Her asalak, bir salağın üzerinden geçinir.
Ek iş arıyordum zamanında. Sağa sola haber saldım; çevrelerinde uygun iş olursa bana haber vermelerini rica ettim. Aradan çok geçmedi, bir arkadaşım aradı. Güzel bir iş bulduğunu, iyi paralar kazanıldığını ve ileride ek işten, asli işe bile dönüşebilecek potansiyelde olduğunu söyledi.
Merakla sordum; peki, iş nedir?
Söylemedi. Üstelememe rağmen yine söylemedi. Sadece dediği; “şu saatte, şu cafe’ye gel, orada detayları öğreneceksin.”
“Pekâlâ” dedim. Gittim. Arkadaşımın yanında süslü püslü, alımlı mı alımlı, şık bir bayan oturuyordu. Yanlarına gittiğimde, hanımefendi beni olağanüstü bir nezaketle karşıladı. O kadar tatlı dilli, o kadar anlayışlı, sevecen tavırlar sergiliyordu ki, kendimi dünyanın tek değerli varlığı gibi hissetmeye başladım.
İki hoş beş sonrası girdim konuya. Dün akşam ki soruyu o bayana da yönelttim; “Hanımefendi iş ne? Siz, necisiniz? ve beni neden çağırdınız?”
Kadın, işinin eriydi ve cümlelerini ustaca seçi-yordu;
-Aaa hemen işin n’olduğunu soruyorsunuz Ziya Bey, durun bakalım ön bilgi almadan nereye?
-Alalım ön bilginizi o zaman hanımefendi.
-Öncelikle Ziya Bey, herkesin hayali çok para kazanmak… Çok zengin ve iyi bir kariyer sahibi olmaktır. Bizler de size, altın tepsiyle bu hayallerinizi sunuyoruz.
-İlginç! Peki, hanımefendi, hayallerimi sunmaktaki çıkarınız nedir acaba?
-Onu yarın ki seminerimizde anlatacağız, ön görüşme bu.
-Seminer mi? Ne semineri? Bana bundan bahsetmemiştiniz?
-Aaaa Ziya Bey, pek acelecisiniz.
-Hayır. Aceleci değilim! Ne yapmaya çalıştığınızı anlamaya çalışıyorum.
-Yarın ki seminere saklayın merakınızı.
-Ve şu kitabı okuyup geri getirin. Kısacık bi’şey, hemen bitirirsiniz.
-Peki. Seminerin yeri ve saati lütfen?
Kadının “ille de yarın” diye tutturduğu seminer beş yıldızlı bir otelin konferans salonundaydı. Kapının önünde son model arabalar, jilet gibi smokinliler, ellerde şampanyalar, kibarımsı garsonlar, kürkler, mini etekler, sükse hatunlar…
Az ileride, dünkü bayan...Birileriyle temaşaya dalmış, bizi görmedi bile. Neyse ki el salladık da geldi yanımıza. “Hoş Geldiniz” ikram etti birer tane uyduruktan. Sonra konferans salonuna yönlendirdi. Çekildi gitti. Smokinlilerle ilgilendi.
Biz de aşağı doğru indik. Bir de ne görelim;
Uzuuuunca bir kuyruk. Ucundan ne çıkacak, merak ediyordum. Bekliyorduk ama niye beklediğimizi orada dahi söylemediler. İşlerinde oldukça ustalardı. Arkadaşıma yine sordum; daha bekleyecek miyiz? “Bekle ve gör”den başka bir şey demiyordu.
Nihayet sıra bize gelmişti. Önümüzde seyyar bir gişe; 5’er lira kesiliyor, üzerinde koltuk numarası yazmayan biletlerden tutuşturuluyordu elle-re. Girdik içeriye nihayet ve önden “yer kaptık”.
Biraz bekledik ve nihayet iki gündür beklediğim seminer başlayıvermişti. Her şey çok profes-yonelce hazırlanmıştı. Konuşmacı beyefendi, seyircilerin arasından belirli kişileri ayağa kaldırıyor, mesleklerini ve bu “iş” sayesinde ayda ne kadar kazandıklarını soruyordu.
İnanır mısınız, hâlâ neler olup bittiğinin farkın-da değildim. Yaklaşık 45 dakikalık ön konuşmanın ardından, bir logo belirdi sahnedeki ekranda.
Logoyu görür görmez uyanmıştım duruma. Ve kalkıp gidiyordum ki arkadaşım mani oldu. “Nereye gidiyorsun” diye sordu. Dedim ki, “insanlarla böyle dalga geçilmez. Bu ne ya! Bilseydim asla gelmezdim”.
Tadı kaçmış olacaktı ki, o da kalktı. Sonra şu itirafta bulundu; Şimdi anlatmamamın sebebini anladın mı? Ön yargıyla bakacaktın ve buralara kadar gelmeyecektin. Buraya gelen herkes bu şekilde getiriliyor buraya.
Görseniz neler, neler vaat ediliyordu. Ayda dört küsur bin liralık kazançlar, hediyeler, çekler, zartlar zurtlar… Öyle basit, öyle aptalca vaatlerdi ki bunlar, resmen kendinizi salak yerine konmuş gibi düşünürdünüz; bir önceki gün “en değerli insanmış” gibi hissinize nispetle…
Sahneye sırayla insanlar çıkıyor, markayı ve çalışma koşullarını övüyor, asıl mesleklerini söyleyip yerlerine geçiyorlardı. Bir tiyatro gösterisi gibiydi adeta.
Doktorlar, avukatlar, öğretmenler, eczacılar, sanatkârlar… Hep üst rütbeden meslekler.
Belli; iyi çalışmışlar hem de çoook iyi çalışmış lar derslerine. Nereden voleyi vuracaklarını iyi biliyorlardı.
Hep rutin çalışma hayatına atıfta bulunuyor, emeğiyle, alın teriyle parasını kazanan insanlarla dalga geçiyor ve karalıyorlardı.
Ettikleri vaatlerden en etkilisi şuydu; ÇALIŞMADAN PARA KAZANIN!
Düşünmeden edemedim; yani bütün hedefiniz, girişte cebimizden kertmiş olduğunuz 5 lira mıydı?
Şu sahneye atılan kişiler madem mimar, doktor, öğretmen, mühendisti de, neden şerefli mesleklerini bırakıp böylesine şerefsiz şeylerin peşinden koşuyordular?