözlerini şöyle bir kısarak herkesi süzmüş, düşünmüş, düşünmüş, sonra uzuuun uzun başını kaşımış, sonra birden patlayıvermiş:
Ananın... yakmış.
Kahvedekiler bir anda kopar, yüksek perdeden gülüşmeler kahkahalara karışır, bir anda kızılca kıyamet kopar… Mahmut’u yatıştırmak ise hayli zor. Son çare yeniden soru sorup yarışmayı devam ettirmek ve Mahmut’un bileceği soruyu sorup ona da on lirayı vermektir.
Sanayide Mahmut amcaların dükkân komşuları, aynı zamanda akrabaları olan Haluk abi, Çakmak Kereste. Babası Hüseyin Çakmak ise enişteleri olur ve Hüseyin abi rahmetli olmuştu. Mahmut amca da telefonla konuşmayı çok severdi. Ümmet’in Lokantada öğlen yemeklerini yerken, bizi görmesin, yemeğini bırakır: "Yazıhaneye gidiyorum, telefon et ara beni." derdi. O zamanlar henüz cep telefonu diye bir şey icat edilmemiş, sabit hatlardan görüşülüyor. Konuştuğumuz da laf olsa bari, öyle havadan sudan. Mahmut’u onun haricinde kimse arayıp sormazdı, ona eğer birilerinden telefon geliyorsa işin içinde mutlaka bir iş var demektir. Cenazeden birkaç gün sonra esnaftan birkaç kişi Artezyen Sokak’taki Mahmut’un bulunduğu yazıhaneye şaka yapmaya gelir. Patron koltuğunda oturan Mahmut, büyük bir iş adamı edasıyla onları karşılar. Önce Yakup abiden çaylar söylenir, hâl hatır sorulup az sonra gelen çaylar eşliğinde sohbete geçilir. Derken, birden telefon çalmaya başlar. Mahmut ahizeyi kaldırır, gözlerini kıpıştırarak gelenleri şöyle bir süzerken biraz da sesini incelterek kibarlaştırır ve "Buyurun efendim" der. Kısa bir sessizliğin ardından birden ayağa kalkar, suratı bir anda bembeyaz kesilmiştir. Elindeki ahizeyi masanın üzerine fırlatıp atarken "Enişte, sen ölmedin mi be ananın..." diye kuruverir cümlesini. Beri taraftan esnaf arkadaşlar meraklı gözlerle "Hayrola...arayan kim.?" diyecek olurlar ama bir taraftan da gülmemek için kendilerini zor tutarlar. Mahmut, onlara da söverek ters ters bakarken koşar adım Osmanbey Caddesi’nde alır soluğu.
Telefon eden kişi, aslında o an Mahmut’a ziyarete gelen esnaf arkadaşlarından birinin arkadaşıdır. Telefonda Mahmut'a: "Ben Hüseyin enişten. Evde takma dişlerimle bir de gözlüğümü unutmuşum, gazete okuyamıyorum, mezarlığa getiriver yeğen." demiş.
Bir dönem Osmanbey Caddesindeki mağazaların çalışanları her gün mağazalarının önünü yıkarlardı. Bunun için teşkilatları bile vardı. Aynı zamanda gelen müşterilerin arabalarını da yıkarlardı. Mahmut amca da mağazalarının önünü her gün yıkayanlardandı. Bu onun her gün sürdüre geldiği ve zevkle yaptığı rutin bir işti.
Aynı sokakta Orhan Koltukta oturmuş çaylarımızı yudumluyor, sohbet ediyorduk. Birden hışımla Yavuz abi girdi içeriye. Mahmut amcanın kardeşidir Yavuz abi:
Akif, bana kesilmiş süngerlerden üç dört tane ver. Birkaç gün içinde iade ederim sana, dedi.
Hayrola abi, çok telaşlısın. Sünger işi kolay, hallederiz.
Sen otur hele, biz çay içiyoruz sana da söyleyelim, dedi.
Yok yok, işim acele. Bizim Mahmut müşterilerden birinin arabasını yıkarken camlar açıkmış, İçini dışını bir güzel yıkamış, arabanın içi göl olmuş arkadaş, koltuklar su gibi...
Bir gün de iki kapılı kahvenin önünde oturuyorduk. Bir yandan çaylarımızı içip sohbet ederken bir yandan da Tankut Plaktan yayılan en son çıkan yeni şarkıları dinliyoruz. Mahmut amca boynunda fotoğraf makinesi köşeden çıkageldi. Berber İsmail vermiş makineyi. Çat çat, önüne gelenin fotoğrafını çekiyor, film bitince Sadullah’a gidiyor, bastırtıyor fotoğrafları. Fotoğrafların yarısı yanmış, bazıları yamuk yumuk, kiminin ayağı yok, kiminin başı. Normalde kendisi her denk geldiğini çekiyor fakat baktık bizim fotoğrafımızı çekmeye pek niyeti yok. Biz ısrarcı olduk, "Gel bizim de fotoğrafımızı çek." dedik ama "Çekmem” diyor başka bir şey demiyor. Biz ısrar edince bir kızdı bir kızdı, başladı küfürler savurmaya. Sonra, her nasılsa birdenbire sakinleşti. Sesini incelterek: "İçinde aile var, ananın..." diye başladı saydırmaya. Meğer o film rulosuna evde hane halkının resmini çekmiş, üstüne elin fotoğrafını çekmem diyor.
Bunun gibi daha onlarca Mahmut hikayesi vardır. Yaşayan efsaneydi Mahmut amca. "Cerrah ve leylek” laflarına da nedense çok kızardı ama nedenini bilmezdik. Sevdiği kişilere başını eğdirir, baş parmağı ile başına bastırır ve aynı anda "Aaaahiyy" diye ses çıkarırdı. Çok neşeliyse kendi başına bastırılmasına da izin verirdi.
İşte, Balıkçı Reşat’ın önünde kendisini ensemde bitmiş vaziyette, parmağıyla başıma bastırıp "Aaahiyy" diye bağırırken bulunca bir parça da şaşkınlıkla:
Mahmut amca, hayrola, ne arıyorsun burada? dedim.
Siz ne arıyorsanız ben de onu, dedi.
Meğer kulüpten maç için kaldırılan otobüslerle maça gelmişmiş. Maçtan sonra otobüsle geri dönmemiş, biraz buralarda gezip tozayım demişmiş. Kemal abi, Sinan, Vedat, hep birlikte ayaküstü sohbet etmeye başladık. Kemal abi ile Sinan da hem ailesinden hem de ilçede sembolleşen Mahmut’u iyi tanıyorlardı. Kemal abi:
Mahmut, biz İnegöl’e dönüyoruz. Buradan minibüslere de Santral Garaja da mesafe biraz uzak. İstersen sen de bizim le gel, dedi.
Mahmut amca "Tamam!" deyip hemen onayladı bu daveti.
Kemal abi Sinan’a döndü:
Bir kilo hamsi de Mahmut’a al! dedi. O arada bizim balıkların sırası gelmişti. Müşteri çok olduğu için küçük balıkları temizlemeden veriyorlardı. Kemal abinin büyük bir Jeep'i vardı. Hemen az öteye, yolun kenarına dörtlüleri yakıp bırakmış. Yürüdük, ulaştık arabaya. Balıkları bagaj kısmına yerleştirip ön koltuğa Sinan, arkaya benimle Vedat oturdu, Mahmut amcayı da aramıza aldık ve çıktık yola.
Bursa’dan henüz çıkmıştık ki Sinan arkaya doğru dönüp "Mahmut, balıklar arkada ne yapıyorlar acaba? dedi gülerek. Mahmut ses vermedi "bizim balıklar büyük seninkiler ufak, bizim balıklar senin balıkların işini bitiriyordur!.."
Mahmut amca, o an aklına ne geldiyse bir şey söyleyecekti söylemesine ama önce yutkundu, sonra gözlerini kapattı ve sustu kaldı. Sinan, kızdırıp sövdürecek ya. Umutalan rampasından ininceye kadar zorladı durdu fakat Mahmut amca hiç tınmıyor, oralı bile olmuyordu. Yalnız elleriyle birlikte dişlerini de hırsla sıkıyor, yanımızda kaskatı kesilmiş bir vaziyette oturuyor ama ağzını açıp tek bir kelime bile söylemiyordu. Sinan önüne dönünce bize bakıyor, kafasını sallıyor, sanki bizden yardım istiyordu. Bizse, onu hiç umursamıyor, camdan dışarı bakıyor, Vedat’la o günkü maçtan, havadan sudan falan konuşuyorduk. Sonunda Kemal abi dayanamadı:
Sinan, yeter artık. Zulüm edip durma adama. Bugün Mahmut havasında değil. Eğer çok istiyorsan ben söveyim, dedi.
Sonra uzanıp teybin sesini biraz daha açtı. Mustafa Topaloğlu’ndan bir türkü doldurdu arabanın içini:
Akşam bize gelmişler Fındık fıstık yemişler
Bu işler nasıl işler
Benden habersiz işler
Almışlar güllü kızı
Başkasına vermişler
Nasıl yaptı bu işi
Tebrik ettim memişi
Oy memişler memişler
Beni canımdan etti
Vay memişler memişler
Şu güllünün gidişi
Biz böyle türkü dinleye dinleye nihayet İnegöl’e girdik. Kemal abi, hükümet önünden dönüp Lazlar Camii’nin önünde durdurdu arabayı. Mahmut amcayı bırakacaktık. Caminin oraya yaklaşınca Sinan son kez: "Mahmut, bizim balıklar kim bilir senin balıklara neler, neler yapmışlardır" dedi.
Mahmut amca yine bir şey söylemedi, ısrarla susmayı tercih etti fakat içi içini yediği yüzünden ayan beyan belliydi. Caminin önünde durduk, arabadan indik, bagajdan Mahmut amcanın balıklarını alıp verdik kendisine. Önce balıklarına şöyle bir baktı, bizim balıkları da süzdü. Balık poşetini sıkı sıkıya kavradı ve birkaç adım attı, döndü, yüksek tondan tok bir sesle beklenilen tepkiyi verdi:
Hepinizin anasını... diye okkalı bir küfür savurdu. Sonrasında daha biz "Hooop, ne oluyoruz, dur hele" dememize bile fırsat bırakmadan o her zamanki leylek koşusuyla neredeyse Karadeniz Ekmek Fırınına varmıştı bile. Artık hepimiz rahatlamıştık.